Yazar-okur karşılaşması ve ekmek arası yazılar (1)

“Bakın” diyor Firuzan Hanım, “Herkes pratik biçimde karnını doyuruyor. Kimi tost, kimi sandviç, kimi ekmek arası döner yiyor. Hayat öyle hızlı akıyor ki yeme -içme alışkanlıklarımızı olabildiğince kolaylaştırdığımız gibi, duygu ve düşüncelerimizin keşfini de kolaylaştırsak”…

HASTANE koridorunda tedavi sıramı bekliyorum. Elimdeki muayene numarası “71”, ekranda görünen sayı “37”. Saat 10 suları. Nereden baksam şimdiye kadar muayeneye giren hastalar kadar kişi var önümde. Öğlene kadar muayeneye girebilmeyi umuyorum.

Koridor mis gibi deterjan kokuyor. Gürültü patırtı yok. Hastalardan kimileri kendi aralarında fısıltı ile konuşuyor, kimisi cep telefonundan sosyal medyada geziniyor. Muayenedeki hasta çıkınca ekranda sıra numarası değişiyor ve sistem tıkır tıkır işliyor.

Beklemek bir sabır işi; biraz tevekkül, biraz sükûnet ve biraz da içinde bulunulan durumu akışına bırakma gayreti istiyor. Ben ne vakit böyle bir bekleyişe düşsem, içimden “ibadetin sanat hâli” diye geçirir, sabrı en zarif hâliyle göstermem gerektiğine dair kendimi tembihlerim.

Ağrım sızım yok, hamdolsun. Son bir aydır sol omzumda zaman zaman uyuşma oluyor. “Eş dost ‘Aman ihmâl etme!’ dediğinden buradayım” desem de uyuşukluğun iyi bir şey olmadığının farkındayım.

Uyuşunca aksıyor tüm akış. Değişiyor insanın hâli. Uzun süre dizüstü oturunca ayaklar uyuşur ve kalkınca yürümek zorlaşır. Kolunun üstüne yatınca kolun uyuşur, uyandığında bir süre nazlandırılmak ister. Öğrenmekten vazgeçince akıl uyuşur, kitabı eline almaya üşenir insan. Sevdiğini ihmâl edince kalp uyuşur, yalnızlık uğrar hayatına. Fedakârlıktan kaçınınca beden uyuşur, tembellik bulaşır, Allah muhafaza!

Böylesi şeyler geçiyor aklımdan. Hastanenin kafesine inip bir çay içsem iyi olacak…

***

Masalar dolu. Hastane kafesi değil de mesire yeri servis alanı gibi burası. Önce alacağını alıyorsun, sonra oturacak yer arıyorsun. Yer yoksa ayakta atıştırıyor yahut kâğıt bardaktaki kahve veya çayını yudumluyorsun. Tuhaf, muayene için sıra beklediğim koridor daha tenhaydı.

Yine bekliyorum, kalkan biri olursa masa kapacağım…

“Yok, olmayacak böyle. Bari çayımı alıp ayakta yudumlayım” demiştim ki zarif bir sesleniş imdadıma yetişiyor:

“Siz… Nesrin Çaylı, değil mi?”

50’li yaşlarında bir hanım. Biraz heyecanlı, biraz müşfik. “Yer arıyorsunuz sanırım, bizim masaya buyurun” diyor. “Ah, evet! Rahatsız etmeyeceksem?” dememe kalmıyor, koluma giriyor hanımefendi.

Masada iki hanım daha var. İki elti, bir görümce… Fakat kardeş gibi duruyor, kardeş gibi gülümsüyorlar. Firuzan Hanım’ın babası, Ayşe ve Sevval Hanımlarınsa kayınpederi, safra kesesi ameliyatından çıkmış, ziyaret için bekliyorlar. Hâl hatır derken sosyal medyadan, dergilerden, sitemizden beni takip ettiğini söylüyor Firuzen Hanım. Seviniyorum. Hakkımda pek çok şey bilmesi beni şaşırtıyor. “Ne güzel!” diye düşünüyorum. Üstelik üçü de yazdıklarımdan ve yaptıklarımdan haberdar.

Pandemi döneminde insanlarla aramıza mesafe girdiğinden beridir böyle bir motivasyona ihtiyacım varmış ki moral oluyor bana. Tepki almak güzel. Toplumsal uyuşukluk azalıyor ruhumda.

Fakat uzun sürmüyor. Firuzan Hanım, zarif sesi, dikkatle seçtiği kelimeleriyle, “Bazı yazılarınızı iki kere okuyorum” diyor. Tam “Ne güzel!” diyecekken, o nefes almadan devam ediyor: “Çünkü zor yazılar yazıyorsunuz bazen…”

Omzumdaki uyuşukluk kendini hissettirirken moralim de uyuşuyor. Merak, içimde at koşturuyor. “Nasıl zor, nesi zor, kime göre zor?” soruları zihnimde cirit atıyor.

Sevval Hanım, “Üzmeyelim Nesrin Hanım’ı” diyor. Gülümsüyorum, “Üzülmüyorum” diyorum, “Bilakis, bu karşılaşmayı hikmetten sayıyorum. Payıma düşeni almak dilerim. Buyurun, nasıl yazılar okumak istersiniz, merak ediyorum”.

Ayşe Hanım, “Bu cümlenizi duyunca, sizi karşımızda görünce, yazdıklarınızın ne kadar siz olduğunu, zorlama zorluk olmadığını, edinimleriniz gibi, olduğunuz gibi yazdığınızı düşündüm birden” diyor. “Tanımayınca insan”… Susuyor!

Tanımayınca zanna mı kapılır insan? Muhtemel. Her ne olursa olsun, beklentiyi öğrenmeliyim.

Sorumu başka biçimde soruyor, “Neyi, nasıl yazılırsa zorlanmadan okursunuz? Okurunu yoran yazar olmak dilemem” diyorum. Firuzen Hanım anahtar cümleyi kuruveriyor: “Ekmek arası yazılar olsa meselâ…”

Dilerim gözlerimi kocaman açıp bakmamışımdır. Dilerim şaşkınlık ifadem onları şaşırtmamıştır. Ne de pratik bir tavsiye bu böyle. Fakat “Nasıl?” diye sormaktan kendimi alamıyorum.

“Bakın” diyor Firuzan Hanım, “Herkes pratik biçimde karnını doyuruyor. Kimi tost, kimi sandviç, kimi ekmek arası döner yiyor. Hayat öyle hızlı akıyor ki yeme -içme alışkanlıklarımızı olabildiğince kolaylaştırdığımız gibi, duygu ve düşüncelerimizin keşfini de kolaylaştırsak”…

Çekiniyor muhtemel akıl veriyor olma konumunda olmaktan. Bu sebeple cümleyi yarıda kesip masada boş çay bardaklarını bir araya getiriyor.

“Rahat olun” diyor ve ekliyorum: “Fast food gibi mi?”

Sevval Hanım alçak sesli bir kahkaha atıyor, Firuzan Hanım’a dönüp, “Aldın mı cevabını? Tereciye tere satarsan böyle olur işte! Koca bir hamburgerin altında kaldın, kalk bakalım altından nasıl kalkacaksan! Evde çocuklara fast foodun zararlarından söz et, burada Nesrin Hanım’a ekmek arası yazı önerisinde bulun” diyor.

Gülümsüyoruz. “Deneyeceğim” diyorum, “Firuzan Hanım’a bir söyleten var. Söyletene muti, söyleyenin samimiyetine müteşekkirim”. Bu sohbetin üzerine bir de kahve içiyoruz. Görüşmek umudu ile ayrılıyoruz.

Muayene olacağım kata çıkarken, omzumun uyuşukluğu aklıma sıçrıyor. “Zamanın dili ile dillenmek lâzım” diye mırıldanıyorum.

Tam zamanında yetişmişim, iki kişi sonra muayeneye giriyorum.

Omzumdaki uyuşukluk kalbimin yorgunluğundanmış. EKG çektirmem gerekiyormuş.

***

Ekmek nimet, arasına koyacağım gıdalar nimet. Nimete hürmet ile ekmek arası yazılar yazmayı ciddî ciddî deneyeceğim. Üç zarif hanımın tavsiyesi tam zamanında gelmiş bir istirahat çağrısıdır belki.

Belki de vatanımızın sınırlarına göz koyan hainlerin, aziz Türk milletinin huzurunu darmadağın etmeye yeltenen yüreksiz Haçlıların, inkâr, iftira ve yalan üzerine kurulu siyaset anlayışıyla zihnimizi kalbimizi kirleten muhalefetin kötülükte sınır tanımayan, aramızda dolaşan nice mürailerin eylediklerinden yorgun düşen kalbime iyi gelir.

Bu yazımı okuyacak en az üç kişinin olduğunu bilmenin huzuruyla Firuzan Hanım’a, Ayşe Hanım’a ve Sevval Hanım’a teşekkür ediyorum.