
ADINA “Arap Baharı” denilen ve kurucularının ABD ve İsrail olduğu kusursuz fitne, 2011 yılında mağrip Araplarını vurarak Mısır’ı dağıtıp Suriye’ye ulaştığında, ana aktörler haricinde bu fitnenin gizli maksadını bilmeyen her ülke gibi biz de “Bekle, gör!” politikası izlemeye başladık. Ne var ki Suriye’nin durumu diğer Arap ülkelerinden farklıydı. Suriye’de yüzde on beşlik bir azınlık, yarım asırdır ülkeyi acımasız bir baba oğul sultası altında yönetiyordu.
Suriye’de hâkim olan dikta rejimi, kendi vatandaşlarını merhametsizce öldürme konusunda emsali olmayan bir zulmün temsilcisiydi. Bu rejim, 1982’deki Hama ayaklanmalarında başındaki Hafız Esad adlı katilin, otuz bin sivili öldürmekten çekinmediği sabıkalı bir rejimdi. Bu gaddar rejim, yaptığı insanlık dışı icraatlardan dolayı, üzerine oturduğu o yüzde on beşlik tabandan dahi gereği gibi destek alamıyor, bütün öldürme ve sindirme hareketlerine rağmen her fırsatta karşısına dikilerek hak talep eden dinamik toplumsal hareketlerle karşı karşıya geliyordu.
Türk Devleti, kuvvet ve kudretinin zirvesindedir. Beş asır önce Yavuz Sultan Selim ne yaptıysa, şu anda Türk Devleti de onu yapmaktadır. Göreceksiniz, bu harekâtın arkasından Türkiye, sadece Suriye sahasını değil, Lübnan, Irak, Ürdün, Mısır hatta Afrika ülkelerinin çoğunun hava ve deniz sahalarını koruyacaktır. Ufukta Osmanlı ve Selçuklu sancakları yeniden yükselmekte, Çin sınırına kadar uzanan Türkistan coğrafyasında Turan ülküsü ete kemiğe bürünmektedir.
Onların planı, bölünmüş bir Suriye oluşturarak İsrail’in arz-ı mevut ütopyasına giden yolu açmaktı
İşte böyle bir hengâmede 2011 yılındaki Arap Baharı, Suriye sınırına gelip dayandığında Dera’dan başlayan isyan dalgası, kısa zamanda ülkenin bütününe yayılarak bu zalim rejimi temellerinden sarsmaya başladı.
Her isyanda vatandaşlarını zalimce öldürerek kendince bir isyan bitirme kültürü geliştirmiş olan rejim, aynı zalim geleneği icra ederek masum vatandaşlarını hunharca katletmeye başladı. Lakin bu yöntem, alevin üzerine benzin dökmekten farksız bir yöntemdi. Masum taleplerine, gaddar rejimin katliamlarla cevap vermesi üzerine galeyana gelen toplumsal öfke, yeterli silah ve mühimmattan mahrum olduğu hâlde enselerinde boza pişiren bu rejimle ölümüne bir çatışmaya girdi.
Bu çatışma sürecinde oluşmuş ve oluşmakta olan direnişçi muhalefet unsurları, “ÖSO” adı altında birleşerek- aldıkları dış desteklerin de yardımıyla- Halep üzerinden Hama’ya doğru harekete geçip Şam’ı tehdit etmeye başladılar. Şam’ın düşmesinin gün meselesi olduğu bu nazik zamanda muhalefet unsurlarını destekleyen ABD ve onun sinsi ortağı İsrail’in başka planları vardı. Onların amacı Şii Esad rejimini yıkarak yerine İsrail’in emellerine set çekecek bir Sünnî yapıyı kendi elleriyle iktidara getirmek değildi. Onların planı, bölünmüş bir Suriye oluşturarak İsrail’in arz-ı mevut ütopyasına giden yolu açmaktı.
ABD bu amaçla kendi çıkarlarına hizmet için kurup aracıları eliyle donatarak silah ve mühimmata boğduğu DEAŞ’ı, 2013 yılında Rakka’da sahneye sürdü. Bu kukla örgüt, bütün muhalif unsurları ardındaki gücün imkânlarıyla kısa sürede ezerek önce Suriye’nin kuzeyini, ardından da Musul’a kadar Irak’ın önemli bir bölümünü ele geçirdi. Tuhaftır ki türedi DEAŞ’ın ortaya çıkışı, ÖSO’yu bitirme noktasına getirmiş ve rejime derin bir nefes aldırmıştı.
Suriye’deki olaylar bu noktaya gelince dünyanın gözü önünde senaryosunu ABD ve İsrail’in yazdığı bir tiyatro oynanmaya başladı. Cihatçı olduğunu söyleyen DEAŞ, küffarın her türlüsüyle iş tutuyor ve sadece Müslümanları katlederek zulüm ve talanla büyüyor, bu arada PYD gömleği giydirilmiş PKK, iyi oğlanı oynamak üzere sahneye sürülüyordu. Oyunun başında DEAŞ’ın tekme tokat dövdüğü kukla yapı, ikinci perdede ayağa kalkıp ABD ve şürekâsının himayesinde Rakka’yı feth (!) ediyordu. Bununla kalsa iyi, DEAŞ üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılan bu kukla, Fırat’ın batısına geçerek doğu Akdeniz’e kadar uzanacak bir terör devletçiği hayali kuruyordu.
Türkiye bununla yetinecek bir ülke değildi
İçindeki FETÖ ihaneti sebebiyle eli kolu bağlı bir biçimde bu kurtlar sofrasını başından beri izleyen Türkiye, bir de bakıyordu ki menüde en son servis edilmek üzere kendisi var. Bu menü için, Türkiye’nin Irak ve özellikle Suriye sınırları, boydan boya DEAŞ ve PKK kuklaları tarafından işgal ediliyor ve kevgire dönen sınırlardan sızan terör unsurları, FETÖ unsurlarıyla anlaşarak Türkiye’nin büyük kentlerini canlı bomba ve terör eylemleriyle kasıp kavuruyorlardı. Devletin, Suriye’deki yangının kendisine sıçramaması için, ne pahasına olursa olsun bu iç ve dış cenderelerden kurtulması gerekiyordu.
Devlet bu gayeyle önce açık düşman olan PKK’nın üzerine gidiyor ve Güneydoğu’daki “hendek” operasyonlarıyla PKK’yı hendeklere gömüyordu. Ama asıl iş, FETÖ’den dolayısıyla 75 yıllık Atlantik sarmalından kurtulmaktı. Ama nasıl? FETÖ karda yürüyüp izini belli etmeyen ve ülkenin bütün işlevsel kurumlarına gizli açık unsurlarıyla sızmış bir yapıydı. Bununla mücadele etmek ve bu omurgasız yapıyı bir cenk meydanına çekmek çok zordu. Ama devlet de iki bin yıllık aklı olan bir Devlet’ti. 2016 yılı YAŞ’ında büyük bir tasfiyeye gideceği şayiasını yayan Devlet, örgütü en hassas yerinden vuracağını açık edince bu uğursuz gölge yapı, büyük oranda ortaya çıkarak 15 Temmuz 2016 tarihindeki o hain darbeye kalkıştı ve kafası koparıldı.
FETÖ ihanet çemberinden kurtulan “Yeni Türkiye”, iç ihanet cenderesinden çıkınca devlet çarkları sağlıklı bir biçimde işlemeye başlıyor ve kendi bekasına tehdit oluşturan Suriye’ye müdahale etmeyi hayatî bir öncelik sayıyordu. Nitekim Türkiye’nin 26 Ağustos 2016’da Fırat Kalkanı Harekâtı ile Cerablus üzerinden Suriye’ye girmesi, ABD ve ortaklarının bir terör devleti kurarak o devleti Akdeniz’e ulaştırma planlarını ortadan ikiye böldü. Türkiye bununla yetinecek bir ülke değildi. Bu harekâtın arkasından yaptığı harekâtlarla Afrin ve Telabyad’a da girerek kendisine yönelen tehditleri büyük ölçüde bertaraf etti ancak bir fitne yuvası hâline gelen Suriye’de sular durulmuyor ve fitne kazanı kaynamaya devam ediyordu.
Bu arada kendi rejim ordusuyla ülkesindeki karışıklığın önüne geçemeyeceğini anlayan diktatör Esad, Rusya ve İran’dan yardım istemek zorunda kaldı. Asırlardır sıcak denize inme hayâlleriyle yanıp tutuşan Rusya, bu çağrının arkasından Suriye’ye gelerek Tartus ve Himeymim’de deniz ve hava üsleri kurarak rejimi, muhaliflere karşı havadan bombardıman uçaklarıyla, karadan da Wagner ile desteklemeye başladı. İran ise Irak’tan çeşitli adlar altındaki Şii milisleri, Lübnan’daki kuklası Hizbullah ile eş zamanlı olarak muhaliflerin üzerine sürdü. Türkiye’den başka sahibi kalmayan muhalifler, tuttukları her yerden sökülerek İdlib’de kıstırıldılar.
Bendeniz, beka hattımız olan güney sınırlarımızın artık uzun bir istikrar ve huzura kavuşacağı, Irak ve Suriyeli kardeşlerimizin esenlik içinde yaşayacağı mesut bir tarih sürecini görür gibiyim. Türkiye, Yavuz Sultan Selimlik dönemini, beka hattını teminat altına aldıktan sonra bırakacak ve yeni bir hamle daha yapacaktır: Kanuni Sultan Süleymanlık…
Deprem Suriye’de idi ama tsunami Türkiye’yi boğuyordu
Bütün bunlar yaşanırken rejimin ölüm kusan güçlerinin önünden kaçan masum Suriyeliler, kitleleri hâlinde Türkiye’ye giriş yapıyor ve bu nüfus yoğunluğu, ülkedeki dengeleri bozacak bir orana yükseliyordu. Bu arada ülke içindeki etki ajanları ve muhalefet partileri, Türk halkını Suriyelilere karşı kışkırtıyor, durum siyasî iktidarı dahi sarsacak bir görünüm alıyordu. Ancak Türkiye’ye yönelik bu nüfus kaydırmaları, Suriye sahasındaki bütün aktörlerin Türkiye’yi siyasî ve ekonomik bir kargaşaya sürüklemek için yaptıkları bilinçli bir hamleydi. Deprem Suriye’de idi ama tsunami Türkiye’yi boğuyordu. Bu süreçteTürkiye’nin çabalarıyla 2016’da başlatılan Astana süreçlerinden 4-5 Mayıs 2017’deki 4’üncü tur toplantısından çıkan “gerginliği azaltma bölgeleri” Türkiye’ye bir süre nefes aldırdı ancak rejim ve İran destekli teröristler, bu dört bölgeden İdlib haricinde kalanları, Rusya’nın hava desteği sayesinde ele geçirdiler. Ardından bu üç devlet, son darbeyi vurmak üzere İdlib’in önünde set olan TSK unsurlarını hedef alarak 26-27 Şubat 2020’de 36 askerimizi ortaklaşa şehit ettiler. Türkiye bu elim hadisenin akabinde başlattığı Bahar Kalkanı Harekâtı ile rejime ve ortaklarına ağır bir darbe vurdu.
İşte bugünkü Suriye tablosu, 36 şehidimizin kanı bahasına yaptığımız bu harekâtın sonucudur. Bu harekât ile Türkiye, hem sınırlarına yığılacak dört milyonluk bir mülteci akınından kurtuluyor hem de koruduğu muhalifleri rejim ve ortaklarının vahşi saldırılarından koruyordu. Bu harekâtı izleyen ateşkese kadar, sürekli olarak sahadaki hasım ve müttefiklerinin(!) oyun ve tertiplerine maruz kalan Türkiye, bu süreçte kendi oyununu kurmak için altın değerinde bir dört yıl kazandı. Türkiye’nin dört yıllık bu istikrarlı süreçte Suriyeli muhalifler üzerinden kendisine 2011’den beri kan kusturan müttefik(!) ve hasımlarına karşı oynadığı oyun, filmlere konu olacak kadar kusursuz bir oyundur.
Türkiye’yi zamane Yavuz Sultan Selim’inden kurtarmak isteyenler iyi bilsinler ki Yavuz’un arkasından yeni bir atlı daha geliyor: Kanuni Sultan Süleyman… Türkiye, tarihiyle, diniyle, medeniyetiyle bir daha buluşarak dünyaya yeniden nizam verecek; adaletin, huzurun, refah ve kudretin yeni kutbu olacaktır. Ne mutlu bu yüce Devlet’in bir ferdi olanlara…
“Vur” emri, “vakit tamam” şifresiyle MHP Genel Merkezi’nden veriliyordu
Peki, ne yaptı Türkiye? Anlatalım efendim…
Evvelâ hepsi ayrı bir baş çeken İdlib’deki muhalifleri HTŞ liderliğinde bir araya getirdi ve hasımlarının terörist saydığı bu yapı ile istihbarî anlamdaki ilişkilerini açık etmemek için onları görünüşte terörist saydı. Tıpkı ABD’nin PKK’ya terörist deyip el altından her türlü destek vermesi gibi, Türkiye de tüm hasımlarına aynı oyunu oynadı. Ardından HTŞ’yi İdlib örneğinde küçük bir devlete dönüştürerek ona devlet yönetmenin nasıl bir iş olduğunu öğretti. Bu arada ÖSO’ya SMO adını vererek süreç içinde, karşısında hiç bir milis yapının tutunamayacağı NATO ölçütlerinde bir ordu oluşturdu. Aynı süreç el altından İdlib’de de yürütülüyor ve zaman çok iyi değerlendiriliyordu.
Türkiye, müzahir olduğu muhalefet unsurlarının çatışma ve savaş yetkinliğini tamamladıktan sonra, altın vuruş için en uygun zaman beklentisine geçti. Bu arada MİT ile denetlediği HTŞ unsurlarını kamikaze SİHA saldırıları için devşirdiği uzmanlarla mükemmel surette eğitti. Nihayet altın vuruş için beklenen an geldi. Rusya, üç günde alırım sandığı Ukrayna batağında debeleniyor ve adım adım ilerlediği cephelerde dehşetli kayıplar veriyordu. Bu sebeple Suriye cephesindeki güçlerinin yüzde yetmişini çekmek zorunda kaldı. İran, kendini sağlama almak için HAMAS’ı İsrail’e saldırtıyor ve İsrail bunun üzerine İran’ın Suriye’deki unsurlarını ve Lübnan’daki en etkin vekil gücü olan Hizbullah’ı tarumar ediyordu. Bunun üzerine Hizbullah Lübnan’a saldıran İsrail’i karşılamak için Suriye’den çekiliyor ve Irak, İran’ın sahaya milis takviyesine Türkiye’nin telkinleriyle engel çıkarıyordu.
Öte yandan ABD zorlu bir seçim süreci için, kendi içine kapanıyor ve her kafadan bir ses çıkıyordu. Vakit gelmiş ve her şey bir “vur emri”ne kalmıştı. Tuhaftır, “vur” emri, “vakit tamam” şifresiyle MHP Genel Merkezi’nden veriliyordu. Bu emirle 27 Kasım’da huruç harekâtı başlıyor, 8 Aralık’ta Şam düşüyor ve 61 yıllık kanlı rejime son veriliyordu. Bu öyle kusursuz bir harekât idi ki, hiç kimse ne olduğunu anlayamadı. TSK, PKK bölgelerine doğru sürekli yığınak yaparak dikkat dağıtıyor, SMO iki de bir harekât demeçleri veriyor ve İdlib’deki HTŞ liderliğindeki unsurlar unutturuluyordu. Türk Devleti, ordu içindeki kripto FETÖ unsurlarının bulunma ihtimaline karşı, harekâtı kendi ordusundan bile gizliyor ve harekâtın sevk ve idaresini sadece sahadaki MİT unsurlarıyla tatbik ediyordu.
Ve sonuç: Rejim yıkıldı… Rusya ve İran kaybetti... ABD, asla tutunamayacağı bir zeminde şaşkın ördeğe döndü… Türkiye ise Başkanı’nın sözünü yere düşürmedi ve Emevi Camii’nde göstere göstere Cuma namazı kılındı...
15 Temmuz 2016 tarihinden itibaren Türkiye, İkinci Beyazıtlık dönemini bırakarak Yavuz Sultan Selimlik dönemine girdi. Suriye’de 27 Kasım ile 8 Aralık arasında yaşanan 12 günlük savaş, Yavuz Sultan Selim’in 1514 ilâ 1517 arasında yaptığı savaşları andırıyor. İki savaşın amacı da aynıdır: Ülkenin beka hattı olan güney sınırlarını istikrara kavuşturarak Avrupa’ya yönelmek...
İki savaşın amacı da aynıdır: Ülkenin beka hattı olan güney sınırlarını istikrara kavuşturarak Avrupa’ya yönelmek...
Şimdi sözü, tarih ve coğrafyasıyla buluşan bir Türkiye’nin gücünün nereden nereye evirileceğine dair öngörülerime getiriyorum…
Türkiye’nin 15 Temmuz 2016 yılına kadarki görüntüsü, adeta bir “İkinci Beyazıt” dönemi gibidir. Bu dönemde düşman unsurlar, Osmanlının içine sızıp dost görüntüsü altında düşmanlık yapıyor ve toplumsal fay hatlarını tetikliyorlardı. Devlet’in Safeviler karşısında düştüğü açmazı çok iyi gören Yavuz Selim, Devlet’in bekası için babasını bile karşısına alarak yönetime el koyuyor ve arkasından Devlet için en büyük tehdit hâline gelen Safevilerin üzerine yürüyordu. Yavuz, Çaldıran’da Safevi tehlikesini bertaraf ettikten sonra bu kez güney sınırlarını emniyet altına almak için Memlükler üzerine sefere çıkıyor ve 1516’daki Mercidabık ve 1517’deki Ridaniye savaşlarından sonra Memlükleri tarihten siliyordu. Bu sefer sonrası Hilafet merkezini İstanbul’a taşıyor ve ülkenin güney sınırlarını dört asır boyunca sürecek bir istikrara kavuşturuyordu.
Doğu ve güney sınırlarını emniyete alan ve Hilafet Sancağı’nı Mısır’dan İstanbul’a getirerek gücüne güç katan Yavuz Sultan Selim, yeni hedefi olan küffarın üzerine yürümek için olanca gayretiyle tersaneler yaptırıyor ve muazzam bir donanma oluşturmaya çalışıyordu. Amacı Avrupa’yı karadan ve denizden kuşatarak emrine ram etmekti. Ne var ki ecel, bir strateji dehası olan bu padişahı erken alınca, onun projelerini uygulayacak ve Osmanlı’yı haşmetinin zirvesine taşıyacak yeni bir hükümdar peyda oluyordu: Kanuni Sultan Süleyman…
Aziz okuyucu, işte 15 Temmuz 2016 tarihinden itibaren Türkiye, İkinci Beyazıtlık dönemini bırakarak Yavuz Sultan Selimlik dönemine girdi. Suriye’de 27 Kasım ile 8 Aralık arasında yaşanan 12 günlük savaş, Yavuz Sultan Selim’in 1514 ilâ 1517 arasında yaptığı savaşları andırıyor. İki savaşın amacı da aynıdır: Ülkenin beka hattı olan güney sınırlarını istikrara kavuşturarak Avrupa’ya yönelmek...
Şu anda olaylar henüz çok sıcak olduğu için herkesin kafası karışmış vaziyette. Her şey gün gibi ortada iken hâlâ HTŞ’nin kimin denetiminde olduğu soruluyor. HTŞ’nin ABD ve İsrail namına savaştığını söyleyenlerin bir kısmı etki ajanı bir kısmı da gafillerden ibarettir. Bu vesile ile İsrail’in sınırlarımıza geldiğini sananlar, İsrail yayın organlarında kopan ciyaklamaları görmüyorlar mı acaba? Adamlar, “Eyvah! Türkiye ile komşu olduk, şimdi ne yapacağız!” diyorlar.
Aziz okuyucu, bunların hepsi safsata, hepsi mugalata ve hepsi dıştan uçurulan bol yaldızlı algı balonlarıdır.
Şundan emin olunuz: Türk Devleti, kuvvet ve kudretinin zirvesindedir. Beş asır önce Yavuz Sultan Selim ne yaptıysa, şu anda Türk Devleti de onu yapmaktadır. Göreceksiniz, bu harekâtın arkasından Türkiye, sadece Suriye sahasını değil, Lübnan, Irak, Ürdün, Mısır hatta Afrika ülkelerinin çoğunun hava ve deniz sahalarını koruyacaktır.
Ufukta Osmanlı ve Selçuklu sancakları yeniden yükselmekte, Çin sınırına kadar uzanan Türkistan coğrafyasında Turan ülküsü ete kemiğe bürünmektedir.
Değerli okur sen, onun bunun uçurduğu kuyruklu yalanlara inanma. Galip olduğun hâlde doğuştan mağlûp olan eziklerin hâllerine girip de beyhude yere yalancı gebelik sancıları yaşama.
Bırak o ezikliği, “Şii hilâli kuracağım” derken eldekini de yitirme sürecine giren takiyyeci İranlılar ve Suriye’nin üzerine Ukrayna eklemeye çalışan haris Ruslar yaşasın. Nitekim İran ve Rus basınının Türkiye’den yedikleri bu apansız golle ilgili saçmalamaları tam da bu cinayet ortaklarının yaşadığı kâbusu gösteriyor.
Aziz okuyucu, Devlet’ine güven... Bu Devlet, var olduğu günden beri üstlendiği büyük görevi sürdürme azmindedir. Bu millet Cenâb-ı Allah’ın Kur’ân’da niteliklerini övdüğü, aziz, seçkin ve kutsî bir millettir. Bu milletle el ele verenler yükselir, karşısında duranlar ise zelil olurlar.
Ne mutlu bu yüce Devlet’in bir ferdi olanlara…
Aziz okuyucu, Devlet’ine güven... Bu Devlet, var olduğu günden beri üstlendiği büyük görevi sürdürme azmindedir. Bu millet Cenâb-ı Allah’ın Kur’ân’da niteliklerini övdüğü, aziz, seçkin ve kutsî bir millettir. Bu milletle el ele verenler yükselir, karşısında duranlar ise zelil olurlar.
Aziz okuyucu, Türkiye’nin Suriye’deki mükemmel oyununa yakından baktın ve onun İran ve Rusya’nın elinde bulunan toprakları muazzam bir akıl ve strateji ile 12 gün gibi kısa bir süre içerisinde ele geçirdiğine tanıklık ettin. Şimdi de aynı akıl ve strateji ile ABD kuklası PYD’nin elinde bulunan ve Suriye’nin yüzde otuzunu oluşturan toprakları ele geçirecek ve ABD kuklası olan PKK’yı da tarihin çöplüğüne atacaktır. Fırsattan istifade Golan Tepeleri’ni işgal eden İsrail’e gelince… Onlar da vaktine hazır olsun!
Aziz okuyucu, bendeniz, beka hattımız olan güney sınırlarımızın artık uzun bir istikrar ve huzura kavuşacağı, Irak ve Suriyeli kardeşlerimizin esenlik içinde yaşayacağı mesut bir tarih sürecini görür gibiyim. Türkiye, Yavuz Sultan Selimlik dönemini, beka hattını teminat altına aldıktan sonra bırakacak ve yeni bir hamle daha yapacaktır: Kanuni Sultan Süleymanlık…
Türkiye’yi zamane Yavuz Sultan Selim’inden kurtarmak isteyenler iyi bilsinler ki Yavuz’un arkasından yeni bir atlı daha geliyor: Kanuni Sultan Süleyman… Çekeceğiniz var ey zalim sürüleri… Türkiye, tarihiyle, diniyle, medeniyetiyle bir daha buluşarak dünyaya yeniden nizam verecek; adaletin, huzurun, refah ve kudretin yeni kutbu olacaktır. Ne mutlu bu Yüce Devlet’in bir ferdi olanlara…