Yeni anlaşılan bir mucize

Açıklamalar, bildirilenlerin kesin olarak vuku bulacağı için geçmiş zamanla ifade edildiğidir. Yine de bütün meâller “geniş zamanla” yazılmaktadır. Rabbimizin her bildirdiği haktır, âmennâ! Fakat burada harikulâde bir durum var: Acaba istikbâldeki hâdiseler neden geçmiş zamanla bildirilmektedir?

“GÖZLERİ ehl-i Cehennem tarafına çevrildiği zaman da, ‘Ey Rabbimiz, bizi zalimler grubu ile beraber bulundurma’ dediler.” (A’raf, 47)

“(Yine) A’raf yârânı (kâfirlerden) sîmâlarıyla tanıdıkları (elebaşı) birtakım adamlara şöyle nidâ ederek derler: ‘Ne çokluğunuz (yahut toplandığınız mallar), ne de (Hakk’a karşı) yeltenmekte devam ettiğiniz o kibr (-ü azâmet) size bir fâide verdi.” (A’raf, 48)

“Kendilerini Allâh’ın rahmetine erdirmeyeceğine yemin ettiğimiz kimseler, bunlar (bu ehl-i Cennet) mı idi? Girin Cennet’e! Size hiçbir korku yoktur ve siz mahzun da olacak değilsiniz.” (A’raf, 49)

“Ateş yârânı, Cennet yârânına, ‘Su(yunuz)dan veya Allâh’ın size verdiği rızıktan biraz da bize akıtın’ diye feryâd ederler. Onlar da, ‘Doğrusu, Allah bunları kâfirlere haram etti’ dediler.” (A’raf, 50)

“(O kâfirler) ki, dinlerini bir eğlence ve bir oyun edinmişlerdi. Onları dünya hayatı aldatmıştı. İşte onlar nasıl şu günlerine kavuşmayı unuttular, âyetlerimizi nasıl bilerek inkâr ettiler idiyse, biz de bugün onları öylece unutacağız.” (A’raf, 51)

“Andolsun, Biz onlara öyle bir kitap getirmişizdir ki iman edecek herhangi bir kavme (mahz-ı) hidâyet ve rahmet olmak için onu tam bir ilim üzere tafsiyl etmişizdir.” (A’raf, 52)

***

Kıyâmetten sonra diriltilen ve mahşerde toplatılan insanların konuşmalarından bir bölüm, yukarıda meâl (Hasan Basri Çantay) olarak verilmektedir. Ne hayret vericidir ki, italik harflerle yazılan “dediler” ifadesi, “geçmiş zaman fiili” ile bildiriliyor. Hâlbuki daha kıyâmet kopmamış, insanlar bir araya getirilmemiştir. Bu mevzuda zorlanan müfessirler, geçmiş zamanı geniş zaman olarak çevirmişlerdir. “Dediler” değil de “derler” şekline dönüştürmüşlerdir.

Açıklamalar, bildirilenlerin kesin olarak vuku bulacağı için geçmiş zamanla ifade edildiğidir. Yine de bütün meâller “geniş zamanla” yazılmaktadır. Rabbimizin her bildirdiği haktır, âmennâ! Fakat burada harikulâde bir durum var: Acaba istikbâldeki hâdiseler neden geçmiş zamanla bildirilmektedir?

Hız karşısında zaman ve mekân

Bir önceki (Ocak) sayımızda, “ışıktan hızlı parçacıklardan” yani “takyonlardan” bahsetmiştik. Batı litaretüründe bu mevzuya değinen ilklerden Alman fizikçi Arnold Sommerfeid’in (1868-1951) adı geçmektedir.

Sommerfield, 1911 yılında Kuantum Teorisi üzerinde çalışmalar yaptı. 1917 yılında Richard Chace Tolman, “Tolman Paradoksu” olarak bilinen “takyonik anti-telefon” görüşünü ortaya attı. Bu mevzuda daha geniş çalışmalar Bilaniuk’un başkanlığındaki bir grup tarafından 1940’lı yıllarda yapıldı. Işıktan süratli olan parçacıklara, Latincede çok hızlı anlamına gelen “takyon” adı verildi. 1960’lı yıllarda Teksas Üniversitesi profesörlerinden Hintli teorik fizikçi G. Sudarshan (1931-2018) ve G. Feinberg (1933-1992), teoriye daha teferruatlı ve akademik açıklamalar getirdiler.

Bütün bu fizikçilere rağmen “takyonların” varlığını kabul etmeyenlerin sayısı da fazladır. Onlar bu parçacıkları hayâlî (sanal) olarak vasıflandırmakta, modern fiziğin kanunlarına ters düşerek sebep-sonuç ilişkisini tersyüz ettiğini ifade etmektedirler.

Lorentz denklemlerinde hız-kütle değeri şöyleydi:

 

1-) V hızı, (c) ışık hızından küçük olduğunda sorun yok; (m) kütle, (m0) ilk kütleden bir miktar fazla değer alır. Zaman, t= 1,2,3,4… şeklinde normal ilerler.

2-) V = C olduğunda, m=0, t=0 olmaktadır.

3-) V, C’den büyük olduğunda, paydadaki kök içi negatif olmaktadır. Dolayısıyla (m) kütle irrasyonel, hayâlî (sanal) olur.

Zaman (t) ise, t=-1, -2, -3… şeklinde ters işler. Zamanın ters işlemesi, sonucun sebepten önce gelmesi demektir.

İçinde bulunduğumuz atom âleminde bir insan doğmakta, büyümekte, yaşlanmakta ve ölmektedir. Takyon âleminde ise önce ölür, sonra yaşlılıktan gençliğe doğru ilerler.

Takyon âleminde enerjinin durumu şöyle olur:

 

Hızın (c)’den büyük olması durumunda, kök içi negatif çıkmaktadır. Negatif kütle gibi enerji de negatif olur. Atom âleminde hareket hâlinde olan cisimler enerji kaybederler. Takyon âleminde ise tersidir. Yani enerji devamlı artmaktadır. Kütle ve enerjinin negatif olduğu, zamanın geriye aktığı, fizik kanunlarının tersyüz olduğu, hayâl etmekte beyinlerin zorlandığı takyon âlemi, bir kısım fizikçinin kabullenmemesine yol açar. Peki, yapısı bizimkinden tamamen farklı bir âlemdeki kuralların bize uymamasından dolayı kabul etmemek ne derece doğru olur?

Takyonları müdafaa edenlerin haklı delilleri vardır: Kök içi işleminin negatif olması, var olmadıklarını göstermez. Zira matematikte bu ifade, değer olarak kullanılmaktadır. Kök içinde (-1) sayısı irrasyoneldir. Matematik ilminde (i) harfi ile gösterilir. Kök dışına taşınamasa da birçok yerde denklemlerin çözümünde kullanılmaktadır. Şöyle ki… i2=-1 olur. Bunu i2+1=0 şeklinde yazabiliriz. İkinci derecede bir bilinmeyenli denklemdir ve x, y koordinat sisteminde gösterebiliriz.

(i)’nin 0, +1, +2, +3 değerlerinde ordinat +1, +2, +5 şeklinde artı değerler alır. (i)’nin 0, -1, -2 değerlerinde ordinat +1, +2, +5 olarak gider. Yani (i)’ye eksi ve artı ne değer verirsek verelim, fonksiyon hep artı olmaktadır. Bir mefhum (kavram) matematik olarak ifade edilebiliyorsa, “Bir değeri var!” demektir. Varlığının kabulü zorunludur. Göz ardı edilmemelidir ki kâinat içindeki fizik kanunlarının esası, matematik ilmine dayanmaktadır.

Dâhî Türk âlimi: Harezmî

Matematiğe değinmişken, aritmetik işlemlerin genelleştirilmesi anlamına gelen “cebir”in kurucularının Müslümanlar olduğunu hemen ifade edelim. “Enyclopedia Britannica”, cebir ilmine ait ilk eserin Ebu Cafer Muhammed bin Musa el-Harezmî’nin yazdığı “Kitabü-l Cebr Ve’l-Mukabele” adlı eseri olduğunu söyler. Özbekistan’ın Harezm bölgesinin Müslüman Türklerinden olan dâhî âlim (ö. Milâdî 850), bu eseri 825 yılında yazmıştır.

“Denklem işlemleri” olarak telâffuz edilen “cebir” kelimesi, dilimize buradan geçmiştir. Avrupalılar da “Algebre” olarak kullanmışlardır. Avrupalı tarihçiler cebir ilminin, sekiz ilâ on altıncı asır arasında İslâm âlimleri arasında kullanıldığını ve geliştirildiğini itiraf etmektedirler. İtalyan Leonardo Fibonacci (1170-1230), ancak 1202 yılında cebri Avrupa’ya tanıtmaya çalışmıştır.

Harezmî, matematik, astronomi ve coğrafya dallarında çeşitli eserler verdi. Batılılar daha doğru dürüst dört işlem yapamazken, o ise ax2+b2+c tipindeki denklemlerin nasıl çözüleceğini yani denklem köklerinin bulunmasını göstermiştir. Harezmî’den ilhamla Ebu Kâmil Şücâ bin Eslem (900), Ebü’l-Vefâ el-Buzkanî (998), Ebu Hanife ed-Dinâver (991), Abbas es-Serahsî ve El-Kerhî (1100), cebir kitapları yazmışlardır.

Semerkand Rasathanesi Müdürü olan Gıyâsüddin Cemşid’in, 1427’de yazdığı “El-Miftah fi’l-Hisab” adlı eserinde, üçüncü dereceden denklemleri çözdüğü görülmektedir. Batı’da yayınlanan ilk cebir kitabı, 15’inci yüzyıl İtalyalı matematikçisi Luca Pocioli’nin (1445-1517) “Summa de Arithmetica” adlı kitabıdır. Avrupalı matematikçiler, Müslüman âlimlerin eserlerini misâl olarak, yer yer kopyalayarak neşretmişlerdir.

Bugün cebirde “Newton veya Binom formülü” olarak bilinen terimlerin katsayılarını gösteren meşhur “Pascal üçgeni”, Batılıların Ömer Hayyam’dan (1048-1131) aşırdıkları ve kendilerine mâl ettikleri bir değerdir.

Harezmî’nin önemli bir icadı da, “sıfır” rakamının hesaplarda kullanmasıdır. Daha önce Mayalar ve Hintlilerin sıfırı kullandığı söylense de, onlar bunu bir sembol olarak ele almışlardır. Harezmî ise sıfırı, denklem çözümlerinde kullanmıştır. İslâm coğrafyasında zamanla bu işlem yayılmıştır. Mehmed bin Ahmed, 976 senesinde yazdığı “Mefatihu’l-Ulûm” adlı eserinde, “onlar basamağında bir sayı mevcût değilse sıranın muhafazası için küçük bir dairenin konulması gerektiğini” yazmaktadır. İçi boş anlamına gelen “sıfır” kelimesi, diğer Müslüman matematikçiler tarafından da kabullenilmiştir.

Avrupalılarsa, bir değeri olmayan sıfırın kullanılmasına önceleri istihza (alay mevzuu) ile bakmışlar, sonraları öneminin farkına varınca kabullenmek zorunda kalmışlardır. Tarih, 1200’lü yıllardır. Harezmî’den 400 sene sonra da matematik, bütün fen dallarında kullanılan temel bir ilimdir. Batı bugün, ilim ve teknikte ilerlemişse bunu Müslüman âlimlere, özellikle Harezmî’ye borçludur. (Mevzuyu dağıtmamak için burada noktalıyoruz. Biiznillah, istikbâlde Müslüman âlimlerin ne denli şaheserler verdiklerini ele alacağız.)

Işık kaynağından detektöre yönlendirilen ışık, kaynağını terk etmeden kendini detektörde hissettiriyor. Öz ifade ile durum şu: Başlangıçta, sona ulaşılıyor! Ne hayret verici durumdur ki, takyon âleminde zaman ters işliyor. Sonuç, sebepten önce geliyor. Gelecek, geçmişin önüne geçiyor.

İnanılmaz bir durum

Takyonların kabul edilmeyişinin nedenlerinden biri de, ışık hızının aşılmasıdır. Lorentz denklemlerine göre hız, ışık hızına eşitlenirse, cisim kütlesinin sonsuz olabileceğini gösterir. Işık hızı aşıldığı takdirde kütle, sonsuz değil de sanal yani tarifsiz çıkıyor. Bir şeyi tarif edememek veya idrak edememek, onun olmadığı anlamına gelmez. Kaldı ki, “kozmik ışınlar” üzerinde yapılan deneyler bizi doğrular mahiyette. Fizikçilerden Clay ve Crouch’un 1974’te kozmik ışınlar üzerinde yaptığı çalışmalar, ışık hızından hızlı ışınların varlığını ispatlamaktadır. Keza Princeton NEC Enstitüsü’nden Lı-jun Wang ve ekibinin laboratuvar çalışmalarında, ışığın bilinen hızından 300 kat daha hızlı hareket ettirildiği açıklandı.

Test sonuçlarını inceleyen Berkeley Üniversitesi fizik profesörü Raymond Chiao, deney sonuçlarının “inanılmaz bir durumu işaret ettiğini” ifade etti. Neden-sonuç ilişkisini tersine çeviren bu durumun yoğun tartışmalara yol açacağı şimdiden söylenebilir. Buna göre bir hâdisenin başlamadan bitmesi mümkün görünüyor. Uzmanlar, bilinen klâsik “zaman” kavramının “çökeceğini” söylemekteler. Köln Üniversitesi’nden Dr. Guenter Nimtz de yaptığı açıklamada, “bilginin, ışıktan daha hızlı bir şekilde ulaştırılabileceğinin ispatlandığını” söyledi.

Âlem, âlem içinde

Bilinen fizik kanunlarına göre, bir cismin kütlesinin olmaması, aykırı bir durum… Fizik âleminin şartlarına göre bu böyle; fakat metafizik bir âlemde fizik kanunlarının geçerliliğini aramak ne derece doğru olur? Laboratuvar deneylerinde bile şartlar değiştirildiğinde farklı sonuçlar elde edilebiliyor.

Bir cismin aynadaki görüntüsünü irdeleyelim…

Ayna üzerindeki görüntünün şekli, rengi, boyutları vardır. Fakat görüntünün kütlesinden söz edilmez. Kütle olmadığı hâlde diğer özellikler mevcûttur. Bu basit misâl bize, metafizik âlem ipuçlarının fizik âlem içerisinde görülebileceğini hatırlatmaktadır.

Netîce

Bu ön bilgilerden sonra aşağıdaki netîceleri beyan edebiliriz:

1) Takyon âleminin varlığı, madde âleminin dışında (Batılıların “metafizik” dedikleri) âlemler bulunduğunu ispatlamaktadır. İslâm dini bunları teferruatlı izah ediyor. Dünya hayatıyla beraber birçok âlem, her âlemin kendi hayat şartları, buralarda iskân eden sakinleri vardır. Dünya âlemi; inanların, cinlerin, şeytanların bulunduğu âlemler… Kabir âlemi, melek âlemi, ruh âlemi, ahiret hayatı denilen âlemler topluluğudur. Âdem’den (as) itibaren bütün peygamberlerin uyardığı, müjdelediği bilgilerdir.

Ölüm, tabiî bir hâlden başka bir hâle geçiştir. Tâbiri caizse, boyut değişikliğidir. Nasıl ki dünya âleminin kendine has hayat ve çevre şartları var, kabir hayatının da kendine has/özel şartları vardır. Diğer bir âlemde başka şartlar… Bir diğerinde daha başka… Ömer bin Abdülaziz (ra), şöyle söylemiştir: “Sizler ancak ebediyet (sonsuzluk) için yaratıldınız! Lâkin bir evden bir eve göç edersiniz…”

Öyle ev ki; tuğlaları, çimentosu, şekli, velhasıl içindeki malzemesi, eşyası tamamen birbirinin zıddı… İçine girilmeden yakîn anlaşılamıyor.

Âlemlerin mevcûdiyetini, yeryüzü mekânları gibi düşünmemek lâzım. Arazideki bir tarla geçildiğinde diğer tarlaya girilmesi gibi değil... İç içe âlemler…

Televizyon yayınlarını düşününüz; her kanalda farklı programlar icra olunuyor. Bunlar aynı atmosferde dolaştığı hâlde birbirlerine tesir etmiyorlar. Binlerce kanal, aynı anda yayın yapıyor. Milyonlarca, milyarlarca sûret, renk ve ses iç içe, birlikte dolanıp duruyor. Şekil-1’de iki farklı âlemin iç içe durumu, abartılı olarak şematize edilmiştir.

 

Siyah molekül bağlantıları birini, kırmızı molekül bağlantıları diğerini temsil etmektedir.

2) Mevzumuz, aynı zamanda kader meselesine de açıklık getirmektedir. Kader inancı, beşer zihniyetinde idrak edilemediğinde farklı yorumlara yol açtı. İslâm dünyasında birbirine muhalif birçok mezhebin mevcûdiyeti de bu acizliğin tezâhürüdür. Ehl-i Sünnet cemaatinde bile nüans farklılığı vardır. Kaderi zorunluluk olarak değerlendiren cebriye fırkaları, yaprağın rüzgârda sürüklenişini misâl getirdiler. Sonuçta sevap, günah, Cennet, Cehennem ortadan kalkıyor. Bu kavramların Kur’ân-ı Kerîm’de olduğunu gören (Mu’tezîle) zihniyet, fiillerin tamamen insan iradesinin mahsulü olduğunu iddia ederek karşı durdular. “Fiilleri yaratan, kulun kendisidir” demenin, “her şeyi yaratan” ve “her şeye gücü yeten”, “noksanlıklardan münezzeh” Allah-u Teâlâ’ya imanda zafiyet oluşturduğunun farkında değiller.

Son zamanlarda bir kısım ilâhiyatçılarımızın da bu yanlış zihniyete dâhil olduklarını müşahede etmek, perişan hâlimizin bir başka meselesi! Kim ne derse desin, doğru yol (sırât-ı müstakîm), ikisinin ortası olan yol, Ehl-i Sünnet’tir.

3) Yazımızın başında A’raf Sûresi’nden meâller verilmişti. Kıyâmet kopmuş, hercümerç ve yok oluştan sonra tekrar yaratılma ve mahşer denilen bir mekânda toplanma… Cennetlik ve cehennemlikler, birbirlerine lâf atarak konuşuyorlar. Çok hayret verici ve dikkat çekici husussa, konuşmaların gelecek zaman fiiliyle değil de geçmiş zaman fiiliyle aktarılması...

İslâm düşmanlarının iddiası gibi, Kur’ân-ı Kerîm insanlar tarafından yazılsaydı, bu asla böyle olmazdı! Hiçbir insan gelecekten geçmiş gibi bahsetmez. Kur’ân-ı Kerîm’in bu mucizesini daha yeni anlar gibi oluyoruz. Anlamaya çalışıyoruz...

Yukarıda Princeton Enstitüsü’ndeki deneyden de bahsetmiştik. Işık kaynağından detektöre yönlendirilen ışık, kaynağını terk etmeden kendini detektörde hissettiriyor. Öz ifade ile durum şu: Başlangıçta, sona ulaşılıyor! Ne hayret verici durumdur ki, takyon âleminde zaman ters işliyor. Sonuç, sebepten önce geliyor. Gelecek, geçmişin önüne geçiyor.

 

Şekil-2’de, yaratılışla beraber hâdiseler zinciri şematize edilmiştir. Hızın, ışık hızından düşük olduğu bu âlemde, hâdiseler normal düzeninde (sebeb-sonuç) akıyor. A, B, C’den Z’ye… Işık hızı aşıldığında yeni bir âleme dâhil olunuyor. Burada hâdiseler sondan başa doğru. Z, Y, V’den C, B, A’ya…

Günümüzün fen ilminde izâfiyet, deneyleniyor ve gözlemlenebiliyor. Biz Müslümanlar, Kur’ân-ı Kerîm’deki ahiret ile alâkalı bilgilerin olmuş gibi aktarılmasının hikmetini şimdi öğreniyoruz. Bu Kur’ân ki, ilmi sonsuz olanın tam bir ilim üzere “tafsiyl” ettiği bir kitaptır.

Öğrendiğimiz bir şey daha var: Aklımıza ve ilmimize ters gelen âyetleri eğip büküp kafamıza yatan meâller icat etmenin ne feci bir kalkışma olduğunu görmeliyiz. Hâlâ Kur’ân-ı Kerîm’in bir insan mahsulü olduğunu iddia eden bedbahtlar varsa Fussilet, beyinlerinin ta anlama merkezine fısıldıyor: “İnsanlara âfâkta (dış âlemlerinde), enfüste (iç âlemlerinde) âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’ân’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun…” (Fussilet, 53)