“CİHÂN-ârâ cihân içindedir, arayıbilmezler/ O mâhiler ki deryâ içredir, deryâyı
bilmezler.” (Hâyâlî) (İnsan yaşar ama
yaşadığına inanmaz./ Yaşamaz ama yaşadığına inanmaya çalışır.)
Hangi yaşam kime ait, kim hangi
yaşamın ellerinde tutsak? Bunu görmek ve tespit etmek elbette mümkün değil.
Ancak lezzetini tattığımız ne varsa dile gelsin diye beklemişiz de tadarken bizimle
konuştuğunu hiç duymamışız. Kitabı karış karış okumuşuz, defterin sayfalarını
buruşturmuşuz da bir satır arasına bakmayı unutmuşuz. Yollar yanımızdan geçip
gitmiş de yola azık endişesiyle biriktirip durmuşuz. Yolu tanımadan izi, kimin
izi olduğunu bilmeden yolu takip etmişiz. Gelmesini beklediğimiz gemi tekrarlı
şekilde özümüzden ve gözümüzden geçmiş de suçu hep geri kalan saate yazmışız. Sürekli
-sadece- kurulan saat ile kurmaksızın vakti gelince -kendiliğinden- çalan saat
arasındaki fark gibi bir durum bu. Saat farkı mı, zaman farkı mı? Duvardaki
saat mi, yoksa masa saati mi?
“Sanki bu başka bir bahis” diyor
içim. İçinden geçsek bile elimizle dokunamadığımız bulut gibi bir şey ise
zaman, “Hangi noktasından veya neresinden tutmalıyız?” demenin çok da anlamı olmuyor
sanki. “Bildiği alana karşı özlem yerine bilmediği alana karşı gizem
toplamak ve bunu yaşamaya çalışmak ile meşgul olmak varken, bunlara ne gerek
var efendim?” (!) diyor. Madem hasadın hakkını her adımda vermek yerine en
baştan fidanın/maksadın boynunu vurmayı tercih ediyoruz, o vakit bir hasret veya
bir vuslat kaygısından bahsetmek niye? Bir edebî kaygı mıdır, nedir? Belki, kim
bilir? Ama hayır, dili koparılmış, hayrette perişan hâlde bırakılıp sonraki
aşamaya geçilememiş bir durum belki. Her bir dizesi bir silaha misâl olmakla
birlikte, bize yöneltilmiş ve ateş etmeye hazır bir garip teçhizat.
İyi söylersiniz, hoş söylersiniz de bunu nasıl, nereden
bileceğiz?
Ona da var ilaç efendim, olmaz
mı? Yeter ki öğrenmek, okumak ve bilmekten açılsın konu! Hemen hazır
paketlerimizden birini de sizin için açarız. Her şey aynı değil mi zaten?
Sadece biraz süsleme sanatı... Gerisi, kaynağı bilinmeyen bir miktar kaygı
sadece… O da harekete geçirmek için... Hem öğrenmek
ve bilmek kaygısıyla okuyan insan niye “Bilmiyorum” desin ki? Hareket noktası
ile kaygısı, kitaptaki öğrenme ve bilme satırları bittiğinde -onun için- çoktan
bitmiş olacak zira.
Hep düşer gibi, inler gibi,
daldan uzaklaşır gibi, meyve yemekten kaçar gibidir bu insan. Öyle
üşüşür ki avuçlarına koz olmuş bahar… Bir gün yüzü görmeksizin, bir güneşte
durmaksızın, bir toz savurmaksızın, bir iyi yarayı kanatmaksızın, bir diğerini
sarmaksızın dolaşıp içi dolmamış senelerin bağrına hep taş basar hâle gelmiş. Sözleriyle
hep kalpleri sürgülemiş. “Zulüm” kelimesinden habersizce, insana insan olduğunu
unutturmaya çalışır olmuş. Onun insanî sınırlarda insanî sırlarını yaşama
sanatına dönüştürmesine engel olmuş. İnsana tebessüm vaktinde pencereden bakıp,
manzarayı seyir vaktinde duvardaki taşların sertliğini düşünür olmuş. Gücün,
ele geçtiğinde onun yokluğu kadar asil, elden gittiğinde ise o elindeymiş gibi
zengin kalabilmek olan sokağına hiç taşınmamış, üşümekten sıcağa hiç vakti
yetişmemiş. Soğuk içmekten, sıcak bir çorbanın diline hep yabancı kalmış olmanın
verdiği hüznü bile kitaplarda okumuş. Okumuş da, yine de ne kendi efganına
kulak vermiş, ne hayatın sesine tanış olmuş.
Bu aciz durum, daha ziyade eşyaya
ve insana bakış açısı farkının azaldığı yerde hayat/kendini bulur.
Hâlbuki eşya dardır; tükenir ve tükendikçe imkân
dâhilinde üretilir. İnsan ise çok geniştir.
Lâkin tüketmeye alışmış olmak,
zamanla insana giden yolları da daraltır. İnsan kalbinin kapısını aşındırmak
ile o kapıya yük bırakmak bu noktada aynıdır. Hâlbuki onu genişletecek yollara
giden kapıların dilini çözmek, ondan istifade etmektir. İstifade ise menfaatsiz
bir bakış ile karşılıklı olarak insanı, insanî olarak genişletmek ve
geliştirmektir. Lâkin bunun adı ve amacı genişletmek ve geliştirmek de
olmamalıdır. Belki sadece olumlu bir yan etkiden bahsedebiliriz. Daha ziyade
ise, “saf ve salt insanî ve kalbî bir niyet ile yola düşmek” diyebiliriz
buna.
Öyle deriz de ey can, ruh dar olunca etrafını daraltır;
ruh geniş olunca etrafını genişletir. Hem hangi ruh hangi dili konuşur? Ruhun
dili var mı ki?
Var, evet! O hâlde? O hâlde bilen
beri gelsin! Gelsin değil, buyursun tabiî, ama dikenli tellere takılmadan… Bir
avuç suda boğulmadan… Bir karış derede yüzmeye çalışmadan... Şöyle bir
baktığımızda, bir de kendi çürük kapakçık sızıntısını derya, derya gibi olanı
da seraba teşbih etmek ve dahası, öyle bilmek konusu var. Bu, öyle
bilmekler değil mi zaten? Öyle yaşamak gibi değil… Kolay ve maliyeti düşük bir
sarfiyatın ürünü… Gel ki jelatini pahalı, öyle ya... Dışı parlıyor ya, bak
işte! Parlıyor, evet! Bir ışık mı yoksa?
“Işık” deyince, aydınlanmak mı, yoksa gölge oyunu
mu akla geliyor?
Doğrusu, “akla gelmek” değil, “eylemlerimize
ve bütün evrenimize gelmek” olmalı galiba. Hem doğrudan ve en baştan akla
gelirse, akla karayı seçemeden kendini haklı çıkaracak aklî bir sapağa çoktan
sapılmış olur zaten. Böylece bu süreçte gölge oyunu devam eder. Bizler de biletsiz
izler, gezer, mutluluk bahsinden yeni kapılar açar yahut yeni kapılardan
mutluluk devşiririz.
Devşirmek de ne ola ki?
Şaibeli bir tarifedir efendim.
Asıl anlamının odağını kaybetmiş kelâm taifesinden… Hatırlayalım! Hasat
mevsimine gayret etmedik ki, baştan kestik başını! Hem hasat mevsimine varmış
olsak, niyetin saflığında kaybolmuş bambaşka kelâmlar edebilirdik. Hep
yaptığımızı bu dem yapmamış olalım ki iddia için ille bir sunum gerekmez. İfade
etmek, iddia etmenin aslıdır. Öyle ki, insanın bildiğini söylediği alanlara
dair bahisleri tam olarak bir bahisten ibarettir. En zayıf tez bile çökünce, en
zayıf hâliyle bir hicap gerektirir. O da olmazsa, “insan”a dair kaybetmeler
birbirini izler.
Biz bu mektubu yazadururken, o ise kâğıt üstünde
yaşamaya alıştığından olsa gerek, hayâlî çekmeceden çıkardığı kâğıtları karıp
oyuna devam etsin. Hayatındaki diğer gölgeli alanlar gibi...