FİLİSTİN’in uluslararası pozisyonu çok karışık. 140 devlet
tarafından tanındığı hâlde BM’de hâlâ gözlemci statüsünde. Bu durum, tanıyan
ülkelerin Filistin konusunda insanî kararlar almayı düşündüklerinde, zulme ortak
olanlar ile ilişkilerini görmezden gelmelerinin önünde büyük bir engel. Zira o
zulüm ortakları, dünyayı hem ekonomik, hem siyâsî, hem de askerî olarak yöneten
ülkeler.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Ramazan’ı kana bulayan
İsrail’i tel’in için gene nutuklar atmaya, gene hasmâne demeçler vermeye, iç
siyâsî beklentilerle sokağı örgütlemeye devam ediyoruz. Sosyal medya, “cihad
çığlıkları” ile inliyor. Bugüne kadar defalarca denendiği hâlde hiçbir sonuç
alınamayan boykot çağrıları yayınlanıyor çarşaf çarşaf. Kudüs’ten gelen
videolarla burada da çaresiz canlar yanıyor.
Ortada bir zulüm var; zulme uğrayan tabiî ki Müslüman
ve yaşandığı yer de İslâm’ın ilk kıblesi. Hâl böyle olunca, vatandaş olarak
verdiğimiz tepkilerin tümü çok normal. Elbette duâ edip duâ isteyeceğiz.
Elbette güvendiğimiz yerlerden bu zulme “Dur!” demesini bekleyeceğiz. Elbette
sessiz kalanlara isyan edeceğiz. Bu, bizim vatandaş olarak hem en tabiî
hakkımız; hem de elimizden gelenin hepsi…
Ancak bir de sorumluluk mâkâmında olanlar var. Onların
artık lâftan fazlasını üretmesi lâzım. Nedir bu lâftan fazlası?
Türkiye, Erbakan döneminde olduğu gibi Erdoğan hükûmetlerinde
de Filistin ve dolayısıyla Kudüs meselesine en yüksek tondan ses veren ülke
oldu. “One minute!” ile başlayan İsrail’e hâd bildirme furyası, her plâtformda
hem İsrail, hem de hâmisi ABD’ye karşı sıklıkla tekrarlandı. Kudüs’ün ABD tarafından
İsrail’in başkenti kabul edildiği 2017 Aralık ayında İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nı
İstanbul’da olağanüstü toplayan da gene Erdoğan’dı. Teşkilâtın Doğu Kudüs’ü
Filistin’in başkenti olarak tanındığını duyurduğu toplantının sonuç
bildirgesinde, sadece İsrail değil, ABD de çok ağır dille eleştirilmiş ve hatta
“Sonuçlarına katlanırsınız!” denilerek tehdit edilmişti.
Bu toplantının sonuçları kısmen de olsa Batılı
devletlerden de onay almış olduğu için, ABD, Kudüs konusunda beklediği
destekten yoksun kalmış ama buna rağmen geri adım atmamıştı. Sonuçta ilk adımda
kazanılmış bir zaferden söz edilebilecek olsa da sürece olumlu bir katkısı olamadı
bu sert tepkinin.
Burada en büyük suçlunun, petrol kozunu elinde
bulunduran Arap ülkelerinin pasif davranması olduğunu söylersek haksızlık etmiş
olmayız herhâlde. Petrol üretimini durdursa dünyanın çivisini yerinden
oynatabilecek birkaç ülke, halklarının manevî duygularını görmezden gelerek
İsrail ve ABD ile iş birliği yapmayı tercih etti.
Hâlbuki, 6 Ekim 1973’te Suriye ile Mısır’ın İsrail’e
karşı giriştiği savaşta Batı ülkeleri İsrail’in yanında birleşince, Suudi Kralı
Faysal’ın liderliğini yaptığı Arap ülkeleri petrol ambargosunu devreye
sokmuştu. Faysal’ın, “Biz ve atalarımız hurma ve deve sütüyle yaşadık; yine
öyle yaşayacağız!” sözü de bir direniş simgesi olarak tarihe geçmişti.
Bu ambargo dünya çapında bir enerji krizine sebep
oldu. Krizi çözmek için Kral Faysal’la görüşmeye giden ABD Dışişleri Bakanı
Henry Kissinger, kendi hatıratında Faysal’ın Kudüs hayâlini şöyle anlatıyor:
“Çok sinirli görünen Faysal’a, esprili bir dille, ‘Uçağımın
yakıtı bitti, uçağın deposunu doldurmak için emir verirseniz, uluslararası
fiyatından ücretini vermeye hazırız’ dedim. Kafasını yukarıya kaldırarak
sert bir şekilde bana, ‘Ben yaşlı bir adamım, ölmeden önce Mescid-i Aksâ’da
iki rekât namaz kılmak isterim! Sen bu konuda bana yardımcı olabilir misin?’
dedi.”
O tarihlerde, İslâm dünyası ile yakınlaşmanın
gericilik ve hatta acziyet sayıldığı Türkiye’de, Kudüs meselesinde bile tarihî
beklentilerin karşılanamadığını hatırlayınca utancımız yüzümüze vuruyor. Halkın
tek bir kelimeyle İsrail’in üzerine yürüyebileceğini bilmek, buna rağmen
devletin sesini bile çıkarmamasını anlayabilmek mümkün değil.
Kral Faysal ise Arap ülkelerindeki siyâsî gücünü İslâm
ülkeleri arasında da liderliğe taşıyabilecek bu hamlesinin cezasını, ABD’den
yeni dönmüş yeğeni tarafından vurularak canıyla ödüyordu.
Şimdi bir Kral Faysal yok. Tam tersine, bütün iplerini
ABD’ye teslim etmiş, petrolünü bile kendi inisiyatifiyle yönetemeyen bir aciz
ülkeler topluluğuna dönmüş durumda Arap Ligi.
22 ülkenin oluşturduğu bu basiretsiz topluluğu
harekete geçirebilecek bir formül bulmak da zor görünüyor.
Ancak ne Filistin, ne Kudüs, ne de Mescid-i Aksâ
yalnız, çok şükür! Artık Arap liderlere değilse bile geriye kalan İslâm
ülkelerine sözünü dinletebilen bir Türkiye var. Erdoğan’ın İslâm İşbirliği
Teşkilâtı’nın Arap Ligi’nde olmayan 35 ülkesiyle üreteceği formüllere, dünyanın
ABD karşısında durmaktan çekinmeyecek güçlü devletlerini de ortak etmesi
gerekiyor. Her ne kadar Filistin Devleti’ni resmen tanımıyor olsa da Almanya ve
İtalya gibi Avrupa ülkelerinin de küresel siyâsî menfaatleri gereği bu plânlara
dâhil edilmesinin formülleri aranmalı.
Bu konuda “Ben yaptım!” kompleksinden uzak durmak,
gerekirse oyunun kaptanlığını başkalarına da vermek gerekebilir. ABD’nin AB
üzerinde oynamaya çalıştığı finansal oyunlar da kaşınmalı ve anti-Amerikancı
bir Batı kulübü oluşturmak üzere kollar sıvanmalıdır. Bunun örneği yakın
tarihte yaşanmış ve 1994’te Hazreti İbrahim Câmiî katliamı sonrası, 1997’de
gözlemci statüsünde de olsa uluslararası bir askerî güç, El-Halil kentine
konuşlandırılmıştı. Bu protokole imza atan ve asker gönderen tek Müslüman ülke,
Erbakan yönetimindeki Türkiye idi.
Bunun bir benzerini hayata geçirip İsrail’e
uluslararası bir “One minute!” demek mümkün. Vatandaş duâ ederken, devlet,
vatandaşının hislerine tercüman olacak Kudüs’ün kurtuluşu ve zulmün son bulması
için plânlar kurup icra edecek, inşâallâh.
Kısıtlamalarla geçen son bayramımız olsun; Ramazan Bayramımız mübarek olsun!