Yazı-tura ve güller

Konuşmadıkça bilemeyeceğimiz, yolumuz düşmedikçe keşfedemeyeceğimiz ibret dolu hikâyelere nicedir yüz çevirir olduk. Tanışmayı, konuşmayı, hâl hatır sormayı zamansızlığımıza kurban ettiğimizden beridir başka hikâyelerin başka kahramanlarından habersiziz. Bu habersizliğimizden olmalı ki, sabrımız da, şükrümüz de azalır oldu. Hayatlarımızdan şikâyet etmek artık diz boyu.

AKSİLİK bu ya, Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde, yol kenarına park ettiğim aracımı, ön tamponuna çarpılmış bir şekilde buluyorum. Canım sıkılıyor. Tampon, araçtan iki parmak ayrılmış. Kontrol ediyorum. Sorun çıkaracağa benzemiyor. Belli ki biri çarpmış ve kaçmış. Yapılacak bir şey yok. Yeter ki sorun yaşamadan Anadolu yakasındaki toplantıya yetişebileyim...

Yola koyuluyorum. 15 Temmuz Köprüsü’nden geçerken, aracın ön tarafından beni endişelendirecek derecede ses geliyor. Sarkan tamponun hızla giden araca çarptığını düşünerek ilerliyorum. E-5 karayoluna indiğimde ses iyiden iyiye çoğalıyor. Neredeyse araç dağılıverecekmiş hissine kapılıyorum. Bir yerde durup bakıyorum ama gürültünün nereden geldiğini anlayamıyorum.

En yakın oto tamircisini öğrenip Kartal-Maltepe mevkiindeki tamirciye giriyorum.

Telaşla yetkili ve etkili bir usta arıyor gözlerim. Genç bir delikanlı yaklaşıyor. Ustasını soruyorum.

-Ustam yok. Ben bakarım. Nedir sorun?

Gözüm tutmasa da anlatıyorum. Çok acelem olduğunu, ne kadar sürede sorunun giderileceğini soruyorum.

-Bahsettiğin sesi duymam gerek. Bir tur atıp gelirim abla.

“Tamam” diyorum çaresiz.

“Tur atacak, gerekli tamiri yapacak… Üstelik pek genç, pratik de değildir, anlaşılan toplantıya yetişemeyeceğim” diye aklımdan geçirince telefon edip toplantıya katılamayacağımı bildiriyorum. Bu, telaşımı azaltıyor.

Beş dakika sonra geliyor. Arabanın etrafında dolaşıp lastikleri kontrol ediyor. Olduğu yerden sesleniyor: “Abla, düşük tamponla çok hız yapmışsın. Ön lastik, sarkan çamurluk davlumbazını yemiş. Onu değiştirip tamponu da yerleştirdik mi, tamamdır!”

Bak sen! Tespiti ne de çabuk yaptı. Ses tonu da hayli emin.

-Ne kadar sürer?

-En çok yarım saat! Önce orijinal bir davlumbaz var mı, bakmalıyım. Yoksa yan servisten kapar gelirim.

-Tamam…

***

“İşine hâkim” diye düşünürken, dikkatle genç ustaya bakıyorum. Ve bir anda gördüğüme inanmakta zorlanıyorum.

Kir pas içindeki mavi iş önlüğü, kirli tırnakları, gres yağlı ellerine rağmen cebine yerleştirilmiş üç küçük kırmızı gül beni şaşırtıyor. Kara lâstiklerin, paslı el aletlerinin ve motorin kokusunun hâkim olduğu bu ortamda oluşları şaka gibi. Yüzüne bakıyorum. Çok genç. Saf aklın ışığı var bakışlarında. Gülümseyen yüzü çok masum.

Telaşla gerekli malzemeleri toparlıyor. Bu arada bana çay ikram etmeyi de ihmâl etmiyor.

O çalışırken izliyorum. Bir yandan da beni şaşırtan güllere getirmeye çalışıyorum konuşmayı.

-Kaç yaşındasın?

-16…

-İsmin nedir?

-Abdurrahim.

-İlköğretimden sonra iş hayatını seçtin, öyle mi?

-Yok aslında… Okul işi biraz şanssızlık oldu be abla!

-Nasıl yani?

-Abla, hikâyesi uzun, kafanı şişirmeyim şimdi, üstelik zamanın dar.

-Şişmez benim kafam. Bak, yetişeceğim yeri de iptal ettim. Sen bana bir çay daha söyle, hem sohbet etmiş oluruz, hem sen rahat rahat çalışırsın.

-Ne demek abla, hemen!

İkinci çayım geliyor. İnce belli bardakta, kırmızı baskılı plastik kahveci tabağı ile… Sorumu hatırlatmama gerek kalmadan başlıyor anlatmaya: “‘Tura’ dedim abla, okumayı bırakıp çalışmak bana düştü…”

-Nasıl yani?

-Dedim ya “Uzun hikâye” diye…

-Olsun, anlat sen…

***

“İki kardeşiz, bir yaş büyük ablam var. Ama bizi aynı anda ilkokula yazdırmışlar. Yani ben, bir yaş küçük başlamışım. Ama birlikte bitirdik ilköğretimi. Babam işçi. İkimizi birden okutamayacak. Bir gece bizi karşısına alıp, ‘İkinizden biri okuyacak, diğeri evin bütçesine katkıda bulunacak. İkiniz için de iş ayarladım. Ama biriniz bari okusun. Buna da ben karar veremem. Yazı tura atacağız’ dedi. Bozukluğu fırlattı havaya. Ben tura dedim, ablam yazı… Bozukluk yazı geldi. Tura gelseydi, ablam konfeksiyon atölyesinde işçi olacaktı. Yazı geldi, ben oto tamircisi oldum. İşte böyle abla! Ama ablam bu yıl liseyi bitirecek. Üniversiteyi de okuyacak. Dersleri çok iyi, kazanır garanti!” diyor gururla.

-Yani ablanı okutuyorsun, ne güzel!

-Evet! O kızdır, ezilmesin. Ben kurtarırım kendimi…

-Cebindeki güller? Âşık mısın yoksa?

-Daha değilim. Çünkü ailesinden istemedik.

-Abdurrahim, keyifli çocuksun, anladım da, ne alâkası var istemekle âşık olmanın?

-Olur mu abla, Temel’e sormuşlar “Aşk nedir?” diye, “Kızı istersin vermezler, âşık olursun” demiş. Şaka abla şaka! Sohbet olsun diye öyle söyledim. Cebimdeki güllerin aşkla ilgisi yok. Düşmüşüz ekmek derdine, aşk benim neyime? Yine babamın uzun hikâyelerinden biri bu güller...

-Neymiş hikâyesi?

-Hikâyeci misin sen abla? Kimse merak etmez bunları…

-Ben ediyorum.

-Babam, galiba beni okutamadığı için üzülüyor. Bir de işim ağır ve pis ya, mutlu olayım diye elinden geleni yapıyor. Çiçekleri çok sever, bana da, “Her gün bir canlı çiçek taşırsan göğsünün sol yanında, renkleri ve baharı hatırlar kalbin” diyor. Ona göre bahar umut, bahar güzel, bahar rahatlık, bolluk, mutluluk…

-Baban çok akıllıymış.

Bu tepkime, “Evet, akıllıdır. En pratik çözümleri o bulur. Bir de benim şansım olsa… Yazı desem tura, tura desem yazı geliyor. Yine iş benim başıma kalıyor” diye karşılık veriyor gülerek. İşi bitiyor. Mahir bir eda ile el aletlerini toparlarken, “Tamamdır abla!” diyor.

***

Ödememi yapıp, Abdurrahim’e sohbeti için teşekkür edip ayrılıyorum. Yol boyu, gülümseyen masum yüzünü, çalışkanlığını ve pratikliğini düşünüyorum. Hele hele imkânsızlıklarına yenik düşmek yerine onlarla dalga geçme yöntemini keşfetmiş olmasına, bir de babasının öğüdünü dikkate alışına hayran kalıyorum.

Her gün bir sebeple yan yana geliyoruz; özgüvenli iş adamı, telaşlı ev hanımı, başı öne düşmüş bir baba, omuzları çökmüş bir genç, bakışlarına hüzün yerleşmiş bir anne, gurbeti soluyan bir dede, bir nene… Oto tamircisi, işportacı, kasiyer, tezgâhtar, banka memuru, doktor, öğretmen, mühendis ve tüm meslek alanlarında çalışan her birimiz, birbirimizin yanından yöresinden geçerken, içinde bulunduğumuz durumu “kalabalık” olarak adlandırıyoruz. “Bugün pazar çok kalabalıktı”, “AVM’de iğne atsan yere düşmezdi”, “Aman iş çıkışına denk gelmeyelim, insan seli içinde kalmayalım”, “İskeleler, metrolar ana baba günü” diye tabir ettiğimiz o kalabalıklar nispetince hikâye ve o hikâyelerin kahramanları olduğunu unutuyor, sadece kendi hikâyelerimizin kahramanı olmanın yorgunluğunda boğuluyoruz.

Konuşmadıkça bilemeyeceğimiz, yolumuz düşmedikçe keşfedemeyeceğimiz ibret dolu hikâyelere nicedir yüz çevirir olduk. Tanışmayı, konuşmayı, hâl hatır sormayı zamansızlığımıza kurban ettiğimizden beridir başka hikâyelerin başka kahramanlarından habersiziz. Bu habersizliğimizden olmalı ki, sabrımız da, şükrümüz de azalır oldu. Hayatlarımızdan şikâyet etmek artık diz boyu.

Bir başka yitiğimiz de şu ki, tanışmayınca, konuşmayınca, bilmeyince, duymayınca, şaşıramaz, hayret edemez olduk. Her insan tekinin kendine münhasır kaderi olduğunu bildik ama o kaderin yazdığı hikâyelere köreldik köreleli ibretten nasibimiz kesildi.

Üstüne üstlük bir tesellisiz kaldık. Bu yüzden kimin yüzüne baksak, kim yüzümüze baksa, mahzunluğun, hüznün, kederin izleri birbirimize tanıdık geliyor…