İNSANLARI dinlemeyi
seviyorum. İstanbul'a gitmek üzere erkenden Ankara Tren Garı'na geldim. 1 saat
45 dakika vardı trenin kalkmasına. Orta yaşlarda bir bayan gördüm bekleme salonunda.
Ağlıyordu belli etmediğini zannederek. Yanındaki koltuğu boş görünce hemen
yanına oturdum. “Merhaba” deyince cevap verdi. Biraz bekledim. Sonra merakımı
gidermek için sordum “Nereye yolculuk?” diye. Benim trenimden sonraki trenle
İzmit'e gideceğini söyledi.
Gözlerindeki
hüzün, tâ derinlerinden acı hissettiğini söylüyordu. “Hayırdır bacım?” dedim, “Neden
bu kadar üzgünsün?”. Önce yüzüme uzun uzun baktı, sonra "Ablacığım!"
dedi, durdu, yutkundu. “‘Ablacığım’ diyorum, sanırım benden büyüksünüz” dedi. “Evet,
sanırım; benim yaşım 64” dedim. “Ben 50 yaşıma bugün girdim” dedi. Sonra sohbete
başladık.
“Çocuğunuz
var mı?” diye sordu, “Evet, iki oğlum var” dedim. “Evliler mi?” dedi, “Evet”
dedim. “Beni iyi anlarsınız o zaman” dedi ve anlatmaya başladı.
“Benim
de iki oğlum var. Biri diş hekimi, diğeri eczacı... Onları yetiştirebilmek için
yaşadık eşimle birlikte…” demişti ki “Ne güzel, sonucunu da almışsınız işte!”
dedim. O an öyle derin bir ah çekti ki ön sırada oturanlar dönüp baktılar. Göz
pınarlarına yaşlar birikti, akmasınlar diye elindeki peçeteyle sürekli
kuruluyordu gözlerini.
“Yalnız
mı seyahat ediyorsun?” dedim. “Ben hep yalnızım” dedi. “Eşin?” dedim. Bu sefer
göz pınarlarına biriken yaşlara engel olamadı. Arka arkaya inciler dökülmeye
başladı yanaklarından dizi dizi. “Beş yıl oldu eşimi kaybedeli” dedi.
Adımı sordu, söyleyince “İşte!” dedi, “Bana bir Güzin Abla gerekiyordu, Rabbim
sizi yolladı demek”. “Zaten bana öyle derler hep” dedim, acı acı tebessüm etti.
“Üzülmeyeceksen, ağlamayacaksan dinlerim seni” dedim.
Yıllar
önce Haydarpaşa Tren Garı'nda tanıştığım, hikâyesini dinlediğim ve sonra da Turuncu dergisinde yayınlanan “Selma”
geldi aklıma. Bunun da acı bir hikâye olacağını seziyordum…
“Ben
daha üniversite 2. sınıfta iken eşimle tanışmıştık. Âşık olduk birbirimize.
Kendisi üniversite okumuş, bitirmiş, ama mesleğini yapmak istemediği için
serbest meslekte karar kılmıştı. Otomobil yedek parçası işi yapmaktaydı. İşleri
çok iyiydi. Benim okulumu bitirmeme izin vermedi ve evlendik.
Askerliğini
yapmamıştı, o yüzden direnmek istedim ama olmadı. ‘Kısmet böyleymiş’ dedim.
Tabiî askere gitmesi söz konusu olduğundan, anne ve babası ile birlikte oturma
kararı aldık. Arkadaşlarım, ailem, sülâlem karşı çıktılar. Ama ben dinlemedim.
Rahmetli kayınpederim ile beraberdi işleri.
Dünya
iyisi bir kayınpederim vardı. O bana sahip çıkar diye herkesi susturdum. Fakat
annesi çok değişik bir hatundu. Dünyanın kendi etrafında döndüğünü, hep onun
istekleri doğrultusunda yaşamamız gerektiğini düşünen otoriter, despot, biraz da
zalim bir kadındı. Ben kendime güveniyor, onu düzeltebileceğime inanıyordum.
Tek oğluydu sonuçta, ben de kızı olacaktım. Ama hiçbir zaman öyle olmadı.
Evlendikten
bir iki yıl sonra, büyük oğlum 1 yaşında iken askere gitti eşim. O zaman
askerlik uzundu yedek subay da olsa. Zorlu geçen yıllarım oldu. Ama gençliğim,
eşim, oğlum ve kayınpederime olan sevgimle dayandım. Askerlik bitti, eşim
işinin başına döndü. Sonra bir oğlumuz daha oldu.
Kayınpederim
kalp rahatsızlığı sonucu vefat edince, ayrı bir evim olması hayâlim de bitti. ‘Olsun’
dedim, ‘Tek evlâdı kadıncağızın. Bir başına bırakamayız ya’. Hayâllerimden
vazgeçtim. Kıyamadım eşime. O da ben üzülmeyeyim diye annesi ile aramızın
bozulmaması için eziliyordu. Bir türlü evimin kadını, çocuklarımın anası
olamadım. Hiçbir şey için bana bir şey sorulmazdı. Babaannemiz verir kararları
ve uygulanırdı.
Eşim
ve çocuklarımı çok seviyordum ve onları üzmek istemediğim için her şeye ‘Peki!’
demeyi kabul etmiştim. Çocuklarımızı bu ortamda büyüttük Allah'ın izni ile. Babaannemiz,
eşimden 5 yıl önce vefat etmişti. Büyük oğlum, üniversiteden arkadaş oldukları
bir kızı sevdi ve nişanlandı. Düğününe hazırlanıyorduk ki eşim hastalandı. İş
yeri başkalarının elinde kaldı. Sonra eşim vefat edince elimizde sadece
oturduğumuz ev, araba ve para eder birkaç arsa kalmıştı.
Şükürler
olsun, çocuklarıma diş kliniği ve eczane açmaya yetmişti kalanlar. Sonra
ikisini de arka arkaya evlendirdim. Gelinlerimi seviyordum. Evlerini ve arabalarını
da aldık elimizde kalanlarla. ‘Oh’ dedim, ‘Artık rahatım!’. Küçük bir daire
alıp yerleştim. Oğullarımı görmeden duramayan ben, artık onları sık
göremiyordum. Olsun, mutlulardı, bu da bana yeterdi.
İkisinin
de ikişer oğulları oldu. Babaannelerini sadece bakılmaları gerektiğinde ve
bayramlarda görüyorlardı. Çok üzülüyordum. Torun hiçbir şeye benzemiyor ablacığım!”
Bu
arada bir an sustu, yutkundu, yaşlar sıralandı yine önce göz pınarlarına, sonra
yanaklarına. “Boş ver be anacığım!” dedim araya girerek, “Öyle oluyor maalesef
erkek evlâtlar” diye de ekledim. Gözlerime gözlerini dikti ve “Neden benim eşim
öyle olmadı peki?” dedi.
“Şu
anlattıkların benim hayatıma o kadar benziyor ki” diye karşılık verdim ve
ekledim: “Bazıları değil ama çoğu benziyor. Fakat sen boş ver, yerlerinde sağ
olsunlar. Sonuçta onların mutluluğu önemli! Kendine yeni uğraşılar edin. Gez
toz, keyfine bak! Nasılsa işleri düştüğünde ararlar. Biz erkek evlât anneleri
buna alışmak zorundayız. Bu devir böyle!”
Amacım
teselli etmek, yalnız olmadığını anlatmaktı. Ama o yine gözlerimin içine
bakarak devam etti: “Ben İzmit'e neden gidiyorum biliyor musun Ablacığım? Orada
bir huzur evine yerleşmeye gidiyorum!”
O
böyle deyince, sanki bir el midemi avuçladı ve sıkmaya başladı. “Neden?” dedim,
“Evinde otursaydın!”. Bunun üzerine daha kötü bir cevap beni paramparça etti: “Artık
bir evim de yok ablacığım! İşleri kötü giden (!) oğullarıma katkıda bulunmak
için sattım evimi de, arabamı da. Zaten başka bir şeyim kalmadı emekli maaşımdan
başka. Eşimden kalan maaş… Nur içinde yatsın, beni mağdur etmedi.”
“Neden
dönüşümlü olarak oğullarında kalmıyorsun da huzur evine gidiyorsun? İşleri
düzelince yeniden alırlar evini” dedim. Acı acı gülümsedi. “Evet” dedi, “6 ay
denedim. Gelinlerimin yüzleri gülmedi. Oğullarım üzüldü. Torunlarım tedirgin
oldu. Ben de bu kararı aldım. Bir yakînimin yardımı ile burayı buldum ve şimdi
yeni hayatıma doğru gidiyorum. Vakitleri olmadığı için oğullarım geçirmeye
gelemediler. Ev eşyalarımı sattım. Artık sadece bu iki valizle gidiyorum. Bir
daha görür müyüm evlâtlarımı, bilmiyorum. Ne olur Güzin Ablacığım, dua et!”.
Benim
tren kalkış saatim geldiği için ayrıldık. Kalbim paramparça hâlde vedalaştım.
Telefon numaramı verdim. “Lütfen yerleşince beni ara, seni sık sık ziyaret
geleceğim, söz veriyorum” dedim. Pek inanamadı sanırım ama kaydetti telefonumu.