Yedi iklim(i) bilmeliyiz, ama nasıl?

Dilin dönmediği yerde onu zorlamak keşke bir kırılmaya yol açsa ya! Ya da “Bilemedim” deyip kolaya kaçsak, daha mı iyi acaba? Hayır, öyle de değil galiba! Çünkü insan olarak -muhakkak ki- zor olana talibiz. O hâlde yaşayamadık, o yüzden bilmeye de yaklaşamadık. Bilemedik, o yüzden de yaşayamadık. Evet, bu doğru! Ancak en doğru iklimlerde nefes almak için her an ve en önce kendi aynamızda “ne olup ne olmadığımızı” görüntülemek zorundayız.

BİLMELİYİZ ki, bilmek için bilmenin öncesinde, taşkın olsa da yıkmayan, imar ve inşa eden suların geçmesi gerekir. Peki, nereden? Söz konusu su, bilmek için hazırladığımız yerden -veya bu bilmenin kaynağından/bilmek için yola çıkılan kaynaktan- geçmelidir. Bilmek, bilmek istemekle, emek vermekle, araştırmakla ve bilginin peşine düşmekle teoride tedricen bir noktaya kadar pekâlâ varabilir. Ancak ulaşılan bu nokta, yola çıkmış olan bizlerin yolunu, ulaştığımız her bir durakta -en az- ikiye bölecektir. Sonrasında yaptığımız tercihlerin karakteri ve doğruluğu ise, bizi bir sonraki yol ayrımına götürecek veya onun ne/neresi olacağını belirleyecektir.

Bu yol ayrımları, bizim “bilme” veya “bilgiye ulaşma” eyleminde nerede olduğumuzu gösterse de -doğru bakılan her açıdan- bilmenin aslında duyuşsal ve hissiyata dayanan “asıl” varlığını kanıtlamaktan öteye gitmez. Bu süreçte, bir şeyin ne olduğunun, onun ne olmadığıyla kavrandığı gerçeği yanında, bir şeyin kendisi olmadığı hâlde, onun etrafında dolaşan benzeri unsurlara bakılarak ona dair bir miktar bilgiye varılabileceği gerçeğine de vurgu yapabiliriz. Ancak bu bilginin sahihliği her zaman mümkün olmayabilir. Zira “hakikî bilgi”ye varmada takip ettiğimiz -salt- hakikî göstergeler ile -daha ziyade- kaynağı tanımlanmamış bir akıl veya şevk hareketinin bizi götüreceği yer arasındaki fark, fecr-i kazip (geçici aydınlanma) ile gerçek aydınlanma arasındaki fark gibidir. Bu noktada fecr-i kâzip aydınlanmasına götüren unsurlar, “bilinmek istenenin” anlamını bilmek isteyenin dünyasında yanlış bir mânâ üzere tanımlayabilir.

Bu meyanda hakikî aydınlanmayı ise, bir kanıya varmanın çok ötesinde, bir huzura varmak ile birlikte anabiliriz. Bu öyledir ki, ancak varıldığında hissedilebilecek bir zirve noktasından -geçilen/vazgeçilen yollar başta olmak üzere- büyük bir manzaraya hâkim olmak olarak tasvir edilebilir.

Bilgiye varılmak yolunda ona verilen emek her ne ise, ona kavuşmaktan başka bir karşılığı olmamalıdır. Bilmenin pratiğini içselleştirmekten ziyade, kavuşma/bulma hevesi gibi kimi zaman kavuşmanın önüne geçebilecek engeller, bizi muhteris bir tavra sürüklememelidir. Asıl amacın etrafında veya çok yakınında dolaşmak da ona varmanın kendisiyle elbette özdeş olamaz. Bu noktada toplumsal bir sorunlu alan oluştuğu kanısına varabiliriz.

İyi niyetle yola çıkılsa bile, yolun bir yerinde niyetin, aklın veya kalbin kanına karışan kimi virüsler -zamanla- yolumuzu saptırabilirler. Bu zamanlarda okundukça ve duyuldukça yenilenen kadim öğütlere ihtiyaç duyarız. Buyurun, Hz. Mevlâna’nın hepsi ayrı bir iklim olsa da birbirini tamamlayan yedi iklimine/yedi öğüdüne bu noktada tekrar kulak verelim!    

1. “Cömertlik ve yardım etmede ‘akarsu’ gibi ol!”

Öğütte devridaim etmeyen, sürekli akan bir sudan bahsediliyor: Akarsu… Bir akarsudan bir birim zamanda geçen suyun aynı anda aynı yerden tekrar geçme ihtimâli yoktur. Akarsuyun bu karakterini “arkasını dönüp bakmamak” cihetiyle irtibatlandırdığımızda, konuyu “yapılan cömertlik ve yardımdan sonra arkasını dönüp bakmadan yoluna devam etmek” gibi bir noktaya taşırız.

Öğüde bakıldığında, cömertlik veya yardım etmek değil, bu iki güzel hasletin üslûbu ve vasfı üzerinde bir telkinde bulunuyor Hz. Mevlâna. Öğüt, akarsu gibi olmak hâli ile bizi hisse dayalı bir karakter atmosferine çekerken, cömertlik ve yardıma dair bir “bilme”nin künhüne varmada da bize rehber oluyor.

2. “Şefkat ve merhamette güneş gibi ol!”

Merhamet ve şefkat, somut bir eylem veya çıktı değildir. Somut olarak görünen unsurlar, merhametin ancak birer nüshası olabilirler. Güneşin iki özelliği, ısıtmak ve aydınlatmaktır. Merhamette güneş gibi olmak, buna özlem duymak, öznesini karanlık duygulardan kurtarıp merhametin sıcaklığının bir karakter özelliği olarak duyumsanmasının ve bilinmesinin de önünü açar. Güneşin kendi sıcaklığından kurtulması nasıl mümkün değilse, merhametin güneş karakterinden nasiplenmesi ile insana ve hayata kem bir nazarla bakılmasının önü de böylece kapanmış olur.

3. “Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol!”

“Kusur örtmek” anlamındaki örtmek, örtmenin bile haberi olmayan, karanlığın bile sesini duymadığı bir eylemdir. Yapılan iyilik ve güzelliğe karşı nasıl arkamızı dönüyor isek, bir kem tavır, bir ham davranış karşısında da bize aitmişçesine gözümüzü kapatmalıyız.

Örtmek, ruhumuzun dışında kalan uzuvlarımızın duymaması gereken bir eylemdir. Ancak bu noktada yaklaşımımız her tavır için tabiî ki aynı olmamalıdır, olamaz. Kapattığımız kusurun neticesinde bir güzelliğe varılacağı hükmü her zaman kanaatimize hâkim olmalıdır. Hangi noktada aklî, hangi noktada kalbî davranacağımızı bilmemiz, bu iklimin en önemli özelliğidir.

4. “Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol!”

İnsanı yaşatmak için insanî hususiyetleri bihakkın yaşamak ve yaşatmak, insanî olmayan tarafları köreltmek ve öldürmek gerekir.

Hiddet ve asabiyette ölü gibi olmak, üstümüze bir hiddet gelecek olsa, ölünün bir dış etkiye karşı tepkisiz kaldığı gibi, ona o ölçüde tepkisiz kalabilmektir. Bir diğer açıdan “asıl yaşamak”, sadece insana yakışır güzelliklerle yaşamak olarak görüldüğünde, hiddet ve asabiyet, doğal olarak bu hâlin dışında ve bir ölünün hâlinden farksız kalır.

5. “Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol!”

Toprağın en önemli özelliği, onun sert olmayışıdır. Yine toprak burada, -Biiznillah- suyu merhamete, berekete dönüştüren ve tabiatı saflaştırıp onu yeniden doğuşa hazırlayan karakteriyle öne çıkar.  İnsanın topraktan yaratıldığı düşünüldüğünde, onun da toprak gibi alçakgönüllü olup kalbini herkese açması, onun için en evlâ olandır. Yine Seyranî’nin o güzide sözündeki gibi, “Meğer taşa tohum ekilmez imiş”  noktasından uzak olmaktır. Bu hâlde kalbimizin kapısı, karakter olarak topraktan ve pişirilmiş olmalıdır.

6. “Hoşgörülükte deniz gibi ol!”

Deniz, içindeki canlılar ve üstünden geçen insanlar için ayrı bir iklime sahiptir. Bu iklim, herkesi kendi semtine kabul eder. Denizin enginliği, onun karakterinin genişliğini ve yine toprakta olduğu gibi alçakta olmayı, tevazuu ifade eder. Hoşgörü, kadim kültürümüzde, günümüz küresel düzeninde slogan olmaktan kendini kurtaramayan insancıl söylemlerden çok ötede ve yine ikliminde yaşamayan insanın hakkıyla hissedar olamayacağı bir yerdedir.  

7. “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!”

Yedinci iklim, geçtiğimiz diğer altı iklimin yaşanması ile dosdoğru mümkün olabilir. Zira “Her ne isek, öyle olmalıyız!” diyerek biz de kolayca bir galata imza atabiliriz.

Dilin dönmediği yerde onu zorlamak keşke bir kırılmaya yol açsa ya! Ya da “Bilemedim” deyip kolaya kaçsak, daha mı iyi acaba? Hayır, öyle de değil galiba! Çünkü insan olarak -muhakkak ki- zor olana talibiz. O hâlde yaşayamadık, o yüzden bilmeye de yaklaşamadık. Bilemedik, o yüzden de yaşayamadık. Evet, bu doğru! Ancak en doğru iklimlerde nefes almak için her an ve en önce kendi aynamızda “ne olup ne olmadığımızı” görüntülemek zorundayız. Olur ki, kendimize dürüstlüğümüz, yedi öğütteki her bir iklimin ve son iklimin kapı anahtarının yerini bize fısıldayabilir.