
BİLMELİYİZ ki, bilmek için
bilmenin öncesinde, taşkın olsa da yıkmayan, imar ve inşa eden suların geçmesi
gerekir. Peki, nereden? Söz konusu su, bilmek için hazırladığımız yerden -veya
bu bilmenin kaynağından/bilmek için yola çıkılan kaynaktan- geçmelidir. Bilmek,
bilmek istemekle, emek vermekle, araştırmakla ve bilginin peşine düşmekle
teoride tedricen bir noktaya kadar pekâlâ varabilir. Ancak ulaşılan bu nokta,
yola çıkmış olan bizlerin yolunu, ulaştığımız her bir durakta -en az- ikiye
bölecektir. Sonrasında yaptığımız tercihlerin karakteri ve doğruluğu ise, bizi
bir sonraki yol ayrımına götürecek veya onun ne/neresi olacağını
belirleyecektir.
Bu
yol ayrımları, bizim “bilme” veya “bilgiye ulaşma” eyleminde nerede olduğumuzu
gösterse de -doğru bakılan her açıdan- bilmenin aslında duyuşsal ve hissiyata
dayanan “asıl” varlığını kanıtlamaktan öteye gitmez. Bu süreçte, bir şeyin ne
olduğunun, onun ne olmadığıyla kavrandığı gerçeği yanında, bir şeyin kendisi
olmadığı hâlde, onun etrafında dolaşan benzeri unsurlara bakılarak ona dair bir
miktar bilgiye varılabileceği gerçeğine de vurgu yapabiliriz. Ancak bu bilginin
sahihliği her zaman mümkün olmayabilir. Zira “hakikî bilgi”ye varmada takip
ettiğimiz -salt- hakikî göstergeler ile -daha ziyade- kaynağı tanımlanmamış bir
akıl veya şevk hareketinin bizi götüreceği yer arasındaki fark, fecr-i kazip
(geçici aydınlanma) ile gerçek aydınlanma arasındaki fark gibidir. Bu noktada fecr-i
kâzip aydınlanmasına götüren unsurlar, “bilinmek istenenin” anlamını bilmek
isteyenin dünyasında yanlış bir mânâ üzere tanımlayabilir.
Bu
meyanda hakikî aydınlanmayı ise, bir kanıya varmanın çok ötesinde, bir huzura
varmak ile birlikte anabiliriz. Bu öyledir ki, ancak varıldığında
hissedilebilecek bir zirve noktasından -geçilen/vazgeçilen yollar başta olmak
üzere- büyük bir manzaraya hâkim olmak olarak tasvir edilebilir.
Bilgiye
varılmak yolunda ona verilen emek her ne ise, ona kavuşmaktan başka bir
karşılığı olmamalıdır. Bilmenin pratiğini içselleştirmekten ziyade,
kavuşma/bulma hevesi gibi kimi zaman kavuşmanın önüne geçebilecek engeller,
bizi muhteris bir tavra sürüklememelidir. Asıl amacın etrafında veya çok
yakınında dolaşmak da ona varmanın kendisiyle elbette özdeş olamaz. Bu noktada
toplumsal bir sorunlu alan oluştuğu kanısına varabiliriz.
İyi
niyetle yola çıkılsa bile, yolun bir yerinde niyetin, aklın veya kalbin kanına karışan
kimi virüsler -zamanla- yolumuzu saptırabilirler. Bu zamanlarda okundukça ve
duyuldukça yenilenen kadim öğütlere ihtiyaç duyarız. Buyurun, Hz. Mevlâna’nın hepsi
ayrı bir iklim olsa da birbirini tamamlayan yedi iklimine/yedi öğüdüne bu
noktada tekrar kulak verelim!
1. “Cömertlik ve
yardım etmede ‘akarsu’ gibi ol!”
Öğütte
devridaim etmeyen, sürekli akan bir sudan bahsediliyor: Akarsu… Bir akarsudan
bir birim zamanda geçen suyun aynı anda aynı yerden tekrar geçme ihtimâli yoktur.
Akarsuyun bu karakterini “arkasını dönüp bakmamak” cihetiyle irtibatlandırdığımızda,
konuyu “yapılan cömertlik ve yardımdan sonra arkasını dönüp bakmadan yoluna
devam etmek” gibi bir noktaya taşırız.
Öğüde
bakıldığında, cömertlik veya yardım etmek değil, bu iki güzel hasletin üslûbu
ve vasfı üzerinde bir telkinde bulunuyor Hz. Mevlâna. Öğüt, akarsu gibi olmak hâli
ile bizi hisse dayalı bir karakter atmosferine çekerken, cömertlik ve yardıma
dair bir “bilme”nin künhüne varmada da bize rehber oluyor.
2. “Şefkat ve
merhamette güneş gibi ol!”
Merhamet
ve şefkat, somut bir eylem veya çıktı değildir. Somut olarak görünen unsurlar,
merhametin ancak birer nüshası olabilirler. Güneşin iki özelliği, ısıtmak ve
aydınlatmaktır. Merhamette güneş gibi olmak, buna özlem duymak, öznesini
karanlık duygulardan kurtarıp merhametin sıcaklığının bir karakter özelliği
olarak duyumsanmasının ve bilinmesinin de önünü açar. Güneşin kendi sıcaklığından
kurtulması nasıl mümkün değilse, merhametin güneş karakterinden nasiplenmesi ile
insana ve hayata kem bir nazarla bakılmasının önü de böylece kapanmış olur.
3. “Başkalarının
kusurunu örtmede gece gibi ol!”
“Kusur
örtmek” anlamındaki örtmek, örtmenin bile haberi olmayan, karanlığın bile
sesini duymadığı bir eylemdir. Yapılan iyilik ve güzelliğe karşı nasıl arkamızı
dönüyor isek, bir kem tavır, bir ham davranış karşısında da bize aitmişçesine
gözümüzü kapatmalıyız.
Örtmek,
ruhumuzun dışında kalan uzuvlarımızın duymaması gereken bir eylemdir. Ancak bu
noktada yaklaşımımız her tavır için tabiî ki aynı olmamalıdır, olamaz.
Kapattığımız kusurun neticesinde bir güzelliğe varılacağı hükmü her zaman
kanaatimize hâkim olmalıdır. Hangi noktada aklî, hangi noktada kalbî
davranacağımızı bilmemiz, bu iklimin en önemli özelliğidir.
4. “Hiddet ve
asabiyette ölü gibi ol!”
İnsanı
yaşatmak için insanî hususiyetleri bihakkın yaşamak ve yaşatmak, insanî olmayan
tarafları köreltmek ve öldürmek gerekir.
Hiddet
ve asabiyette ölü gibi olmak, üstümüze bir hiddet gelecek olsa, ölünün bir dış
etkiye karşı tepkisiz kaldığı gibi, ona o ölçüde tepkisiz kalabilmektir. Bir
diğer açıdan “asıl yaşamak”, sadece insana yakışır güzelliklerle yaşamak olarak
görüldüğünde, hiddet ve asabiyet, doğal olarak bu hâlin dışında ve bir ölünün
hâlinden farksız kalır.
5. “Tevazu ve alçak
gönüllülükte toprak gibi ol!”
Toprağın
en önemli özelliği, onun sert olmayışıdır. Yine toprak burada, -Biiznillah- suyu
merhamete, berekete dönüştüren ve tabiatı saflaştırıp onu yeniden doğuşa
hazırlayan karakteriyle öne çıkar.
İnsanın topraktan yaratıldığı düşünüldüğünde, onun da toprak gibi alçakgönüllü
olup kalbini herkese açması, onun için en evlâ olandır. Yine Seyranî’nin o
güzide sözündeki gibi, “Meğer taşa tohum ekilmez imiş” noktasından uzak olmaktır. Bu hâlde
kalbimizin kapısı, karakter olarak topraktan ve pişirilmiş olmalıdır.
6. “Hoşgörülükte
deniz gibi ol!”
Deniz,
içindeki canlılar ve üstünden geçen insanlar için ayrı bir iklime sahiptir. Bu iklim,
herkesi kendi semtine kabul eder. Denizin enginliği, onun karakterinin
genişliğini ve yine toprakta olduğu gibi alçakta olmayı, tevazuu ifade eder.
Hoşgörü, kadim kültürümüzde, günümüz küresel düzeninde slogan olmaktan kendini
kurtaramayan insancıl söylemlerden çok ötede ve yine ikliminde yaşamayan
insanın hakkıyla hissedar olamayacağı bir yerdedir.
7. “Ya olduğun gibi
görün, ya göründüğün gibi ol!”
Yedinci
iklim, geçtiğimiz diğer altı iklimin yaşanması ile dosdoğru mümkün olabilir.
Zira “Her ne isek, öyle olmalıyız!” diyerek biz de kolayca bir galata imza
atabiliriz.
Dilin dönmediği yerde onu zorlamak keşke bir kırılmaya yol açsa ya! Ya da “Bilemedim” deyip kolaya kaçsak, daha mı iyi acaba? Hayır, öyle de değil galiba! Çünkü insan olarak -muhakkak ki- zor olana talibiz. O hâlde yaşayamadık, o yüzden bilmeye de yaklaşamadık. Bilemedik, o yüzden de yaşayamadık. Evet, bu doğru! Ancak en doğru iklimlerde nefes almak için her an ve en önce kendi aynamızda “ne olup ne olmadığımızı” görüntülemek zorundayız. Olur ki, kendimize dürüstlüğümüz, yedi öğütteki her bir iklimin ve son iklimin kapı anahtarının yerini bize fısıldayabilir.