“Yaz dostum!”

Bir kış günüydü. 1999 yılının Şubat tatili… Eşimin de yeğeni olan yedi sekiz yaşlarındaki küçük kızın yanıma gelerek, gözlerinde yaşlarla, “Barış Manço ölmüş yenge!” dediğini bugün gibi hatırlıyorum. Ona sarılıp sadece “Üzülme” diyebilmiştim…

“YAZ dostum, güzel sevmeyene adam denir mi?/ Yaz dostum, selâm almayana yiğit denir mi?/ Yaz dostum, altı üstü beş metrelik bez için/ Yaz dostum, boşa geçmiş ömre yaşam denir mi?”  

Onu ilk kez seksenli yılların sonuna doğru bir müzik programında, televizyonda görmüştüm. O güne kadar gördüğüm sanatçılardan farklı bir tavrı ve tarzı vardı. Pürdikkat izlediğimi bugün gibi hatırlıyorum. İnce uzun bir adam, siyah saçlarını ortadan ikiye ayırmış. Bir kadını andıran siyah hafif dalgalı saçları omuzlarından aşağıya kadar dökülüyordu. İnce, uzun, buğday tenli, zayıf bir yüz ve geniş bir alın… Yanakları hafif çökük, gözleri de aynı oranda göz çukurlarına kaçmış gibi… Siyah gözlerin üzerinde hilâli andıran uzun yay şeklinde kaşlar, mânâlı bakışlar ve iki kaş arasında derin bir çizgi ile gamzeli bir çene… En dikkat çeken yanı, o uzun saçlarla uyumlanmış gibi duran, hafif militan görünümlü, çenesinin altına doğru sarkan uzun bıyıkları... Yüzüyle uyumlu muntazam uzun bir burun…

Bizim bildiğimiz, tanıdığımız ve alışık olduğumuz Türk erkeği imajının dışında bir görüntü… Kılık kıyafeti de bir o kadar dikkat çekiciydi. İnsanda tek tek her şeyi inceleme isteği uyandırıyordu. Üstü dar, altı geniş paça pantolon, üzerinde geniş yakalı, dar kesim parlak bir gömlek ve üstten bir iki düğme açık, altta oldukça dikkat çeken bir kemer… Bunlarla uyumlu, gösterişli bir kolye ve neredeyse bütün parmaklarında büyük, gösterişli yüzükler... Tabir caizse takmış takıştırmıştı. Bu nasıl bir adamdı böyle? Sıra dışı bir ceket ve her biri bir diğerine zıt renk kombinasyonu… Ayakta kovboy çizmelerini andıran deri, sarı çizmeler. Sanki farklı bir dünyadan veya ülkeden ışınlanmış gibi bir görüntü…

“Yaz dostum, yoksul görsen besle kaymak bal ile/ Yaz dostum, garipleri giydir ipek şal ile/ Yaz dostum, öksüz görsen sar kanadın kolunu/ Yaz dostum, kimse göçmez bu dünyadan mal ile.”

Evet, bu bir pop müziği sanatçısı olan Barış Manço’dan başkası değildi o. Bu sıfatının yanında besteci, söz yazarı ve televizyon programcısıydı. Arkasında “Kurtalan Ekspres” diye isimlendirdiği grup arkadaşları da onun kadar iddialı olmasa da benzer giyim kuşam stiline sahip birkaç genç. Her birinin önünde farklı bir enstrüman…

Ve insanın içini kıpır kıpır eden bir giriş müziği başlıyor. Arkasından bu müziğe eşlik eden kadife gibi bir sesle, “Sabah yeli ılgıt ılgıt eserken/ Seher vakti bir güzele vuruldum/…/ Aynalı kemer ince bele/ Bu can kurban tatlı dile/ Seher vakti bir güzele vuruldum” diyordu. Bütün önyargılı izlenimlerim paramparça olmuş, müziğin ritmine ve şarkının sözlerine kapılmıştım. Adeta ben de bu müziğe ve şarkının sözlerine vurulmuştum. Ne kadar da hoştu! Müzikle senkronize olmuş beden hareketleri, özellikle müzik eşliğinde parmaklarını raks ettirmesi görülmeye değerdi. Onun bu giyim tarzı ve şarkı söyleme stili daha sonraki zamanlarında da hiç değişmedi.

“Yıllardır sürüp giden bir pay alma çabası/ Toru topu bir dilim kuru ekmek kavgası/ Bazen durur bakarım bu ibret tablosuna/ Kimi tatlı peşinde, kiminin de tuzu yok.”

Sonra bir radyo programında hayatını kendinden dinlemiştim. Asıl ismi, “Mehmet Barış Manço”… İstanbul’da doğup büyümüş. Üç çocuklu bir ailenin ikinci çocuğuymuş. Annesi Türk sanat müziği hocası olan Rikkat Uyanık. Eğitiminin bir kısmını Türkiye’de alsa da yükseköğrenimini Belçika’da resim, grafik ve iç mimarlık bölümünde tamamlamış. Müzikle lise yıllarında ilgilenmeye başlamış. Arkadaşlarıyla birlikte bir müzik grubu kurmuş. Evlenmiş. Doğukan ve Batıkan isimli iki çocuk babasıymış. Çocuklarının isimleri de adeta Barış Manço’nun kendi kişiliğinin yansıması gibi Doğu ve Batı’nın sentezi.

O programdaki en ilginç detay, saçlarını uzatmasıyla ilgili anısıydı. Saçlarını, geçirdiği bir trafik kazasının izlerini kapatmak için uzatmış, “Sonrasında bıyıklar da ona eşlik etti” diyerek anlatmıştı. Olumsuz bir durumu kendisi için bir fırsat ve hatta imaja çevirmeyi başarmış. Bu hâli onda bir tarz ve stil olarak kalmış ve biz onu bu hâliyle sevip benimsemişiz.


“Tuz ekmek hakkı bilene sofra kurmasan da olur/ Ilık bir tas çorba yeter, ‘Rızkım buymuş’ der, içerim/ Kadir kıymet anlayana sandık açmasan da olur/ Kırk yamalı hırka yeter, ‘İdris biçmiş’ der, giyerim.”

Onu ekranlarda ölçülü, saygılı ve edepli hâlleriyle izledik. Spontane ve doğal bir insandı. Tıpkı ismi gibi, kendisiyle ve çevresiyle, hatta bütün dünyayla barışıktı. Adeta modern görünümlü bir Yunus veya âşıklık geleneğinin bir temsilcisi gibiydi. Halk kültüründen, sanattan, edebiyattan beslendiği belliydi. Şarkılarının sözleri boş ve anlamsız değildi. Hayatın kendinden ve içindendi. Şarkı sözlerinde kimi zaman atasözleri, kimi zaman tekerlemeler, kimi yerde de tasavvuf öğretileri vardı. Her kelimesi bizden ve bize aitti. “Mala mülke, makama itibar etme dostum/ İçi boş insanların bu sofrada yeri yok” gibi anlamlı mesajlarla doluydu ezgileri.

Şarkılarında âşıklık geleneğinde olduğu gibi, söylediği o güzel sözleri kendi için de söylediğini görürüz. “Barış aklı bol keseden ona buna dağıtır/ Darısı kendi başına“ gibi göndermelerle, sözlerinden kendini ayrı tutmadığını görmek, kendi nefsi için de söylediğini anlamak mümkündü. Gelenekle birebir aynısı olmasa da kendine özgü bir tarza sahipti. Yine benzer şekilde, “Gözümde yaş görseler ‘Erkek ağlar mı?’ derler/ Gökler ağlıyor dostlar, ben ağlamışım çok mu?/ Rahmet yağarken dostlar, ben ıslanmışın çok mu?” demesi de bu eksendedir…

Domates, biber ve patlıcandan da şarkı yapılır mıydı? Yemek yapılıyorsa şarkı neden yapılmasın? Sanatçı hayatın içindeki bütün hâlleri sanatında özgürce kullanabilendir. Sevdiğine aşkını ilân edecekken sokaktan gelen sebzecinin anonsuyla yaşadığı şaşkınlık karşısında tutulan dil, başka nasıl güzel anlatırdı derdini?

Hata ve günahlarıyla gerçek bir insanın bütün özelliklerini taşıyordu. Samimiyeti olmalıydı onu bu kadar sevmemize sebep. Samimiyetle ortaya konulan hiçbir şey karşılıksız kalmıyordu. Rabbin katında da öyle değil miydi? Sanatıyla kişiliğini bütünleştirmiş, sanatla güzel şeyler yapılabileceğini ortaya koymuştu. Sanatın sanat için olduğu kadar halk için olduğunun canlı bir örneğiydi. Türk müziğine sayısız eser kazandırmıştı. Kaliteli müziklerinin ve şarkı sözlerinin yanında “Adam Olacak Çocuk”, “Yediden Yetmiş Yediye” ve “Ekvatordan Kutuplara” gibi televizyon programlarıyla da ön plâna çıkmayı başarmıştı.

Çocuklarla yaptığı programlarında onlara verdiği değeri, kurduğu iletişim ve sevgi seliyle onları da ekran başına kilitlemeyi başarmıştı. Sağlıklı beslenme, birtakım olumlu davranışlar kazandırma ve çocuğun bir konudaki yeteneğini ortaya çıkartıp orada sergilemesine fırsat verme gibi amaçlar güttüğünü de görmek mümkündü. Çocuklara verdiği değeri onlar için yaptığı özel şarkılarla da hissettirdiğini gördük. Onun “Barış Abi”, “uzun saçlı dev adam”, “Barış Çelebi” gibi lakapları vardı. Çünkü onun iyi şeyler yapmak ve şu dünyada iyi izler bırakabilmek gibi bir derdi ve sevdası vardı. Nitekim başarılı da oldu. Her gönle girmeyi bilen, herkesle çok kolay iletişim kuran müstesna insanlardandı.

Güzel olan şey, yıllar içinde değerini yitirmediği gibi daha çok anlam ve değer kazanıyor. Başarılarla dolu hayatı ona sayısız ödüller kazandırmıştı. Bütün bu sebeplerden olacak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, onu hak ettiği yerde Devlet Sanatçılığı unvanlıyla ödüllendirdi.

Bir kış günüydü. 1999 yılının Şubat tatili… Eşimin de yeğeni olan yedi sekiz yaşlarındaki küçük kızın yanıma gelerek, gözlerinde yaşlarla, “Barış Manço ölmüş yenge!” dediğini bugün gibi hatırlıyorum. Ona sarılıp sadece “Üzülme” diyebilmiştim. Fakat ben de onun kadar üzülmüştüm. Türk halkının yediden yetmişe ona karşı olan muhabbeti, o küçük kızın gözyaşlarında saklıydı.

Sözlerimizi yine onun sözleriyle bitirelim: “Üzülme sevdiceğim, bir daha çıkmam karşına/ Sana son kez yazıyorum, hatıralar yeter bana/ Unutma ki dünya fani, veren Allah alır canı/ Ben nasıl unuturum seni, can bedenden çıkmayınca…”