
DIŞARIDA inatla yağmayan
kar kokusu, kuru ayazın kılıç gibi kestiği bir hava… Ahşap çerçeveli pencerenin
ardından, kalın tüllerin aralığından boşluğu seyrediyorum. Ruhu görünen çıplak
ağaçların titreyişi, soğuktan elleri yüzleri
kızarmış insanlar ve siyah mantolu o adam… Solgun yüzü o kadar belirsiz ki başındaki
beresi boşluğu adımlıyor âdeta. Soluk benizli bu adamın yeni çalışma arkadaşım
Yakup olduğunu o anda tahmin etmem imkânsız.
Beni
eve hapseden soğuk sayesinde tembellik ettiğim hafta sonu tatilimin bitiminde, koşturmacalı
bir iş gününe hazır hissetmesem de kendimi, çalıştığım şirketin diğer şubesine
başlamanın, yeni çalışma arkadaşları ile tanışmanın heyecanı bu isteksizliğimi
bir nebze olsun hafifletiyor.
Farklı
ülke ve şehirlerden gelen şirketin statüsünü yükseltecek potansiyelde onlarca
insanla tanış olacağım. Nijerya’dan ülkemize stajını tamamlamak için gelen, anadili
İngilizce olan, işletme ile yabancı uyruklu müşteri arasında iletişim köprüsü
kuran Call Center Mr. C., sigorta primini doldurup emekliliğine gün sayan Call Center
Direktörü Vildan Hanım, dünyaya “Merhaba” dediği memleketinden ayrılıp yedi
tepe üzerine inşâ edilmiş şehre tayin isteyen pazarlama müdürü Memduh Bey,
yakın zaman önce eşini kaybeden ve sabahları uyanmak için kendine sebep ararken
eski mesleğine geri dönen İdarî ve Malî İşler Müdürü Selma Hanım…
Hayatını
kazanmak ya da sosyal açıdan var olmak için aynı çatı altında bir araya gelen,
tensel ve tinsel farklılıkların oluşturduğu rengârenk bu ortamda genelde yalnız
kalmayı tercih eden, jaluzileri asla aralamayan, loş odasında aralıksız çalışan
Yakup’u daha önce görmüştüm. “Tabiî ya, o! Siyah mantolu adam!” diyerek
heyecanla, kırk yıl hatırı sayılacak ikramımı alıp yanına gittim.
“Seni
bizim oralarda görmüştüm, nerede oturuyorsun? Nerelisin?” gibi soruların
ardında Yakup’un ofisteki tek arkadaşı olmayı başarmıştım. Yakup henüz 25
yaşında olmasına rağmen, saçlarına kaşlarına aklar düşmüş ve kansız teni ölümün
soğuk rengini kuşanmış hâlde... Kısık seyirlerindeki titrek bakışları ışığa
olan kırgınlığından. Kendisi, “Gensel bir husumet” diyor bu duruma, gülümsüyor.
İş
çıkışı aynı otobüse biniyor, onu daha yakından tanımaya çalışıyorum. Yol boyunca
insanların garip bakışlarının altında sohbet ettiğim Yakup’a “Ben de öyle bakmamış
mıydım?” diye hayıflanırken, otobüse binen bir kadının Yakup’a bakıp çocuğunu
kendine doğru çekerek tahtaya vurması, Yakup’un göğsüne aldığı balyoz ağırlığında
sert bir kroşe tesiri yapıyor.
Yakup,
yüzünü hafif cama dönerek, “Üzülme! Kader insanın doğumu ile alâkalı. Dilimizi,
dinimizi, ırkımızı, sağlığımızı biz seçmiyoruz fakat direksiyon bizim elimizde.
Aksi takdirde elimizdeki direksiyon üzerinde hâkimiyet kuramaz, hemen el
frenine sarılır, ipini koparmış uçurtma gibi savruluruz. Haydi gülümse!” diyor.
“Sen üzülmedin mi? Bu ısıran bakışlar, bu tahtaya vuruşlar, benim on dakikalık
bir zaman diliminde şahit olduklarım… Peki, ya sen? Kim bilir, nelere maruz
kaldın?” diyorum.
“Hayatın
yan etkileri çok, ister istemez insana dokunuyor. İlkokul çağlarında akranlarım
hayli acımasız ve komiklerdi, ‘Annen seni çamaşır suyuyla mı yıkıyor?’ der, hem
güler, hem güldürürlerdi. Çok takılmazdım bu ve benzeri söylemlerine. Takılsaydım,
üzülseydim, kırılsaydım, oyunlarına dâhil olamazdım. Çocukluk işte, oyun
oynarken zaman duruyor, akıl duruyor, önceyi ve sonrayı unutuyor, ânı yaşıyor ve
onlardan biri oluyordum. Acımasız espriler, kaleye attığın gol ile kucak dolusu
sarılmaya bırakıyordu yerini. Arkadaşlarım yağ satardı, bal satardı, kimi usta
olur, kimi çırak, ben ebe olurdum. Ama en önemlisi, onlardan biri olurdum!
Üzülüyor
muyum? Evet, üzülüyorum. Üzülmekten ziyade kahroluyorum fakat ne kendime, ne de
ülkemdeki melanin yoksunu gendaşlarıma bir faydam oluyor. Yıllarca ten renklerinden
dolayı kahir ekseriyetin zulmüne uğramış, ötekileştirilmiş bir ırkın kendi
ırklarından olan melanin yoksunu azınlığa eylediği zulmü ne aklım alıyor, ne de
buna yüreğim dayanıyor. Aileleri tarafından bir eşya gibi satılıyor, ülkedeki
büyücülerin avı hâline geliyorlar. Ellerinden ve kollarından iksir yapılıyor.
Onlar, kalpleri tenlerinden daha kara olan ülkenin zenginlerine satılıyorlar.
Koca ayaklı, uzun tırnaklı canavarlardan kurtulsalar bile Afrika’nın yakıcı
sıcağında bir ağaç gölgesinde yaşam savaşı veriyorlar.
Şimdi
ben sana soruyorum: Teyze tahtaya vurmuş, çocuğunu korumaya almış, benden
uzaklaştırmış, üzüleyim mi?”
Yakup
ile kırk beş dakikalık yolculuğumuzda, onun sıcacık, şeffaf yüreğinde sakladığı
kahırlarına ve bembeyaz düşlerine şahit oluyorum.
Evet,
şirket arkadaşlarımdan her birinin ayrı bir albenisi, engelli statüsünde alınan
Yakup’un ise albinosu var. En büyük hayâli, ışığa zeytin dalı uzatıp güneşli
bir havada kâh gövdesiyle, kâh gözleriyle denize dalmak, dalgalara vokal yapıp
barış türküleri yazmak, Afrika’daki gendaşlarına ses olmak, söz olmak…
Aslında
konu şirketteki arkadaşlarımdı, değil mi? Ama Yakup’un, tüm renkleri ve
insanları kucaklayacak kadar kocaman kalbine sırlı bir perde olan renksiz
görüntüsü, benim zihnimi başkaca bir yol ayrımına getirdi. Bence mahsuru yok,
sizce de yoktur umarım…