Yeni bir kavram: Sosyokanser

İstikrarlı bir dengesizlik, programlanmış ve genleşen bir kaos üretilmektedir. Hücrenin kanserleşmesi için nasıl bu koşullar birer sebep ise, sosyal dokunun kanserleşmesi için de bir ortam hazırlanmaktadır. Öyle ki, imara açılmış ruhsal sorunlar oluşturulmaktadır. Travmatik bu hâlin aralıksız devam etmesi, sürdürülebilir gerilim ve tetiklendiğinde saldırganlaştırılabilecek kimlikler doğurmaktadır.

BİREYİ, toplumu ve toplumsal katmanları bir arada tutan örgü ağları, hiç şüphesiz birer yaratılış harikasıdır. Sosyal ilişkiler, mekâna ve zamana hükmeden dinamikleriyle başlı başına kusursuz birer algoritmadır. Sosyal doku, âdeta bir insan gibi, etkileşim hâlindeki farklı tabakalardan oluşmuş canlı bir varlıktır. Bu varlığa her an yeni veriler yüklenmektedir. Her yükleme sonrası, dünya yeniden yaratılmaktadır. Koşullar, denklemler ve ilişkiler tekrar tekrar yenilenmektedir.

Yenilenen koşullar sebebiyle bölgemizde süregelen üst-politik sorunlar, ideolojik kutuplaşma ve çatışmaları tetiklemekte ve yaygınlaşmaktadır. Her tahribat hem bir sebebin sonucudur, hem de bir sonucun sebebi olmaktadır. Her güncelleme, yeni bir ekoloji inşâ etmekte ve her ekoloji kendi olumlu ve olumsuz koşullarını belirlemektedir. Makro boyutta bir canlı algoritma olan sosyal dokudaki bu etkileşim, mikro boyuttaki dokular, organlar, hücreler ve hattâ atom ve atom altı parçacıklar arasında da bulunmaktadır.

Mikro hayat bir denklem ve denge üzerine kuruludur. Bu dengenin sulh içinde yürümesi sağlığımızı korur. Mikro dengeyi bozan en ciddî ve sinsi tehditse kanserleşmedir. Kanser hücresi, esasen kendi başına “özgürleşmiş” bir hücredir. Bu hücrenin tahrip edici tesiri altında kalan insan, sağlığını yitirir.

Denklemle oynanınca mikro boyutta yaşanan kanserleşme, dengenin bozulmasıyla tetiklenen bir süreçtir. Devamlı tahriş edilen dokular, aşırı radyasyona maruz kalan cilt, temiz hava ile değil de toksik gazlarla zorlanan solunum yollarına ait hücreler doğalarına aykırı bir ekolojiye zorlanınca, özgürleşerek bir savunma mekanizması geliştirip kendilerini korumak isterler. Bu hücreler hayatta kalmak için bir çözüm arayışına girerler, ancak kendi yaşam alanlarıyla başlayıp tüm dokular ve ulaşabildikleri tüm organlara zarar verir hâle gelirler.

Kanser hücresi, sağlıklı bir hücreye göre çok daha hızlı çoğalır ve daha fazla enerji tüketir. Çevresindeki sağlıklı hücrelerin yaşam alanını bozar. Verimsiz kullandığı için enerji kaynaklarını hızlı tüketir. Soluksuz çoğalan kanser hücresi, bulunduğu bölgede enerji kaynakları tükenince göçmeyi tercih ederek gittiği yerleri tahrip eder.

Kanser hücresi, kendisini devamlı tehdit altında hisseder ve sinir sistemi ile kan dolaşımına yaydığı sinyallerle vücûdun ateşini yükseltir. Zarar verdiği organlar fonksiyonlarını yitirdikçe insan bedeni hayatta kalamaz ve ölüm bu şekilde gerçekleşmektedir.

Dikkatli incelenince makro boyutta da dünyanın sosyal dokusunu bozan benzeri olaylar yaşatılmaktadır. İstikrarlı bir dengesizlik, programlanmış ve genleşen bir kaos üretilmektedir. Hücrenin kanserleşmesi için nasıl bu koşullar birer sebep ise, sosyal dokunun kanserleşmesi için de bir ortam hazırlanmaktadır. Öyle ki, imara açılmış ruhsal sorunlar oluşturulmaktadır. Travmatik bu hâlin aralıksız devam etmesi, sürdürülebilir gerilim ve tetiklendiğinde saldırganlaştırılabilecek kimlikler doğurmaktadır. Bu sosyoekolojik manüpilasyonlar ile sosyal kanserleşme ne yazık ki başarılmıştır.

Orta Doğu, Arap coğrafyası ve Afrika’da on yıllardır süregelen terör, iç savaşlar, siyâsî ve jeopolitik çatışmalar, 18’inci yüzyıl itibariyle başlayan sömürgecilik faaliyetlerinin sonuçları arasında yer alan en önemli sorunsallar arasındadır. Petrolün keşfi, yeraltı ve yerüstü zenginliklerin kullanımının bahane edilmesi, endüstrileşen Avrupa’yı Mezopotamya’dan Ümit Burnu’na kadar olan coğrafyada katliam, terör eylemleri ve etnik ayrımın tetiklenmesi gibi birtakım sosyal mühendislik çalışmalarına teşvik etmiştir.


Sömürge düşüncesiyle taşınan kanser

Yaklaşık 14’üncü yüzyılda başlayan ve sürekli devam eden “Oryantalist” çalışmalar, 19’uncu yüzyıla gelindiğinde Avrupa dünyası için meyvelerini vermeye başlamıştır. Bölge sosyolojisine ve sosyoekonomisine son derece hâkim olan Avrupa zihniyeti, bölgeyi istediği şekilde kullanmak adına yeni bir tasarıma girişmiştir.

Zenginlik arayışında yaşanan yarışın sonucunda meydana gelen iki dünya savaşı da Avrupa zihniyetinin kana susamış materyalist hırsını anlamak açısından son derece önemli kilometre taşlarıdır. Ruanda’dan Somali’ye, Irak’tan Suudi Arabistan’a kadar bölgedeki hemen her topluluk kışkırtılmış, silahlandırılmış, terörize edilmiş ve kargaşa böylece desteklenmiştir.

19’uncu yüzyıl sonu ile 20’nci yüzyıl başlangıcında dünyanın büyük bir bölümü sömürgeleştirilmiş, toprakların tamamı, mümkün olan her şekilde (işgücü tedariki, petrol üretimi, tarım ve doğal kaynak alımı gibi) kullanılmaya çalışılmıştır.

Dünyanın en zengin kaynaklarına sahip olan Orta Doğu ve Afrika bölgesi, dünyanın en az gelişmiş 48 ülkesinden 33’ünü kapsamakta, buna rağmen dünya nüfusunun yüzde 15’ini teşkil etmektedir. Az geliş(tiril)mişlik sonucu bölgede dünyanın en büyük doğum oranı ve ölüm oranı beraber bulunmaktadır. Yetersiz sağlık koşullarıyla ölüm, dünya ortalaması binde 54 iken Afrika’da binde 104 ile dünya ortalamasının iki katıdır (https://www.unicef.org/turkey/dcd05/_sum05_2a.html). Aynı şekilde, doğumda ölen anne oranı dünya genelinde binde 40 iken, Afrika ve Arap coğrafyasında binde 94 ile dünya ortalamasının iki katından fazladır (https://www.unicef.org/turkey/dcd05/_sum05_2a.html).

Yetersiz sağlık koşulları ve kaynak kıtlığı hâricinde, iç çatışmalar, terör faaliyetleri ve güvenlik sorunları da bu bölgenin ölüm ve göç oranını dünya ortalamasının çok üstünde bir yere getirmektedir. Son 50 yıl içerisinde yaşanan savaş-iç savaş ve terör faaliyetlerinde sadece Afrika’da 9 buçuk milyon insan mülteci durumuna düşmüştür (Yılmaz, 2017:2).

Sadece 1994 yılında Ruanda’da yaşanan iç savaşta 800 bin Tutsi katledilmiş ve 1 milyondan fazlası bölge ülkelere iltica etmek zorunda kalmıştır (Yılmaz, 2017:3). Ruanda İç Savaşı’nın etkileri çevre ülkelerde de hissedilmiş, Kongo’da Hutular ve Tutsiler arasındaki çatışmalarda iki yılda 5 milyondan fazla insan yaşamını kaybetmiştir (Yılmaz, 2017:3).

Benzer iç çatışmalar sadece Ruanda’da değil, Somali, Sudan, Kongo ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde de kışkırtılmış, bölgedeki 5,4 trilyon dolar değerindeki doğal kaynakları kullanmak için bütün bölge birbirine düşman edilmiştir. Bu durumun en üzücü tarafı ise, oynanan bu oyunlara bölge halkının kayıtsız şartsız inanması ve birbirlerini öldürmek için âdeta yarış hâline girmesidir.

Afrika’da oynanan oyunların aynıları Arap coğrafyasında da oynanmış, kabileler ve aşiretler birbirlerine düşürülerek iç savaşlar ve terör faaliyetleri desteklenmiştir. Amaç yine bir taraftan doğal zenginlikleri elde etmek iken, diğer yandan bölge ülkelerine ve örgütlerine silah satarak her açıdan kazanmaktır. 19’uncu yüzyıl sonlarında bölgeye pompalanmaya başlayan milliyetçi ve ayrılıkçı fikirler, Arabistan Şerifi Hüseyin’in Osmanlı’ya ihaneti ve Arapları Osmanlı aleyhinde kışkırtmasıyla sonuç vermiş, böylece Arap dünyası yüz yıldan uzun bir süredir devam eden kargaşaya sürüklenmiştir.

Demokrasi ve terörle mücadele için girilen Afganistan’da demokrasiyi yayacak bir ortam bırakmayacak şekilde saldırı düzenleyen ABD, bölgede uyuşturucu ve silah ticaretini de kontrol altına almış, toplumu mümkün olan her şekilde parçalarına ayırmıştır. Aynı şekilde Irak için de plânları olan ABD, 2003 yılında Irak’ı işgal programını başlatmış ve bu plânın ilk adımı için sadece ilk iki günde 5 milyar dolar kaynak yaratmıştır.

Sömürüye teşne olmak, kanserojen madde tüketimi gibi

İngilizler tarafından Araplara verilen bağımsız ve güçlü bir Arabistan kurma vaadi yerine getirilmediği gibi, kontrollü krizler çıkarabilmek için tasarlanan yeni bir “coğrafya tasarımı” da sahneye konulmuştur. Londra’da bir odada cetvelle rastgele çizilen devlet sınırları, aşiretlere dağıtılan “devlet” unvanları ve jeopolitik kargaşayı davet eden etnik ayrımlar, bölgeyi bugüne getiren başlıca etkenler arasındadır. 

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa devletleri arasında paylaştırılan Orta Doğu ülkeleri, henüz yeni yeni tasarlanan ABD merkezli yeni bir “küresel imparatorluk” içerisinde hammadde sağlayıcısı olmak dışında pek de anlam ifade etmemişler, Batı dünyasının birer piyonu olmuşlardır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batılılar, ekonomik yükü ve Avrupa içi çekişmeleri azaltmak için “hâmileri” oldukları Orta Doğu ülkelerine yavaş yavaş “bağımsızlıklarını” vermişlerdir. Bağımsız olan Orta Doğu ve Arap ülkeleri, gerek devlet organizasyonun gelişmemiş olması, gerek onlara bağımsızlıklarını hediye eden Batılıların müdahaleleri sebebiyle yine hem kendi içlerinde, hem de birbirleriyle savaş hâline girmişler, bu kargaşadan da Avrupalılara sınırsız ödünler vermişlerdir.

Ülkelerin bir bölümü (Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri gibi) krallıkla, bir bölümü de (Irak, İran, Lübnan gibi) cumhuriyet rejimiyle yönetilmesine rağmen, tamamı birey ve devlet boyutlarında “Batı” dünyasınca yönetilmiş ve yönlendirilmiştir. Tüm bu devletlerin tam ortasına da İsrail Devleti yerleştirilmiş ve bölge tam anlamıyla bir entropiye mahkûm edilmiştir.

Yaklaşık 100 yıldır bölgede bütün devletler, birbirleriyle ve kendi içlerinde çatışmaya mahkûm edilmiş, bu çatışmalar desteklenmiş ve kışkırtılmıştır. Böylece hem bölgede bulunan petrolün dolaşımı kontrol altında tutulmuş, hem de bölgeye yatırılan paralar, savunma ve saldırı teçhizatlarının satışıyla geri alınmıştır.

Fikir ayrılıkları

Müslüman ülkelerin kendi aralarında savaşmalarının yanında, 1948 yılında İsrail’in Filistin topraklarını işgal ederek İsrail Devleti’ni ilân etmelerinin ardında dört kez Arap-İsrail Savaşı yaşanmıştır. Savaşların hiçbirinde mutlak galibiyet yaşayamayan Araplar, savaşların tamamının içerisinde de kendi aralarında fikir ayrılıkları yaşamış, Filistin üzerinden kendi hegemonyalarını sağlamak istemeleri sebebiyle büyük yenilgiler yaşamışlardır. Bu durum da İsrail’in bölgede güçlenerek var olmasını ve yaklaşık 70 yıldır devam eden Filistin işgalinde güvenini arttırmıştır.

1989 yılından beri İsrail, Filistin’de en az bin 537’si çocuk 7 bin 398 Filistinliyi katletmiş, binlerce kişi tutuklanarak ortadan kaybolmuş ve 4 bin üzerinde ev yıkıma uğramıştır (https://www.ntv.com.tr/dunya/israil-filistin-catismasinda-20-yillik-bilanco,XgELzSnhkkizz3M52g2pfQ).

2010 yılında İsrail, Gazze’ye uyguladığı ablukayı delerek sivil halka gıda, ilâç ve giyim malzemeleri götüren Türk yardım gemisi Mavi Marmara’ya uluslararası sularda operasyon düzenleyerek 10 Türk vatandaşını şehit etmiş, onlarcasını yaralamış ve yardımın ulaşmasını engellemiştir. Uluslararası hukuk kurallarının açık ihlâline rağmen İsrail, bu durumdan herhangi bir yaptırım veya ceza almadan kurtulmuş, bu da İsrail’in Batı güçlerince ne denli korunduğuna ispat teşkil etmiştir.

Son olarak Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da 2010 yılında başlayan ve “Arap Baharı” adı verilen süreç, bölgede yeni bir harita çizmek için gerekli fırsatı oluşturmuş, bölgedeki hemen her ülke bu süreçten olumsuz şekilde etkilenmiştir. Eylem-politik noktasında halkların özgürlük istekleri ve demokrasi söylemleri ile başlayan süreç büyük oranda bağımsız meydana gelen ve sadece bölge içi dinamiklerle değerlendirilen bir olay örgüsü olarak görülüp öne sürülmüştür. Ancak geniş perspektifli bir bakışla Arap Baharı sürecinin, 2008 yılında Amerika’da başlayan ve Avrupa’nın tamamına yayılan sosyal medya destekli “occupy hareketleri” ile yakından ilişkili olduğu görülebilecektir.

Sistem kurucusu ülkelerin, ekonomik problemleriyle başlayan küresel finans merkezlerinin protesto edilmesi şeklinde açıklanabilecek bu hareket, Orta Doğu’da özgürlük istemi şeklinde vücût bulmuştur. Ekonomik darboğaz yaşayan başta Amerika ve tüm “Batı dünyası” dikkatlerini bu bölgeye yönlendirerek bu hareketlerden en az zararla kurtulmanın reçetesini bulmuşlardır. Bu hareketlerin Türkiye yansıması da “Gezi Parkı” süreci olmuş, bu süreç aynı merkezler tarafından ayaklanmaya dönüşmesi için kışkırtılmış, ancak gerek Türk milletinin feraseti, gerekse Türk Hükûmeti’nin kararlı tavrı sebebiyle azalan bir etkiyle çekiciliğini yitirmiştir.

Ancak süreç Orta Doğu’da, Tunus ile başlamış ve hem devlet otoritelerinin yanlış güdümlenerek süreci yönetmekte başarısız olmaları, hem de halkın mevcût yönetimlere olan kininin yatıştırılamayacak noktaya ulaşmış olması nedeniyle bölgede milyonlarca kişinin ölmesi, yaralanması, sakat kalması veya yurtlarından edilmesi şeklinde zemin bulmuştur.


Medeniyetler çatışması

Sovyetler Birliği’nin dağılmasında sonra dünyanın tek süper gücü olarak tarihin belki de etki alanı en geniş imparatorluğu hâline gelen Amerika Birleşik Devletleri, mevcûdiyetini ötekiyle tanımlama şeklinde bir yol izlemiş, bir “medeniyetler çatışması” yaşanması için fırsat kollamaya başlamıştır.

11 Eylül 2001 ile beklediği fırsatı yakalayan ABD, fizikî varlığıyla bölgeye gelmiş ve demokrasi, insan hakları gibi söylemlerle bölgeyi işgal etme hakkını kendine vermiştir. Dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un “Ulusal Güvenlik Stratejisi” isimli işgal doktrini ile hayata geçen bu plân, Afganistan ve Irak’ın işgalleri ile Amerika açısından son derece maliyetli bir organizasyon olarak görülmüş, plânın farklı bir noktaya evrilmesi gerektiğine karar verilmiştir. Yaklaşık 68 bin askerle Afganistan’a giren ABD, bölgede 100 bine yakın insanın hayatını kaybetmesine, bir o kadarının ciddî şekilde yaralanmasına ve 1 milyondan fazla kişinin yaşam alanlarını kaybetmesine sebep olmuştur.

Demokrasi ve terörle mücadele için girilen Afganistan’da demokrasiyi yayacak bir ortam bırakmayacak şekilde saldırı düzenleyen ABD, bölgede uyuşturucu ve silah ticaretini de kontrol altına almış, toplumu mümkün olan her şekilde parçalarına ayırmıştır. Aynı şekilde Irak için de plânları olan ABD, 2003 yılında Irak’ı işgal programını başlatmış ve bu plânın ilk adımı için sadece ilk iki günde 5 milyar dolar kaynak yaratmıştır. Bu miktar, BM’nin üçüncü dünya ülkelerine yardım için harcadığı yıllık bütçenin 20 katından daha fazladır. Bu işgal sırasında yaklaşık 1 buçuk milyon insan hayatını kaybetmiş, en az o kadar insan da yaralanmış ve/veya sakat kalmıştır. 1 milyonun üzerinde insan yaşam alanlarını kaybetmiş, mülteci durumuna düşmüştür.

Yüz binden fazla kişi ise tutuklanarak işkenceye (fizikî, psikolojik ve cinsel) maruz bırakılmış, BM tarafından kabul edilen bütün insanlık suçları işlenmiştir. Tüm bunların yanında gerek Afganistan’da, gerekse Irak’ta işgalin çok göz önüne serilmeyen bir başka etkisi olarak çevre ve hava kirliliğinden de milyonlarca insan etkilenmiş, hastalık ve ölümle yüzleşmiştir. Irak’taki işgal sırasında Saddam Hüseyin heykelini yıkmasıyla ikonlaşan Kadim Şerif Hasan al-Nin, 2016 yılında BBC’ye verdiği röportajda, “Acı ve utanç hissediyorum. Kendime soruyorum: Neden o heykeli yıktım? Onu geri kaldırır ve tekrar dikerdim. Ama beni öldürürler diye korkuyorum. Saddam gitti ama şimdi onun yerinde bin Saddam var” (https://www.haberturk.com/dunya/haber/1263336-saddamin-heykelini-yikan-iraklidan-itiraf ) şeklindeki ifadelerle konuyu en net biçimde özetler.

Afganistan ve Irak işgallerinin ABD için hem ekonomik, hem de sosyal olarak pahalıya mâl olması sebebiyle ABD, bölgedeki fizikî varlığını Arap Baharı sürecine verdiği maddî ve “mânevî” destekle sonlandırmış, bölgeye istikrar gelmemesi için gerekli tüm adımları atmıştır.

Yukarıda kısaca değinildiği üzere, 2010 yılında Tunus’ta başlayan ve bütün Arap coğrafyasına yayılan Arap Baharı süreci, 8’inci yılı sona ererken milyonlarca can kaybı, yaralanma, milyarlarca dolarlık maddî kayıp ve yine on milyonlarca kişinin yuvalarını kaybetmesiyle hâlen devam etmektedir. Tunus, Arap Baharı’nın ilk ve belki de en az  kaybı olan ülkesi olmuştur; görece başarılı bir devrim, farklı görüşlere ve anlaşmazlıklara rağmen kurulan bir hükûmet ve eskiye nazaran rahat bir halk... Tunus’u en iyi anlatan ifadeler bunlar olacaktır.

Mısır’a bakınca görünen

Mısır’da yaşanan Arap Baharı süreci ise çok daha kanlı, çok daha acı dolu bir süreç olmuştur. Mısır’da 25 Ocak 2011’de başlayan halk ayaklanması sonucu 11 Şubat’ta eski Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek görevinden istifa etmiş, ülkede genel seçim yapılarak Muhammed Mursi, Cumhurbaşkanı seçilmiştir.

2013 yılının Haziran ayında Mısır’da yeniden alevlenen halk gösterileri sonucunda, Ağustos 2011’de ordu, Mısır’da yönetime el koymuş, demokratikleşme çabaları bir kez daha uçup gitmiştir. Kendisini devlet başkanı olarak atayan Genelkurmay Başkanı Abdulfettah El-Sisi, Mübarek döneminden daha katı ve acımasız bir yönetim anlayışıyla ülkede terör estirmeye başlamıştır. 14 Ağustos 2013’te, Rabia Meydanı’nda düzenlenen gösterilerde askerlerin hedef gözeterek açtığı ateşte 800 kişi hayatını kaybetmiştir.

Hayatını kaybedenler arasında, henüz 17 yaşındaki Esma Biltaci de bulunuyordu ve Esma, bir keskin nişancının, bile isteye kalabalık arasında arayıp bularak attığı kurşunla şehit düşmüştür. Arap Baharı, Mısır’da, henüz hayatının baharına bile başlamamış olan yüzlerce, binlerce Esma’nın katili olmuştur.

Savaş baronları mı, kanser tacirleri mi?

Yemen’de ise durum çok daha içler acısı bir vaziyet almıştır. Arap Baharı’nın en acı bilançolarının yaşandığı iki ülkeden biri hâline gelmiştir Yemen. 2014 yılında Husilerin yönetime gelmesiyle başlayan iç savaş, bugün hâlen devam etmekte, ülkede kıtlık, açlık ve salgın hastalıklar nüfusun yüzde 80’ini tehdit etmektedir. 2014 yılından beri Yemen’de 1 milyonun üzerinde çocuk açlık ve salgın hastalıklar yüzünden hayatını kaybetmiştir. En kısa sürede detaylı önlem alınmazsa bu sayı on milyonları aşacak kadar tehlikeli boyutlara ulaşmıştır.

Şu an Yemen’de, her 10 dakikada bir çocuk, açlık veya tedavi edilebilir bir salgın hastalık yüzünden hayatını kaybetmektedir. 2017 başından günümüze kadar ülkede 1,1 milyon kolera vakası tespit edilmiş, bunların yüzde 23’ü de ölümle sonuçlanmıştır. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in “Çocuklar ve Silahlı Çatışmalar” başlıklı yıllık raporuna göre, 2017’de 552 çocuk insanî yardımların yetersizliği ve buna ulaşma konusundaki zorluk nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Aynı rapora göre Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) öncülüğündeki koalisyon 670 çocuğun, Husiler ise 324 çocuğun ölümüne veya yaralanmasına neden olmuştur (https://www.sondakika.com/haber/haber-yemen-de-unutulan-savasin-bilancosu-agir-11407346/).

Yani Yemen’de de “bahar” anlamını yitirmiş, milyonlarca insanın hayatına, bir o kadarının yurduna mâl olmuştur.

Arap Baharı’nın en acı bilançolarından biri de Suriye’de gerçekleşmektedir. Suriye’de 2011 yılından beri 4,8 milyon kişi uluslararası mülteci durumuna düşmüş ve 6,3 milyon kişi de ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalmıştır. 400 binib üzerinde can kaybına yol açan iç savaş, Suriye nüfusunun yarısından fazlasını etkilemiştir. Bununla birlikte, medeniyet tarihinin ilk kaynaklarından olan birçok antik kent, tarihî yapı ve medeniyet mirası yakılmış, yıkılmış, yağmalanmıştır.

2017 yılında DAEŞ, Palmira antik kentini ikinci kez ele geçirdiğinde Tetrapylon Anıtı ile Antik Tiyatro’yu yerle bir etmiş, atalardan miras kalan hatıraları tarihten silmiştir. Günümüzde hâlen devam etmekte olan çatışmalar, âdeta büyük güçlerin soğuk savaş dönemindeki “aracılıklı savaş” taktiğine benzer bir şekilde ilerlemektedir. Suriye’de rejime destek veren Rusya ve rejim dışındaki neredeyse tüm unsurlara destek veren ABD ile mücadele etmekte, iki ülke de silah ticaretinden istedikleri kazancı elde ederken bir nevi hâmilik rolünün başarıyla tamamlanması için insanları ölüme göndermekten kaçınmamaktadır.

Bir yandan DAEŞ, diğer yanda YPG/PKK ile ülkeyi parçalamak için çalışmaktadırlar. Bunların yanı sıra rejim muhalifleri ve ÖSO ise rejimi yıkarak demokratik bir Suriye inşâ edilmesini isterken, Beşşar Esad ve kontrolündeki güçlerse yönetimi kaybetmemek için mücadeleye devam emmektedir. Tüm bu gruplar arasında yaşanan çatışmaların kombinasyonunda ise bilanço; 1 buçuk milyonun üzerinde ölüm, bir o kadar yaralı ve 10 milyonun üzerinde mülteci olmuştur.

Tüm bu veriler ışığında ortaya çıkan sonuç ise, insanlık tarihinin başladığı bu coğrafya, bugün için insanlık tarihinin ve bütün dünya insanlarının masumiyetinin kesin kanıtını ihtiva etmektedir. İnsan ve toplumun çöküşünün sebep ve sonuçlarının en açık tahlillerinin yapılabildiği bu coğrafyada, Batı dünyasının hırsını ve materyalist düşüncenin kanla beslenen vahşetini görmemek elde değildir.