Yemek kültürü ve sofra âdâbı

Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, aileyle beraber yemek yenildiğinde, özellikle çocuklarda görülen obezite problemleri azalmaktadır. Yine yavaş yavaş yenilen yemekler de obeziteyi azaltmaktadır. Oysa bu kriterler bizim sofra âdâbımızın birer gereğidir.

DİNİMİZ, sadece belirli ibadetlerin formüle edildiği birkaç duâ, üç beş kuruş tasadduk, üç beş beden hareketi, seyahat ve diyetten müteşekkil değil. Günümüzde dini günlük hayatın dışına öteleme, dünyevileşme, dahası sekülerizm kaynaklı dokunuşlar, karşımıza acayip bir yapı ortaya çıkardı. Kur’ân’sız Müslümanlık, Peygamber’siz Müslümanlık, ahlâkî değerlerden yoksun bir Müslümanlık gibi çoğaltabileceğimiz yeni kavramlarla karşılaşmaktayız.

Oysa İslâm ve onun tesis ettiği medeniyet anlayışı, hayatın her alanını ve her ânını çepeçevre kuşatan bir anlayışın tatbiki ile insanlara saadet sunar. Kur’ânî bir ifade ile “insanların hüsranda olduğu” bu asırda bu hüsranın, bu ziyanın, bu buhranın yegâne ilâcı, bu İlâhî nizâmı hayatın her ânına ve her salisesine tatbik etmektir. “Kurtuluş İslâm’dadır” diyoruz ya, bu söz bir slogandan öte bir hayat tazı olmalıdır. İşte hasta olan, hüsranda olan, moda tabir ile depresyonda olan insanlık, İslâm eczanesinin kendine sunduğu Kur’ân ve hadîs eczalarına muhtaçtır.

Nasıl ki bedenimiz ile ilgili yaşadığımız sıkıntılarda kapısına dayandığımız tabibin yazdığı reçeteyi saati saatine, dozu dozuna ve tamamen uygulamadan şifâ bulamıyorsak, bize yazılan bu yirmi dört saatlik reçeteden kafamıza göre seçim yaparak, “Ben sadece Cuma ve bayram namazı kılayım. Bir de mübarek gecelerde camiye giderim. Hadi orucu da sıcaklara denk gelmezse tutayım” gibi bir anlayış, bizi kurtarmaya yetmeyecektir. Ya da “Beş vakte beş katarım, oruç tutarım, hacca giderim, açar Kur’ân okurum ama yerine göre yalan da söylerim. Kılıfına uydurup haram da yerim, torpil yaparım, kul hakkı da yerim” gibi bir şey olamaz.

İslâm’ın ahlâkı ile ahlâklanmadıktan sonra yaptığımız ibadetlerin bize bir faydası olmaz. Bizi kötülüklerden alıkoymayan bir namaz, namazdan ziyâde bir beden eğitimi hareketinden öteye gidemez.

İslâm ahlâkı çok geniş bir alana sahiptir. Çünkü o, hayatın her ânını kuşatmıştır. Kulluk bilincini yaşatmak için vardır. Yemeden içmeye, oturmadan kalkmaya, bir mecliste nasıl oturulacağından ne zaman konuşulacağına ve nasıl dinlenileceğine, uykudan banyoya, tuvaletten sofraya, aklınıza ne gelirse orada vardır. İslâm ahlâkının amacı, Rabbe gereği gibi kul olarak O’nun rızasını kazanmaya odaklanmıştır.

Bu uzun girişten sonra, bu yazımızda dilimizin döndüğünce İslâm ahlâkının sofra ile ilgili kısmına değineceğiz.

Peygamber bakışıyla sağlıklı hayat

İnsan bedeninin yaşaması için gıda alması şarttır. Genel anlamda bu işleme “beslenme” diyoruz. İnsanoğlu, Yaratıcının ona verdiği akıl melekesi ile bunun bir sınırı olması gerektiğini bilir. Zira biz insanlar ihtiyacımız kadar besin almak durumundayız. Bunun altı zafiyete, üstü ise sağlığımızın bozulmasına sebep olur. Günümüzde adına “obezite” de denilen şişmanlık, artık bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.

Batı kültürü ve onun uygulama formlarından olan kapitalizm ve materyalizm, maalesef hep yok etmeye, hep tüketmeye odaklandığı için günümüz insanları ne buldularsa tüketmeye şartlanmışlardır. Doymak bilmeyen iştihalar dünyayı, bir yanında açlıktan ölen insanların olduğu ve diğer tarafında da aşırı beslenmekten, dahası besilenmekten mütevellit ölümlerin yaşadığı bir garabet diyarı hâline sokmuştur.

Gıda maddelerine katılan kimi katkı maddeleri insan beynine hükmederek onu doyumsuzlaştırmaktadır. Artık herkes biliyor ki, midemizi beynimiz yönetiyor. Açlık ve tokluk hissi sadece fizyolojik bir durum değildir. İşin içinde psikolojik durumlar, alışkanlıklar da vardır. İşte bunu bilen tüketim baronları, gıda maddelerine kattıkları bazı maddeler ile beyni işgal altına almakta ve ona, “Ye, biraz daha ye! Şundan da ye, bundan da ye!” diye ha bire emirler yağdırmaktadır.

Genetiği değiştirilmiş ürünler gıdadan ziyâde birer zehre dönüşüyor. Kimyasal tatlandırıcılar, renklendiriciler, bayatlamayı geciktiren maddeler, ekmeğe katılan beyazlatıcılar ve raf ömrünü uzatan maddeler, artık gıdalarımızı helallik dairesinden çıkarmış ve birer zehre dönüştürmüştür.

Hazreti Peygamber’in yaşantısı ve tavsiyeleri, artık günümüzde “Tıbb-ı Nebevî” ana başlığı altında toplanmış ve bizlere hazır olarak sunulmuştur. Hangimiz merak edip “Hazreti Peygamber yeme içme hakkında ne buyurdu?” diyoruz? Ya da hangimiz hatmettiğimiz tefsir ve hadîs külliyatlarından, tıbb-ı Nebevî eserlerinden kendimize bir rota çiziyoruz? Maalesef bu sayı çok düşük. Yapanların çoğunun niyeti ise başka. “Aman güzel görüneyim, herkes beni beğensin” histerisine düşüp akla hayâle gelmedik işkence metotları ile rejimler yapılmakta, kimi ne idüğü belirsiz bitkisel çaylar, kürler ve ilâçlarla form tutma derdine düşerek bu uğurda canını tehlikeye atmaktadır.

“Ey insanlar! Yeryüzünde olan bütün nimetlerimden helâl hoş olmak şartı ile yiyiniz.” (Bakara, 168)

İşte Kur’ân, bize yeryüzü nimetlerinden faydalanmayı emrediyor!

Rehberimiz Kur’ân, Araf Sûresi’nin 31’inci âyetinde, “Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz. Zira Allah israf edenleri sevmez” buyurmakta ve her işte olduğu gibi beslenmekte de bize orta yolu tavsiye etmektedir.

Yine Allah Rasûlü, birçok hadîsinde önce sağlığa dikkat çekmiyor mu? “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini biliniz: Hastalık gelmeden önce sıhhatin, yaşlılık gelmeden önce gençliğin, fakirlik gelmeden önce zenginliğin, meşgûliyet gelmeden önce boş vaktin, ölüm gelmeden önce dünya hayatının kıymetini biliniz.”

Bu hadîsin ardından bir de şöyle buyurulmuş: “İnsanoğlu midesinden daha kötü hiçbir kabı doldurmamıştır. Hâlbuki onlara, belini doğrultacak birkaç lokma kâfi gelir. Mutlaka midesini dolduracaksa, üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe ve üçte birini de hava için ayırsın.” (Ahmed bin Hanbel, 4/132; Tirmizi, 2380)

Bakınız, ilk cümle ne kadar önemli: “İnsanoğlu midesinden daha kötü hiçbir kabı doldurmamıştır.”

Şu hadîs-i şeriflere de bir kulak verelim dileseniz:

“Az yemek ve az içmek sûretiyle nefsinizle cihat ediniz. Az yeme ve az içmenin sevabı, tıpkı düşmanlarla cihat etme sevabı gibidir. Allah katında bundan daha makbul bir sevap yoktur.”

“Çok yemek ve içmekle kalbinizi öldürmeyiniz. Kalp ekin gibidir, fazla sulanan ekin çürür.”

“Karnınızı tam doldurmayasınız ki ibadet ve zikre gücünüz olsun.”

“Şeytan insan vücûdunda kan gibi dolaşır. Az yiyiniz ki şeytanın yolları tıkansın.”

“Allah katında en sevimlileriniz, çok düşünen ve az yemek yiyenlerdir. En sevimsiz olanlar ise çok yiyenler, çok gülenler ve çok uyuyanlardır.”

“Sorularla İslâmiyet” adlı internet sitesinde konu ile ilgili bir değerlendirmeyi hep beraber okuyalım:

“Mide, bedenimizin havuzu gibidir. Bütün organların ihtiyacı olan besin maddeleri ve vitaminlerin hazırlandığı mutfaktır mide. Midede oluşan yeme ve açlık hissi, bütün isteklerin başıdır. Tok olan insan, en başta cinsel arzulara iştah duyar. Ardından o tokluğu sürekli kılmak için mala, çok kazanmaya yönelecektir. Çok kazanmanın yolu ise mâkâm sahiplerine yakın olmak, mevki sahipleri ile iyi geçinmek ya da o mevkileri elde tutmakla mümkündür. Bu da mala-şöhrete olan tamahı arttırır.

Tamah, arzuları kamçılayacak, kişi konumunu korumak için belki de insan onuru ile bağdaşmayacak birtakım haram yollara başvurmak durumunda kalacaktır. Gazap-hiddet-düşmanlık-kin-öne atılma hırsı ve benzeri şeytanî sıfatlar insana eş olmaya başlayacaktır. Bunların doğal sonucu ise azâba doğru sürüklenmektir. Bu ince ve basit tahlilden de anlaşılacağı üzere, ‘Bütün günahların başı mideye teslim olmak, onun emrine girmektir’ dersek, sanırız abartmış olmayız.”

Sadece bedenleri değil, ruhları da, nefisleri de obezleşmiş insanlar, artık dümenini kaybetmiş bir gemi gibi felâket meçhullerine yelken açmışlar demektir. Freni patlamış bir araba gibi kontrolden çıkmıştırlar.

Peygamberimiz, “Dünyada karnını iyice, tıka basa dolduranlar, ahirette en çok açlık çekeceklerdir” buyurmaktadır.

İşin bir diğer kısmı da, artık kendimizi tamamen teslim ettiğimiz Batı’nın kültürü ile yeme içme hususunda da bizleri kendine benzetmesidir. Ayaküstü atıştırılan yemek alışkanlığı, sofra âdâbımızı yerle bir etmiştir. Herkesin beraber, aynı anda oturduğu soframız, artık lokanta misâli herkesin münferiden girip çıktığı bir mekâna dönüşmüş durumdadır.

Oysa bugün yapılan araştırmalar gösteriyor ki, aileyle beraber yemek yenildiğinde, özellikle çocuklarda görülen obezite problemleri azalmaktadır. Yine yavaş yavaş yenilen yemekler de obeziteyi azaltmaktadır. Oysa bu kriterler bizim sofra âdâbımızın birer gereğidir.

Sorun belli. Çözümse kendimize dönmekte, Allah’ın emirlerine ve Rasûlünün tavsiyelerine uygun bir hayat yaşamakta...