Yazarlık atölyesinde öğrenme ve idrak

Bu çocuklara bu tercihi yaptıran ne? İçlerinde, ruhlarının en derininde neyi yeniden öğrenmişlerdi, neyi idrak etmişlerdi de üç beş cümleyle birisine yardım etmişlerdi? Yoksa insan, aslında sahiden de iyi bir varlık mıydı? Yoksa aslında bu dünyaya değil, başka bir yere mi aitti, buralarda gurbette miydi?

MADEM konumuz öğrenme ve idrak, bu konuyla ilgili “küçük” öğretmenlik tecrübelerimden birini paylaşmak, konumuzun ana hattından ayrılmamak için en doğrusu olacak.

Ben öğretmen değilim, üzülerek ifade etmem gerekir ki “formasyon” adı verilen eğitimlerden de hiç almadım. Fakat çeşitli vesilelerle iştirak ettiğim yazarlık atölyelerinde -kahir ekseriyeti lise öğrencilerine olmak üzere- dersler verdim. “Yazarlık öğretilir mi?” sorusu başka, bambaşka bir konu ki ben de atölyelerde bunu kendime hiç maksat edinmedim. Karşılaştığım öğrencilerin dili doğru kullanmalarını yani düzgün cümle kurmalarını sağlamak, muhakeme kabiliyetlerini geliştirmek, bir olayı dağıtmadan, adına “omurga” dediğim kuvvetli bir akış içinde anlatabilmeyi kavratmak, şu güzel, pek geniş imkânlı Türkçenin hünerlerini fark etmelerini sağlamak asıl hedefim oldu. Ama gizli bir maksadım daha vardı, çok gizli hem de…

Bilinen bir usûldür, bazen hikâyenin başı, ortası veya sonu eksik bırakılır ve öğrencilere verilir, onların tamamlamaları istenir. Ben çoğunlukla bunu tercih etmedim, her hikâyecinin yaptığını onlara yaptırmayı düşündüm ve hikâyenin en kritik, en heyecanlı anında onları tek başlarına bırakıp hayatî bir karar vermelerini istedim. Bu karar ânı pek mühimdir. Kişinin dünya görüşünü, insana dair inancını, varoluş hakkındaki hissedişini ve daha pek çok fikri ortaya döker. Neticede hep söylenegeldiği gibi hikâye bir “ân”dır çünkü ve bütün hikâyeciler dönüp dolaşıp o ânı yazar.

Ben gizli hedefime vâsıl olabilmek için çoğunlukla ünlü hikâyecilerin hikâyelerinden faydalandım. İlk olarak Gorki’ye müracaat ettim. Maksim Gorki’nin “Erkek Arkadaş Boles” adlı hikâyesini aldım, tercih ânına kadar okuttum ve orada durdum, “Haydi bakalım, devamını yazın!” dedim. Hikâye çirkin, düşkün, “Teresa” adlı bir kadının, komşusu olan üniversite öğrencisinden, erkek arkadaşı Boles için mektup yazmasını istemesiyle başlıyordu. Aradan bir müddet geçince Teresa, yine öğrencinin kapısını çalıyordu ve bu kez de Boles’in Teresa’ya cevabî mektubunu yazmasını istiyordu. Yani ortada Boles Moles yoktu; şefkate muhtaç Teresa’nın kendi kendine uydurduğu hayâlî bir sevgili ile hem ondan gelen, hem ona gidecek mektuplar vardı.

Öğrencinin kızgınlıkla bunu anladığı anda Teresa’nın verdiği tepki ise şöyle idi: “Ne olacak ha, ne olacak? Evet, tam da anladığınız gibi! Boles Moles yok… Teresa da yok. Ama size ne bundan? Kâğıt üzerinde kaleminizi oynatıvermek çok mu zorunuza gitti? Ah sizler, mektep çocukları! Evet, ne Boles var, ne de Teresa! Yalnızca ben varım. Ne çıkar bundan?”¹

Sınıftaki sessizlik güzel bir andı. “Ama hocam” dediler, “Ama hocam”. “Yazın” dedim, “Yazın, devamını yazın!”. Yirmi otuz dakikada dünya hikâyesinin en büyük yazarlarından biriyle boy ölçüşeceklerdi. Bakalım neyi tercih edeceklerdi. Teresa’yı ruh hastası olduğu için hastaneye mi göndereceklerdi, yoksa bu çirkin ve düşkün kadının neye ihtiyacı olduğunu fark edebilecekler miydi? Bu hikâye ile neyi öğrenecek, neyi idrak edeceklerdi? Bu hikâyenin devamını yazarken yapacakları tercih; iyiyi, güzeli ve hayrı, o arzu ettiğimiz insanı inşâ etmeye dair acaba bir şeyler öğretebilecek miydi?

Yazarlık atölyesinde tek maksat, hikâyede bakış açılarını anlatmak, fantastikten büyülü gerçekçiliğe o gönüllerini çokça çelen hikâyelerin yazarlarından bahsetmek, tekniklerini kuvvetlendirmek, diyalog yazımındaki biçimleri öğretmek miydi? Yoksa şu gizli maksatla alâkalı daha aslî meseleler mi vardı? Sayısı on beşi belki bulan sınıf, sessizce kâğıtlara bu sorunun cevabını yazıyordu.

Şurada oturan kız pek sessiz, pek çekingen ama çok kabiliyetli. Aslında şair kumaşı var ama o farkında değil ve polis olmak istiyor. Uçtaki oğlumuz hâlâ çocuk, yazdıkları biraz tekdüze ama pek efendi, pek kibar. Sağ baştaki en kısa yazanları; bir sayfayı nadiren bulur yazdıkları. Ama sivri, keskin bir kurgusu var. Meslek lisesi öğrencisi ve o da kendisinin farkında olmayanlardan. Çünkü acayip bir senarist olabilir! Ortada oturan iki kafadar çok akıllı iki kız. Hanım hanımcık durduklarına bakmayın, ellerinden bir uçan, bir de kaçan kurtulacak ileride. Biri şimdiden Korece yazışıyor Güney Koreli arkadaşıyla. Sol taraftakiler ayrılmaz dörtlü, dikkat çekici bir istikrarları var. “Tamam hocam” diyorlar yanlışlarını gösterince, hemen elimden kapıyorlar kâğıdı düzeltmek için.

Kim demiş “Gençlik elden gidiyor” diye? Karamsar olmayınız efendim, lütfen! Onlar bizden daha iyi olacaklar inşallah.

Nihayet verilen süre doluyor ve yüksek sesle artık yazdıklarını okuyorlar. Hayat tecrübesi pek az, on altı, on yedi yaşlarındaki sınıf, bozuk cümlelerle de olsa, kısa da olsa, hatalarla dolu da olsa, o çirkin ve düşkün kadının elinden tutup kadıncağıza yardım ediyorlar.

Hikâyenin, Gorki’nin kaleme aldığı sonunu okumadan, Gorki’nin tercihinin aynısını yapıyorlar. İçimde bir soru dolanıp duruyor artık: Bu çocuklara bu tercihi yaptıran ne? İçlerinde, ruhlarının en derininde neyi yeniden öğrenmişlerdi, neyi idrak etmişlerdi de üç beş cümleyle birisine yardım etmişlerdi? Yoksa insan, aslında sahiden de iyi bir varlık mıydı? Yoksa aslında bu dünyaya değil, başka bir yere mi aitti, buralarda gurbette miydi?

Vakit azalıyor, sona yaklaşıyorduk. Gizli bir sandıktan çıkarır gibi çantadan sayfaları çıkarıp Gorki’den hikâyenin kalanını okuduk. Bazıları tatlı bir pişkinlikle arkalarına yaslanıp, “Hocam ya, Gorki de işte benim gibi yazmış!” diyordu. Ayan beyan ortaydaydı ki, çok çok ünlü bir yazarla aynı düşüncede olmak, “onun gibi yazmak”, onları mutlu etmişti. Çocuklar sınıftan çıkarken benim elimde, hikâyenin, romanın, şiirin ve başlı başına yazmanın, hakikati öğrenme ve idrak ettirme gücüne inanmam için sayfalar dolusu yeni delil vardı.


1. “50 Muhteşem Kısa Hikâye, Tefrika Yayınları”