Yeni bir hâkimiyet teolojisine doğru

İslâm’da bir din adamları sınıfının ve kurumunun olmayışı, din adına yürütülecek hiçbir hegemonya mücadelesinin olmadığını göstermektedir. Hegemonya mücadelesi ve kavgası, ahlâkî, adil ve İslâmî olmadığı gibi fıtrî de değildir. İslâm, insanın ahlâk, adalet ve îman çerçevesinde yaşamasını söylemektedir. Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiğini ifade etmektedir. İnsanın aslî amacı, güzel ahlâkı hayatında yaşamaktır.

İNSANIN en güçlü eğilimlerinden biri, iktidar olmak arzusudur. Kişi, iktidar olmak için hayatının tamamını harcamaktadır. İnsan hayatında iktidarın tek amaç hâline getirilmesi, kişinin iktidar arzusuna olan bağımlılığını arttırmakta, yoğunlaştırmakta ve derinleştirmektedir. Kişide iktidar eğiliminden çok iktidar bağımlılığından söz etmek daha uygundur.

Kişinin iktidar bağımlılığı, Allah’ın yarattığı sahih ve saf insanî fıtratın bir boyutu değildir. Allah, insanı iktidar sahibi olmak için yaratmamıştır. Allah, insanı îman ve ahlâk sahibi insan olmak için yaratmıştır. Çoğu zaman kişi îman ve ahlâkı unutmakta, onların yerine hâkimiyet, servet ve şehveti geçirmektedir.

İnsanın önünde duran aslî görev, ahlâk ve îmana uygun bir hayat yaşamaktır. Kişinin, ahlâk, îman ve maneviyatın içini boşaltarak onları hâkimiyet, servet ve şehvete ulaşmanın araçları hâline getirmesi, insanı boşa harcanmış bir hayatın nesnesi hâline getirmektedir. Hâkimiyet, servet ve şehvet için yaşanan bir hayat, “hayat” olarak nitelenmeyi hak etmemektedir.

Allah, kişiyi diğer insanlar üzerinde hâkimiyet kurma bağımlılığı ve sapkınlığıyla yaratmadığı gibi, hiçbir insana diğer insanlar üzerinde otorite kurma imtiyazı, görevi ve sorumluluğu da vermemiştir. İnsanın hâkimiyet bağımlılığı ve saplantısı fıtrî değil, arızîdir. Kişi, hâkimiyet saplantısını ve bağımlılığını yapay bir şekilde sonradan öğrenmektedir. Başka bir ifade ile kişi, sonradan kültür ve eğitim yoluyla toplumdan hâkimiyet saplantısını ve bağımlılığını öğrenmekte ve içselleştirmektedir. Hâkimiyet bağımlılığının ve saplantısının hiçbir İlâhî ve fıtrî temeli bulunmamaktadır. Hâkimiyet bağımlılığını, tamamen yapay bir insanî arzu ve istek olarak değerlendirmek lâzımdır. Başka bir ifadeyle, teolojik açıdan hâkimiyet meselesi, teolojik değil, antropolojik bir muhteva ve biçime sahiptir.

İnsan, iktidar uğruna İlâhî, manevî ve ahlâkî olan her şeyi kolaylıkla araçsallaştırabilmektedir. Ahlâk, din ve hâkimiyet ilişkisinde gücün insanı daha ahlâklı, îmanlı ve manevî yapacağını söylemek, imkânsızlık düzeyinde zordur. Ancak din, îman ve ahlâkın, hâkimiyet peşinde koşan insanların arzularını, isteklerini, hırslarını ve mücadelelerini güçlendirmeye yarayan kullanışlı araçlar olduğuna şüphe yoktur.

İnsanın siyasal, ekonomik ve bedensel iktidar arzularını tatmin etmek için dini bir araç olarak kullandığını ve istismar ettiğini antropolojik bir realite olarak ifade edebiliriz.

Kişiler ve gruplar, dini ve ahlâkı kendi siyasal, ekonomik ve keyfî hedefleri ve arzuları için kullanmaktadırlar. Başka bir ifade ile siyasal, ekonomik ve bedensel nitelikte olan arzular ve istekler, kolaylıkla manevî ve kutsal bir boya ile boyanıp dinî ve ahlâkî ajanda olarak insanların önüne konulabilmektedir. Hâkimiyet, servet ve şehvet arzularının iktidar olması için dinin sert ve yumuşak güç (hard ve soft power) olarak kullanılmasının mümkün olması, insanları güç mücadelelerini sürekli olarak dinle karıştırarak yapmaya yöneltmektedir. Din adına yapılan bir hâkimiyet mücadelesi, artık yapay bir insanî mücadele olmaktan çıkmakta, kutsal bir dâvâ ve din düzeyine yükseltilmekte ve yüceltilmektedir.

Hâkimiyet ve dâvâ

“Hâkimiyet ve dâvâ” kavramları arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Siyasal, ekonomik ve keyfî çıkarlarını gerçekleştirmek isteyen kişiler, gruplar, cemaatler, yapılar ve kurumlar, kendi taleplerini “mukaddes dâvâ” olarak insanların kendilerini desteklemeleri ve takip etmeleri için dayatmaktadırlar. Siyasal ve ekonomik hâkimiyet peşinde koşanlar, kendilerine destek vermenin dünyada ve ahirette kurtuluşa giden yol olduğunu, kendi hâkimiyet mücadelelerine verilen desteğin ahirette toplumun kurtuluşunun en büyük belgesi olduğunu bile iddia edebilmektedirler.

Hâkimiyet mücadeleleri, “dâvâ” adı altında kutsallaştırılmakta ve dinselleştirilmektedir. Dâvânın din hâline getirilmesi, çoğu hâkimiyet mücadelesinin olmazsa olmazıdır. Ekonomik, sosyal ve siyasal konuların “mukaddes dâvâ” adı altında din konumuna yükseltilmesi, insanî sorunların pratik, gerçekçi ve makul bir şekilde çözülmesini imkânsızlaştırmaktadır. Başka bir ifadeyle, hâkimiyet mücadelesi uğruna mukaddes dâvâ hâline getirilen kurgular, insanları gerçeklikten koparmakta, toplumu “post-truth” denilen “gerçek sonrası çocuksu bir peri masalları dünyasına” mahkûm etmektedir.

Allah kimseye hâkimiyet hakkı ve imtiyazı vermediği için İslâm’da özel bir “din adamları” sınıfı veya özel bir “dinî kurum” bulunmamaktadır! Bütün insanlığa Kur’ân yoluyla mesajını ileten Allah, insanlığı ahlâklı, akıllı, îmanlı ve adil kullar olmaya davet etmektedir.

İslâm’da bir din adamları sınıfının ve kurumunun olmayışı, din adına yürütülecek hiçbir hegemonya mücadelesinin olmadığını göstermektedir. Hegemonya mücadelesi ve kavgası, ahlâkî, adil ve İslâmî olmadığı gibi fıtrî de değildir. İslâm, insanın ahlâk, adalet ve îman çerçevesinde yaşamasını söylemektedir. Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiğini ifade etmektedir. İnsanın aslî amacı, güzel ahlâkı hayatında yaşamaktır. İslâm, bir hâkimiyet ideolojisi değil, ahlâkı ve adaleti gerçekleştirmeyi esas alan hidayet dinidir. Hâkimiyet mücadelesini ahlâkın ve kulluğun üstüne çıkarmak ve de ubûdiyet ve ahlâkı hegemonya mücadelesinin aracı hâline getirmek, İslâm’ın ve ahlâkın inkârı anlamına gelmektedir.

“Hegemonya” kelimesinin Lâtince köküne bakıldığında, bu kavramın “başkalarını kontrol etmek” anlamına geldiği görülmektedir. Allah, hiç kimseye başkalarını kontrol etmek ve insanlar üzerinde hâkimiyet kurmak görevi vermemiştir. Allah’ın verdiği akıl, onur ve özgürlük nimetleri sayesinde her insan, özgürce, onurluca ve akıllıca bir hayat sürme hakkına sahiptir. İnsanların akıllarını körleştirerek, onur ve özgürlüklerini ayaklar altına almak sûretiyle kişiler ve toplumlar üzerinde kontrol ve iktidar sahibi olmanın peşinde koşan azınlık gruplar, kendileriyle beraber diğer insanları da felâket ve helâke götürmektedirler.

Tarih boyunca insanları helâke götüren ana neden, akıl, ahlâk ve adalet dışı şekilde riyaset ve hâkimiyet için yürütülen mücadeleler, kavgalar ve çatışmalardır. Hâkimiyetin afet olduğu gerçeğinin unutulmaması lâzımdır. İslâm’da hayatın amacı, riyaset değil, ubûdiyettir. Allah, insanı Kendisine ahlâklı, akıllı ve adil kul olması için yaratmıştır. İnsan için hayatın gayesi, Tevhîd’e uygun bir şekilde sadece Allah’a kul olmaya çalışmaktır. Allah’a kul olmak için insanın, kula kulluğun bütün çeşitlerinden kendisini özgürleştirmesi gerekmektedir.

Allah’ın hükmünü hâkim kılmak adına insanın insan üzerinde hâkimiyet kurması, kula kulluğun dinselleştirilmiş adıdır. Allah, birbirimiz üzerinde hâkimiyet kurmamızı değil, birbirine karşı hayırlı davranışlar içinde olan, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden kardeşler olmamızı istemektedir. Hâkimiyet mücadeleleri ile kardeşliğimizi ve insanlığımızı yıkmak yerine, ahlâk, akıl ve adalet ile sahih anlamda ahlâklı mümin kardeşler olmanın yapıcı, olgunlaştırıcı, barışçıl ve verimli yollarını bulmalıyız.

Ahlâk kardeşliğe götürürken, hâkimiyet ise düşmanlığa ve çatışmaya götürmektedir.