BAKANLAR ve bürokratlar
değişiyor, sınav sistemleri ve sınıf geçme sistemleri değişiyor, ders kitapları
değişiyor, katsayı oranları değişiyor, kıyafet yönetmeliği değişiyor, alfabe
değişiyor, eğitim teknolojileri değişiyor... Çok şey değişiyor ama bu
değişimler, eğitimin hizmet, sunum ve teknik yönleriyle sınırlı kalıyor, eğitim
sisteminin kendisi ve ruhu pek değişmiyor. Eğitim, “sistem” ve “ruh”
olarak her türlü değişime karşı kendini muhafaza ediyor, direniyor, statükosunu
koruyor.
“Eğitim
sistemi, tüm değişimler karşısında kendini nasıl koruyor?” diye sorduğumuzda, çok şıklı bir cevap vermemiz
mümkün. Konuyla ilgili onlarca gerekçe sayabiliriz. Hepsini analiz etmek bir
yazının boyutlarını aşacağı için, bu yazımda sadece temel gerekçe üzerinde
durmak istiyorum. Çünkü sayacağımız çok sayıda kusur, eksiklik veya özellik, bu
temel gerekçeden doğmaktadır.
Statükoculuğu koruyan bir unsur
olarak eğitimin amacı
Bir şeyin amacı, onu
tanımlar. Çünkü olan şey, o amaç için var olmuştur, var edilmiştir. Eğitim
sistemini ve ruhunu (mevcut durum için ruhsuzluğunu demek belki daha doğru)
koruyan ve onu sağlam bir statüko haline getiren temel muharrik, onun “amacı”dır.
“Şimdiki eğitimin amacı
nedir, bu amaç nelere mâl olmaktadır, eğitimin aslında amacı ne olmalıdır?” soruları
üzerinden ilerlemeyi sürdürelim.
Başta ülkemiz eğitim sistemi
olmak üzere, dünyadaki eğitim sistemlerinin geneli, “insan” merkezli değil “devlet, ulus, ideoloji veya sermaye”
merkezli bir karaktere sahiptir. Mevcut eğitimin amacı, insan değil devlet,
ulus veya ideolojidir. Böyle olunca, sistemin dizaynında, araçlar, teknolojiler
ve müfredatın oluşturulmasında insanî olan ve insana dair olan her şey geri
plana itilmekte ve devlet, ulus ve sermayenin menfaati veya popüler eğilimler
öne çıkmaktadır.
Türk eğitim sistemini derin
bir analize tâbi tuttuğumuzda, amaçlanmış olanın “iyi insan” veya “insanın
özgürlüğü” değil, “iyi vatandaş”
olduğu ortaya çıkacaktır. Amaç bu olunca, insanın yeteneklerinin gelişmesi veya
kabiliyetlerinin arttırılması değil, standardizasyonu önem kazanmakta, araç ve
süreçler de buna göre şekillenmektedir.
Devlet için okumak, ulus için
yetişmek, sermaye için kariyer yapmak… Ne kadar tuhaf, değil mi? İnsan bunun
neresinde? Kulluk bunun neresinde? Özgürlük bunun neresinde? Dahası, eğitim
bunun neresinde? İnsanın kendini fedasıdır bu. Bu faaliyeti “eğitim” kelimesinden daha iyi
tanımlayacak olansa “standardizasyon”dur.
Eğitim insan için değilse, insanı hizaya sokma ameliyesine dönüşür. Amacı
deşifre ettiğimiz zaman alt amaçları ve yöntemleri zaten görürüz. Şunlardır
onlar: Tek tip insan yetiştirmek, farklılıkları törpüleyerek herkesi birbirine
benzeştirmek ve hizaya sokmak.
Eğitimi planlayan ve sistemi
kuranlar açısından eğitime yüklenen amacın sorunlu olmasının yanında, modern
bireyin eğitimle ilgili kendi amacı da statükoyu destekleyici özelliktedir.
Çünkü ilk başta “bilgi” tanımı sorunludur. Modern birey için bilgi, kendini,
evreni, Yaratıcıyı tanımak ve onu edinmenin peşinden bir iyilik yapmak için
değil, savaş-yarış alanı olarak kabul ettiği dünyada ötekine karşı galip gelmek
ve kariyer yapmak için araç anlamına gelmektedir. Kariyer, devlet, bürokrasi,
yapılar ve sermaye ile ilişkili olduğu için, bilim insanları, akademi mensupları,
eğitim bürokrasisi ve araştırmacılar da “eğitim statükosu”nu güçlendiren
aktörler dizininde kolayca yer almaktadırlar. “Özgür düşünce insanı” olarak
tanımlanan entelektüel kimlikler bile bu statüko dizinine girmekten kendilerini
kurtaramamaktadırlar.
Mükellefiyet farkı
Kariyer, insana yıldızlı bir
yalnızlık sunmaktadır. Çünkü kariyer, bir yarışın, çatışmalı bir yolun ve
savaşın sonunda elde edilir. Kariyer, paylaşmamak üzerine kurulu bir yükselme
çabasıdır. Kişi, kariyer savaşında yalnızlığını giderecek güçlü moral değerlere
sarılmışsa, yalnızlığını kısmen azaltabilir, ama bu çoğunlukla zordur.
Hâlbuki bilgi, keşif, bilim
amel/eylem içindir. Daha açık ifadeyle “Niye
öğreniyoruz?” sorusunun cevabı, “Öğrendiğimizle
amel etmek için” olmalıdır. “Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” sorusuna “Elbette olmaz” diyorsak, bunun sebebi, bilenin, amel
edebileceği bir ilme sahip olmasındandır. Bu cümleyi şöyle de yazabiliriz:
Elbette bilenlerle bilmeyenler bir olmaz. Çünkü bilen, amel etmek zorunda
olduğu bir bilgiye sahiptir. Bu, bir mükellefiyet farkıdır.
Hazreti Peygamber’in (s.a.v.)
“Bilmeyenin vay haline! Bilip de bildiği ile amel etmeyenin vay haline!”
dediği ve bu sözü üç kere tekrar ettiği rivayet edilir. Peygamberimizin
(s.a.v.) başka bir sözü de şöyledir: “Allah’a yemin ederim ki siz,
öğrendiğiniz ilimle amel etmedikçe ilim toplamaktan dolayı mükâfat
alamazsınız.”
Bu sözlerden bir prensip
oluşturmak gerekirse şunu söyleyebiliriz: Amel etmediğiniz sürece, elde
ettiğiniz bilginin Allah katında değeri yoktur. Cuma Sûresi’nin 5’inci ayeti,
bu durumu daha sert ifadelerle anlatmaktadır. Meali şöyledir: “Kendilerine
Tevrat verilip de onun gereğini yerine getirmeyenlerin örneği, kitaplar taşıyan
eşeğin durumuna benzer.”
Amacı “insan” olan eğitim sistemi
Yazının sonunda zor soruyu
soralım: Eğitim sistemlerinde insan merkezli bir değişim mümkün olabilir mi?
“İnsan
merkezli eğitim” tanımıyla neyi
kastettiğim, yukarıdaki paragraflardan kısmen anlaşılıyor olsa da birkaç cümle
ile yeniden ifade edeyim.
İnsanın doğuştan sahip olduğu
fıtrî yetenek, özellik ve farklılıklarını dikkate alan, insanın kendini,
çevresini, âlemi ve Yaratıcısını keşfetmesini sağlayan, insanın yetenek ve
kabiliyetlerini geliştiren, kendisi, canlı-cansız çevresi ve Yaratıcısıyla
anlamlı ilişkiler kurmasını öğreten, amacı devlet, ulus veya sermayeye uygun
insan yetiştirmek olmayan, müfredatı, araç-gereçleri, ortamı ve teknolojisi
insan doğasına uygun olan eğitime “insan merkezli eğitim” diyebiliriz.
Bu tanım, eğitimin sadece “eğitim”
olmadığını da anlatmaktadır. Çünkü üretim modelleri, şehirler, mekânlar,
araçlar, teknolojiler gibi yaşam alanımızda var olan her şey insana ve onun
ruhuna göre şekillenmektedir. İnsan merkezli bir eğitim sistemi inşa etme
niyeti, her anlamda yeni bir eğitim sistemi kurmak anlamına gelir ki bu
değişim, dünya çapında bir çaba ile ancak başarılabilir. Çünkü insan merkezli
bir eğitim sistemi kurmak için, yola çıkıldığı andan itibaren mevcut pek çok
anlayışın, sistemin ve yapının, küresel çapta defansı, hatta saldırısıyla
karşılaşılacaktır. Böyle bir tercih, ciddi bir mücadeleye karar vermektir.
Yeni bir sistem mümkün mü?
Bireysel veya mahalli
çabalarla insan merkezli eğitim sistemini kurmak veya onu küresel çapta geçerli
bir sistem haline getirmek, belki de şu an için imkânsızdır. Ancak bu büyük
hedefe hizmet edecek küçük ölçekli model ve uygulamalar yapabiliriz. Vakıflar,
dernekler, cemaatler ve düşünce grupları bu konuda sorumluluk üstlenebilirler.
Sonrasında evrensel modeller üzerine zihin yormaya başlarız. Çünkü “Bin millik
yol, ilk adımla başlar”.
“İnsan merkezli eğitim” üzerine zihin yormamız, konuyla ilgili tartışmalar yapmamız ve yazılar çıkarmamız, mevcut eğitim sistemlerinin zararlarına karşı her zaman uyanık olmamızı da sağlayacaktır. Bu da az şey değildir. Böyle bir çaba içinde olmak, başlı başına bir iyiliktir.