
HASTANE koridorunda
tedavi sıramı bekliyorum. Elimdeki muayene numarası “71”, ekranda görünen sayı “37”.
Saat 10 suları. Nereden baksam şimdiye kadar muayeneye giren hastalar kadar
kişi var önümde. Öğlene kadar muayeneye girebilmeyi umuyorum.
Koridor
mis gibi deterjan kokuyor. Gürültü patırtı yok. Hastalardan kimileri kendi
aralarında fısıltı ile konuşuyor, kimisi cep telefonundan sosyal medyada
geziniyor. Muayenedeki hasta çıkınca ekranda sıra numarası değişiyor ve sistem
tıkır tıkır işliyor.
Beklemek
bir sabır işi; biraz tevekkül, biraz sükûnet ve biraz da içinde bulunulan
durumu akışına bırakma gayreti istiyor. Ben ne vakit böyle bir bekleyişe düşsem,
içimden “ibadetin sanat hâli” diye geçirir, sabrı en zarif hâliyle göstermem
gerektiğine dair kendimi tembihlerim.
Ağrım
sızım yok, hamdolsun. Son bir aydır sol omzumda zaman zaman uyuşma oluyor. “Eş
dost ‘Aman ihmâl etme!’ dediğinden buradayım” desem de uyuşukluğun iyi bir şey
olmadığının farkındayım.
Uyuşunca
aksıyor tüm akış. Değişiyor insanın hâli. Uzun süre dizüstü oturunca ayaklar
uyuşur ve kalkınca yürümek zorlaşır. Kolunun üstüne yatınca kolun uyuşur,
uyandığında bir süre nazlandırılmak ister. Öğrenmekten vazgeçince akıl uyuşur,
kitabı eline almaya üşenir insan. Sevdiğini ihmâl edince kalp uyuşur, yalnızlık
uğrar hayatına. Fedakârlıktan kaçınınca beden uyuşur, tembellik bulaşır, Allah
muhafaza!
Böylesi
şeyler geçiyor aklımdan. Hastanenin kafesine inip bir çay içsem iyi olacak…
***
Masalar
dolu. Hastane kafesi değil de mesire yeri servis alanı gibi burası. Önce
alacağını alıyorsun, sonra oturacak yer arıyorsun. Yer yoksa ayakta atıştırıyor
yahut kâğıt bardaktaki kahve veya çayını yudumluyorsun. Tuhaf, muayene için
sıra beklediğim koridor daha tenhaydı.
Yine
bekliyorum, kalkan biri olursa masa kapacağım…
“Yok,
olmayacak böyle. Bari çayımı alıp ayakta yudumlayım” demiştim ki zarif bir
sesleniş imdadıma yetişiyor:
“Siz…
Nesrin Çaylı, değil mi?”
50’li
yaşlarında bir hanım. Biraz heyecanlı, biraz müşfik. “Yer arıyorsunuz sanırım,
bizim masaya buyurun” diyor. “Ah, evet! Rahatsız etmeyeceksem?” dememe
kalmıyor, koluma giriyor hanımefendi.
Masada
iki hanım daha var. İki elti, bir görümce… Fakat kardeş gibi duruyor, kardeş
gibi gülümsüyorlar. Firuzan Hanım’ın babası, Ayşe ve Sevval Hanımlarınsa
kayınpederi, safra kesesi ameliyatından çıkmış, ziyaret için bekliyorlar. Hâl hatır
derken sosyal medyadan, dergilerden, sitemizden beni takip ettiğini söylüyor
Firuzen Hanım. Seviniyorum. Hakkımda pek çok şey bilmesi beni şaşırtıyor. “Ne
güzel!” diye düşünüyorum. Üstelik üçü de yazdıklarımdan ve yaptıklarımdan
haberdar.
Pandemi
döneminde insanlarla aramıza mesafe girdiğinden beridir böyle bir motivasyona
ihtiyacım varmış ki moral oluyor bana. Tepki almak güzel. Toplumsal uyuşukluk
azalıyor ruhumda.
Fakat
uzun sürmüyor. Firuzan Hanım, zarif sesi, dikkatle seçtiği kelimeleriyle, “Bazı
yazılarınızı iki kere okuyorum” diyor. Tam “Ne güzel!” diyecekken, o nefes
almadan devam ediyor: “Çünkü zor yazılar yazıyorsunuz bazen…”
Omzumdaki
uyuşukluk kendini hissettirirken moralim de uyuşuyor. Merak, içimde at
koşturuyor. “Nasıl zor, nesi zor, kime göre zor?” soruları zihnimde cirit
atıyor.
Sevval
Hanım, “Üzmeyelim Nesrin Hanım’ı” diyor. Gülümsüyorum, “Üzülmüyorum” diyorum,
“Bilakis, bu karşılaşmayı hikmetten sayıyorum. Payıma düşeni almak dilerim.
Buyurun, nasıl yazılar okumak istersiniz, merak ediyorum”.
Ayşe
Hanım, “Bu cümlenizi duyunca, sizi karşımızda görünce, yazdıklarınızın ne kadar
siz olduğunu, zorlama zorluk olmadığını, edinimleriniz gibi, olduğunuz gibi
yazdığınızı düşündüm birden” diyor. “Tanımayınca insan”… Susuyor!
Tanımayınca
zanna mı kapılır insan? Muhtemel. Her ne olursa olsun, beklentiyi öğrenmeliyim.
Sorumu
başka biçimde soruyor, “Neyi, nasıl yazılırsa zorlanmadan okursunuz? Okurunu
yoran yazar olmak dilemem” diyorum. Firuzen Hanım anahtar cümleyi kuruveriyor: “Ekmek
arası yazılar olsa meselâ…”
Dilerim
gözlerimi kocaman açıp bakmamışımdır. Dilerim şaşkınlık ifadem onları
şaşırtmamıştır. Ne de pratik bir tavsiye bu böyle. Fakat “Nasıl?” diye
sormaktan kendimi alamıyorum.
“Bakın”
diyor Firuzan Hanım, “Herkes pratik biçimde karnını doyuruyor. Kimi tost, kimi
sandviç, kimi ekmek arası döner yiyor. Hayat öyle hızlı akıyor ki yeme -içme
alışkanlıklarımızı olabildiğince kolaylaştırdığımız gibi, duygu ve düşüncelerimizin
keşfini de kolaylaştırsak”…
Çekiniyor
muhtemel akıl veriyor olma konumunda olmaktan. Bu sebeple cümleyi yarıda kesip
masada boş çay bardaklarını bir araya getiriyor.
“Rahat
olun” diyor ve ekliyorum: “Fast food gibi mi?”
Sevval
Hanım alçak sesli bir kahkaha atıyor, Firuzan Hanım’a dönüp, “Aldın mı
cevabını? Tereciye tere satarsan böyle olur işte! Koca bir hamburgerin altında
kaldın, kalk bakalım altından nasıl kalkacaksan! Evde çocuklara fast foodun
zararlarından söz et, burada Nesrin Hanım’a ekmek arası yazı önerisinde bulun”
diyor.
Gülümsüyoruz.
“Deneyeceğim” diyorum, “Firuzan Hanım’a bir söyleten var. Söyletene muti, söyleyenin
samimiyetine müteşekkirim”. Bu sohbetin üzerine bir de kahve içiyoruz. Görüşmek
umudu ile ayrılıyoruz.
Muayene
olacağım kata çıkarken, omzumun uyuşukluğu aklıma sıçrıyor. “Zamanın dili ile
dillenmek lâzım” diye mırıldanıyorum.
Tam
zamanında yetişmişim, iki kişi sonra muayeneye giriyorum.
Omzumdaki
uyuşukluk kalbimin yorgunluğundanmış. EKG çektirmem gerekiyormuş.
***
Ekmek
nimet, arasına koyacağım gıdalar nimet. Nimete hürmet ile ekmek arası yazılar
yazmayı ciddî ciddî deneyeceğim. Üç zarif hanımın tavsiyesi tam zamanında
gelmiş bir istirahat çağrısıdır belki.
Belki
de vatanımızın sınırlarına göz koyan hainlerin, aziz Türk milletinin huzurunu
darmadağın etmeye yeltenen yüreksiz Haçlıların, inkâr, iftira ve yalan üzerine
kurulu siyaset anlayışıyla zihnimizi kalbimizi kirleten muhalefetin kötülükte
sınır tanımayan, aramızda dolaşan nice mürailerin eylediklerinden yorgun düşen
kalbime iyi gelir.
Bu
yazımı okuyacak en az üç kişinin olduğunu bilmenin huzuruyla Firuzan Hanım’a,
Ayşe Hanım’a ve Sevval Hanım’a teşekkür ediyorum.