AKSİLİK bu ya, Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde, yol kenarına
park ettiğim aracımı, ön tamponuna çarpılmış bir şekilde buluyorum. Canım
sıkılıyor. Tampon, araçtan iki parmak ayrılmış. Kontrol ediyorum. Sorun
çıkaracağa benzemiyor. Belli ki biri çarpmış ve kaçmış. Yapılacak bir şey yok.
Yeter ki sorun yaşamadan Anadolu yakasındaki toplantıya yetişebileyim...
Yola
koyuluyorum. 15 Temmuz Köprüsü’nden geçerken, aracın ön tarafından beni
endişelendirecek derecede ses geliyor. Sarkan tamponun hızla giden araca
çarptığını düşünerek ilerliyorum. E-5 karayoluna indiğimde ses iyiden iyiye
çoğalıyor. Neredeyse araç dağılıverecekmiş hissine kapılıyorum. Bir yerde durup
bakıyorum ama gürültünün nereden geldiğini anlayamıyorum.
En
yakın oto tamircisini öğrenip Kartal-Maltepe mevkiindeki tamirciye giriyorum.
Telaşla
yetkili ve etkili bir usta arıyor gözlerim. Genç bir delikanlı yaklaşıyor.
Ustasını soruyorum.
-Ustam yok. Ben
bakarım. Nedir sorun?
Gözüm
tutmasa da anlatıyorum. Çok acelem olduğunu, ne kadar sürede sorunun
giderileceğini soruyorum.
-Bahsettiğin sesi
duymam gerek. Bir tur atıp gelirim abla.
“Tamam”
diyorum çaresiz.
“Tur
atacak, gerekli tamiri yapacak… Üstelik pek genç, pratik de değildir, anlaşılan
toplantıya yetişemeyeceğim” diye aklımdan geçirince telefon edip toplantıya
katılamayacağımı bildiriyorum. Bu, telaşımı azaltıyor.
Beş
dakika sonra geliyor. Arabanın etrafında dolaşıp lastikleri kontrol ediyor.
Olduğu yerden sesleniyor: “Abla, düşük tamponla çok hız yapmışsın. Ön lastik,
sarkan çamurluk davlumbazını yemiş. Onu değiştirip tamponu da yerleştirdik mi,
tamamdır!”
Bak
sen! Tespiti ne de çabuk yaptı. Ses tonu da hayli emin.
-Ne
kadar sürer?
-En çok yarım
saat! Önce orijinal bir davlumbaz var mı, bakmalıyım. Yoksa yan servisten kapar
gelirim.
-Tamam…
***
“İşine
hâkim” diye düşünürken, dikkatle genç ustaya bakıyorum. Ve bir anda gördüğüme
inanmakta zorlanıyorum.
Kir
pas içindeki mavi iş önlüğü, kirli tırnakları, gres yağlı ellerine rağmen
cebine yerleştirilmiş üç küçük kırmızı gül beni şaşırtıyor. Kara lâstiklerin,
paslı el aletlerinin ve motorin kokusunun hâkim olduğu bu ortamda oluşları şaka
gibi. Yüzüne bakıyorum. Çok genç. Saf aklın ışığı var bakışlarında. Gülümseyen
yüzü çok masum.
Telaşla
gerekli malzemeleri toparlıyor. Bu arada bana çay ikram etmeyi de ihmâl
etmiyor.
O
çalışırken izliyorum. Bir yandan da beni şaşırtan güllere getirmeye çalışıyorum
konuşmayı.
-Kaç
yaşındasın?
-16…
-İsmin
nedir?
-Abdurrahim.
-İlköğretimden
sonra iş hayatını seçtin, öyle mi?
-Yok aslında… Okul
işi biraz şanssızlık oldu be abla!
-Nasıl
yani?
-Abla, hikâyesi
uzun, kafanı şişirmeyim şimdi, üstelik zamanın dar.
-Şişmez
benim kafam. Bak, yetişeceğim yeri de iptal ettim. Sen bana bir çay daha söyle,
hem sohbet etmiş oluruz, hem sen rahat rahat çalışırsın.
-Ne demek abla,
hemen!
İkinci
çayım geliyor. İnce belli bardakta, kırmızı baskılı plastik kahveci tabağı ile…
Sorumu hatırlatmama gerek kalmadan başlıyor anlatmaya: “‘Tura’ dedim abla,
okumayı bırakıp çalışmak bana düştü…”
-Nasıl
yani?
-Dedim ya “Uzun hikâye”
diye…
-Olsun,
anlat sen…
***
“İki
kardeşiz, bir yaş büyük ablam var. Ama bizi aynı anda ilkokula yazdırmışlar. Yani
ben, bir yaş küçük başlamışım. Ama birlikte bitirdik ilköğretimi. Babam işçi.
İkimizi birden okutamayacak. Bir gece bizi karşısına alıp, ‘İkinizden biri okuyacak, diğeri evin bütçesine katkıda bulunacak.
İkiniz için de iş ayarladım. Ama biriniz bari okusun. Buna da ben karar
veremem. Yazı tura atacağız’ dedi. Bozukluğu fırlattı havaya. Ben tura
dedim, ablam yazı… Bozukluk yazı geldi. Tura gelseydi, ablam konfeksiyon
atölyesinde işçi olacaktı. Yazı geldi, ben oto tamircisi oldum. İşte böyle abla!
Ama ablam bu yıl liseyi bitirecek. Üniversiteyi de okuyacak. Dersleri çok iyi,
kazanır garanti!” diyor gururla.
-Yani
ablanı okutuyorsun, ne güzel!
-Evet! O kızdır,
ezilmesin. Ben kurtarırım kendimi…
-Cebindeki
güller? Âşık mısın yoksa?
-Daha değilim.
Çünkü ailesinden istemedik.
-Abdurrahim,
keyifli çocuksun, anladım da, ne alâkası var istemekle âşık olmanın?
-Olur mu abla,
Temel’e sormuşlar “Aşk nedir?” diye, “Kızı istersin vermezler, âşık olursun”
demiş. Şaka abla şaka! Sohbet olsun diye öyle söyledim. Cebimdeki güllerin
aşkla ilgisi yok. Düşmüşüz ekmek derdine, aşk benim neyime? Yine babamın uzun
hikâyelerinden biri bu güller...
-Neymiş
hikâyesi?
-Hikâyeci misin
sen abla? Kimse merak etmez bunları…
-Ben
ediyorum.
-Babam, galiba
beni okutamadığı için üzülüyor. Bir de işim ağır ve pis ya, mutlu olayım diye
elinden geleni yapıyor. Çiçekleri çok sever, bana da, “Her gün bir canlı çiçek
taşırsan göğsünün sol yanında, renkleri ve baharı hatırlar kalbin” diyor. Ona
göre bahar umut, bahar güzel, bahar rahatlık, bolluk, mutluluk…
-Baban
çok akıllıymış.
Bu
tepkime, “Evet, akıllıdır. En pratik çözümleri o bulur. Bir de benim şansım
olsa… Yazı desem tura, tura desem yazı geliyor. Yine iş benim başıma kalıyor”
diye karşılık veriyor gülerek. İşi bitiyor. Mahir bir eda ile el aletlerini
toparlarken, “Tamamdır abla!” diyor.
***
Ödememi
yapıp, Abdurrahim’e sohbeti için teşekkür edip ayrılıyorum. Yol boyu,
gülümseyen masum yüzünü, çalışkanlığını ve pratikliğini düşünüyorum. Hele hele
imkânsızlıklarına yenik düşmek yerine onlarla dalga geçme yöntemini keşfetmiş
olmasına, bir de babasının öğüdünü dikkate alışına hayran kalıyorum.
Her
gün bir sebeple yan yana geliyoruz; özgüvenli iş adamı, telaşlı ev hanımı, başı
öne düşmüş bir baba, omuzları çökmüş bir genç, bakışlarına hüzün yerleşmiş bir
anne, gurbeti soluyan bir dede, bir nene… Oto tamircisi, işportacı, kasiyer,
tezgâhtar, banka memuru, doktor, öğretmen, mühendis ve tüm meslek alanlarında
çalışan her birimiz, birbirimizin yanından yöresinden geçerken, içinde
bulunduğumuz durumu “kalabalık” olarak adlandırıyoruz. “Bugün pazar çok
kalabalıktı”, “AVM’de iğne atsan yere düşmezdi”, “Aman iş çıkışına denk
gelmeyelim, insan seli içinde kalmayalım”, “İskeleler, metrolar ana baba günü”
diye tabir ettiğimiz o kalabalıklar nispetince hikâye ve o hikâyelerin
kahramanları olduğunu unutuyor, sadece kendi hikâyelerimizin kahramanı olmanın
yorgunluğunda boğuluyoruz.
Konuşmadıkça
bilemeyeceğimiz, yolumuz düşmedikçe keşfedemeyeceğimiz ibret dolu hikâyelere
nicedir yüz çevirir olduk. Tanışmayı, konuşmayı, hâl hatır sormayı
zamansızlığımıza kurban ettiğimizden beridir başka hikâyelerin başka
kahramanlarından habersiziz. Bu habersizliğimizden olmalı ki, sabrımız da,
şükrümüz de azalır oldu. Hayatlarımızdan şikâyet etmek artık diz boyu.
Bir
başka yitiğimiz de şu ki, tanışmayınca, konuşmayınca, bilmeyince, duymayınca,
şaşıramaz, hayret edemez olduk. Her insan tekinin kendine münhasır kaderi
olduğunu bildik ama o kaderin yazdığı hikâyelere köreldik köreleli ibretten
nasibimiz kesildi.
Üstüne
üstlük bir tesellisiz kaldık. Bu yüzden kimin yüzüne baksak, kim yüzümüze
baksa, mahzunluğun, hüznün, kederin izleri birbirimize tanıdık geliyor…