YAZ bitmesin
isteriz. Gülümsemenin, gurbetten sılaya yolcuğun adıdır yaz. Sıla-i rahimdir.
Bolluk ve berekettir. Düğün dernek mevsimidir. Yaylaların şenlendiği,
insanların dinlendiği asude vakitlerdir. Ağustosböceği misâli, kışı hiç
gelmeyecek sanırsınız, lâkin göz açıp kapayıncaya kadar gelir geçer yaz.
Yaz mevsiminde kitap
okumanın tadı bir başkadır. Okumaya sevdâlı yürek, valizin bir köşesine üç beş
kitap yerleştirir. Nereye giderse gitsin kitabı yanından ayırmaz. Gerçi yaz
mevsimi, kâinat kitabının da okunduğu mevsimdir. Çocuklar mahalle camisine
koşarlar. Kuş cıvıltılarına karışır sesleri. Pek çoğumuz Kur’ân okumayı yazın
öğrenmişizdir. Bu güzel geleneğimiz devam etmeli, ettirilmeli…
Bir kitaptan altı
çizilebilecek satırları paylaşalım istiyorum bu yazımda. Bazen bir kitabı
yeniden okumak yerine ciddî bir okuyucunun aldığı notları, altını çizdiği
satırları okumak daha faydalı olabilir. Edebiyat alanındaki çalışmalarıyla
tanıdığımız Rauf Mutluay’ın kitabını[i]
birlikte okumaya ne dersiniz?
Siz belki başka satırların
altını çizerdiniz (bilmiyorum) ama işte benim altını çizdiğim satırlar:
“Kamus-i Türki’ye bakıver.
Lügatte kahramanlık olmaz”[ii]
diyor Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan. Ne kadar da haklı! Yazar olsun, okur olsun,
mutlaka kelimenin doğrusunu öğrenmeli.
“Kırk yıldır yazı yazdığım
hâlde tek bir dize bile kurmaya yeltenmediğim için şiire yeteri kadar saygılı
olduğumu iyi biliyorum”[iii]
diyor yazar. Keşke herkes bu saygıyı gösterebilse! O zaman “her üç kişiden
dördü şair olmazdı” bu ülkede.
“Kalebodur/Seramik budur.
Mobile güven/Gerisini merak etme sen. Pepsi/Yaşamanın zevki. Lavamat/Oh ne
rahat/ Seninle güzeldir hayat.”[iv]
Şimdi bunlara şiir mi diyeceğiz? Şiiri bu derekeye indirmeye kimin hakkı var?
Ahmet Haşim’in gözlerimizi
fal taşı gibi açması gereken bir tespitine de yer veriliyor kitapta:
“Fecir saati, Müslüman
için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır.
Birçoklarımız için fecir şimdi gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip
bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağızlar çarpılmış, bacaklar bozuk,
çarşafa dolanmış kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz.”[v]
“Vazife, içinde
bulunduğumuz zamanın bizden istediği şeydir”[vi]
diyor Goethe. Hepimiz yaşadığımız çağdan sorumlu değil miyiz? Tanıklığımız,
içinde bulunduğumuz vakte değil mi?
“Umut tam dışarı
çıkacakken Pandora kapatmıştı kutunun kapağını.”[vii] Hay
aksi şeytan! Sen olmasan kötülükler yayılmayacaktı dünyaya.
“Bütün ordulardan daha güçlü
bir tek şey vardır. Vakti gelen fikir”[viii]
der Voltaire. Siz ne dersiniz? İnsanlık tarihi bunun şahidi değil mi?
“Mezar çukuruna gelince
sıra, en dayanıklı başlar hıçkırıkla eğilir.”[ix]
Ölümsüz gerçeğin karşısında kim durabilmiş bugüne dek? Deli Dumrul dahi “Etme,
eyleme Azrail!” dememiş miydi?
R. J. Emerson, “Eğitilmiş
bir köpek başka bir köpeği eğitemez”[x]
diyor. İnsanın kendi farkına varabilmesi için müthiş bir ikaz! Her şey emrine
verilmişken, aymazlığı ne zamana kadar sürecek insanın?
Hepimiz geçmiş günleri özlemişizdir.
İçimizin cız ettiği zamanlar olmuştur mutlaka. İşte bizi o günlere götüren bir
tespit:
“Gürçeşme’den iyi suyu ya
bakır güğümlerle ya da testiyle taşırdık; güğümlerin delik deşik hurdası bile
para, testiler kırılınca toprağa karışırdı. Yemek artığı kemikler köpek
besleyen komşumuzu, sebze meyve kabukları, kavun kapuz kalıntıları ineklisine
götürülürdü. Neredeyse çöpümüz yok bile diyebilirdik; soba külleri bile ya ağır
çamaşırda kullanılır ya da sepicilere verilirdi. Bakarsınız, köpekli bahçeden
bir sepet meyve teşekkürü, inekli evden taze süt, yeni çalınmış yoğurt tası… Kâğıt,
karton kırıntıları, sigara izmaritleri, soğan, ceviz, fındık kabukları sobada
iyi yanardı. Odunlar kesilirken çıkan yongaları tek tek toplar, konserve kutularında
çiçek yetiştirir, gaz tenekesinde su biriktirirdik. Yazılı kâğıtlarsa hiçbir
zaman atılmazdı; kiremit altına, duvar kovuğuna konulurdu…”[xi]
Yazar bu duygularını
yıllar evvel kaleme aldığı bir yazıda ele vermişti:
“Eskiden vaktimiz yok,
rahatımız çoktu. Ateşi yakar, mangalda, acemocağında küle gömerdik. Bahçedeki
çeşme buyruğumdaydı. Lâmbaları ayarlar, geceleri idare ile yetinirdim. Börek,
baklava kendi açtığım yufkayla olurdu. Yumurta bahçedeki kümesten, süt-yoğurt
karşı komşudan gelirdi. Yorulurdum ama korkusuzdum. Şimdi vaktim çok, dirliğim
yok. Ya havagazı, gaz tüpü kaçak yaparsa, ya açık kalmış musluk eve taşarsa, ya
konserve bayat, çarşı malı yiyecekler bozuksa? Düdüklü tencere patlamaz,
elektrikli araçlar çarpmaz mı sanıyorsun?”[xii]
Aslında “Yaz Dersleri”
değil de “Ömür Dersleri” olmalıymış bu kitabın adı.
Yaz biter, kavurucu
sıcaklar yerini serinliğe bırakır, her şey kendisine tayin edilen işi yapar.
Önemli olan, bizim ne yaptığımız, ömrümüzü nasıl geçirdiğimizdir. Kışımızın (ahiret)
güzel geçmesi, yazın (dünya) rehavete kapılmamıza bağlıdır. Yaz mevsiminiz,
yazınız, yazgınız güzel olsun!