MADEM konumuz öğrenme
ve idrak, bu konuyla ilgili “küçük” öğretmenlik tecrübelerimden birini paylaşmak,
konumuzun ana hattından ayrılmamak için en doğrusu olacak.
Ben
öğretmen değilim, üzülerek ifade etmem gerekir ki “formasyon” adı verilen
eğitimlerden de hiç almadım. Fakat çeşitli vesilelerle iştirak ettiğim yazarlık
atölyelerinde -kahir ekseriyeti lise öğrencilerine olmak üzere- dersler verdim.
“Yazarlık öğretilir mi?” sorusu başka, bambaşka bir konu ki ben de atölyelerde
bunu kendime hiç maksat edinmedim. Karşılaştığım öğrencilerin dili doğru
kullanmalarını yani düzgün cümle kurmalarını sağlamak, muhakeme kabiliyetlerini
geliştirmek, bir olayı dağıtmadan, adına “omurga” dediğim kuvvetli bir akış
içinde anlatabilmeyi kavratmak, şu güzel, pek geniş imkânlı Türkçenin
hünerlerini fark etmelerini sağlamak asıl hedefim oldu. Ama gizli bir maksadım
daha vardı, çok gizli hem de…
Bilinen
bir usûldür, bazen hikâyenin başı, ortası veya sonu eksik bırakılır ve öğrencilere
verilir, onların tamamlamaları istenir. Ben çoğunlukla bunu tercih etmedim, her
hikâyecinin yaptığını onlara yaptırmayı düşündüm ve hikâyenin en kritik, en
heyecanlı anında onları tek başlarına bırakıp hayatî bir karar vermelerini
istedim. Bu karar ânı pek mühimdir. Kişinin dünya görüşünü, insana dair
inancını, varoluş hakkındaki hissedişini ve daha pek çok fikri ortaya döker. Neticede
hep söylenegeldiği gibi hikâye bir “ân”dır çünkü ve bütün hikâyeciler dönüp
dolaşıp o ânı yazar.
Ben
gizli hedefime vâsıl olabilmek için çoğunlukla ünlü hikâyecilerin hikâyelerinden
faydalandım. İlk olarak Gorki’ye müracaat ettim. Maksim Gorki’nin “Erkek
Arkadaş Boles” adlı hikâyesini aldım, tercih ânına kadar okuttum ve orada
durdum, “Haydi bakalım, devamını yazın!” dedim. Hikâye çirkin, düşkün, “Teresa”
adlı bir kadının, komşusu olan üniversite öğrencisinden, erkek arkadaşı Boles
için mektup yazmasını istemesiyle başlıyordu. Aradan bir müddet geçince Teresa,
yine öğrencinin kapısını çalıyordu ve bu kez de Boles’in Teresa’ya cevabî
mektubunu yazmasını istiyordu. Yani ortada Boles Moles yoktu; şefkate muhtaç
Teresa’nın kendi kendine uydurduğu hayâlî bir sevgili ile hem ondan gelen, hem
ona gidecek mektuplar vardı.
Öğrencinin
kızgınlıkla bunu anladığı anda Teresa’nın verdiği tepki ise şöyle idi: “Ne
olacak ha, ne olacak? Evet, tam da anladığınız gibi! Boles Moles yok… Teresa da
yok. Ama size ne bundan? Kâğıt üzerinde kaleminizi oynatıvermek çok mu zorunuza
gitti? Ah sizler, mektep çocukları! Evet, ne Boles var, ne de Teresa! Yalnızca
ben varım. Ne çıkar bundan?”¹
Sınıftaki
sessizlik güzel bir andı. “Ama hocam” dediler, “Ama hocam”. “Yazın” dedim, “Yazın,
devamını yazın!”. Yirmi otuz dakikada dünya hikâyesinin en büyük yazarlarından
biriyle boy ölçüşeceklerdi. Bakalım neyi tercih edeceklerdi. Teresa’yı ruh
hastası olduğu için hastaneye mi göndereceklerdi, yoksa bu çirkin ve düşkün
kadının neye ihtiyacı olduğunu fark edebilecekler miydi? Bu hikâye ile neyi
öğrenecek, neyi idrak edeceklerdi? Bu hikâyenin devamını yazarken yapacakları
tercih; iyiyi, güzeli ve hayrı, o arzu ettiğimiz insanı inşâ etmeye dair acaba
bir şeyler öğretebilecek miydi?
Yazarlık
atölyesinde tek maksat, hikâyede bakış açılarını anlatmak, fantastikten büyülü
gerçekçiliğe o gönüllerini çokça çelen hikâyelerin yazarlarından bahsetmek, tekniklerini
kuvvetlendirmek, diyalog yazımındaki biçimleri öğretmek miydi? Yoksa şu gizli
maksatla alâkalı daha aslî meseleler mi vardı? Sayısı on beşi belki bulan sınıf,
sessizce kâğıtlara bu sorunun cevabını yazıyordu.
Şurada
oturan kız pek sessiz, pek çekingen ama çok kabiliyetli. Aslında şair kumaşı
var ama o farkında değil ve polis olmak istiyor. Uçtaki oğlumuz hâlâ çocuk, yazdıkları
biraz tekdüze ama pek efendi, pek kibar. Sağ baştaki en kısa yazanları; bir
sayfayı nadiren bulur yazdıkları. Ama sivri, keskin bir kurgusu var. Meslek
lisesi öğrencisi ve o da kendisinin farkında olmayanlardan. Çünkü acayip bir senarist
olabilir! Ortada oturan iki kafadar çok akıllı iki kız. Hanım hanımcık
durduklarına bakmayın, ellerinden bir uçan, bir de kaçan kurtulacak ileride.
Biri şimdiden Korece yazışıyor Güney Koreli arkadaşıyla. Sol taraftakiler
ayrılmaz dörtlü, dikkat çekici bir istikrarları var. “Tamam hocam” diyorlar
yanlışlarını gösterince, hemen elimden kapıyorlar kâğıdı düzeltmek için.
Kim
demiş “Gençlik elden gidiyor” diye? Karamsar olmayınız efendim, lütfen! Onlar
bizden daha iyi olacaklar inşallah.
Nihayet
verilen süre doluyor ve yüksek sesle artık yazdıklarını okuyorlar. Hayat
tecrübesi pek az, on altı, on yedi yaşlarındaki sınıf, bozuk cümlelerle de
olsa, kısa da olsa, hatalarla dolu da olsa, o çirkin ve düşkün kadının elinden
tutup kadıncağıza yardım ediyorlar.
Hikâyenin,
Gorki’nin kaleme aldığı sonunu okumadan, Gorki’nin tercihinin aynısını
yapıyorlar. İçimde bir soru dolanıp duruyor artık: Bu çocuklara bu tercihi yaptıran
ne? İçlerinde, ruhlarının en derininde neyi yeniden öğrenmişlerdi, neyi idrak
etmişlerdi de üç beş cümleyle birisine yardım etmişlerdi? Yoksa insan, aslında sahiden
de iyi bir varlık mıydı? Yoksa aslında bu dünyaya değil, başka bir yere mi
aitti, buralarda gurbette miydi?
Vakit
azalıyor, sona yaklaşıyorduk. Gizli bir sandıktan çıkarır gibi çantadan
sayfaları çıkarıp Gorki’den hikâyenin kalanını okuduk. Bazıları tatlı bir
pişkinlikle arkalarına yaslanıp, “Hocam ya, Gorki de işte benim gibi yazmış!”
diyordu. Ayan beyan ortaydaydı ki, çok çok ünlü bir yazarla aynı düşüncede
olmak, “onun gibi yazmak”, onları mutlu etmişti. Çocuklar sınıftan çıkarken
benim elimde, hikâyenin, romanın, şiirin ve başlı başına yazmanın, hakikati öğrenme
ve idrak ettirme gücüne inanmam için sayfalar dolusu yeni delil vardı.
1. “50 Muhteşem Kısa Hikâye, Tefrika
Yayınları”