
OSMANLI tarihinde derin
izler bırakan, ilim, fikir ve edebiyat adamlarını huzurunda toplayıp onlarla
sohbet yapan, Arapça ve Farsçayı bütün incelikleriyle bilen, sık sık kıyafet
değiştirip pazarlara ve kışlalara giren, halkın düşüncelerine önem veren, devr-i
saltanatında her eyâlette fukaraya günde üç öğün yemek çıkartan, hak ve hukuka
en nizâmî derece dikkat eden, Osmanlı’yı Hilâfet ile kucaklaştırıp Mukaddes
Emanetlere sahip çıkarak onları Topkapı Sarayı’nda özel bir daireye yerleştiren,
Efendimiz’e (sav) engin hürmetine binaen Hırka-i Saâdet dairesini süsleyen ve
yirmi dört saat orada Kur’ân-ı Kerîm okuyacak 39 hâfızı bizzat görevlendiren (kırkıncısı
kendisi), 8 yıllık saltanatında atalarından kendisine intikal eden 2 milyon 373
bin kilometrekareyi İlây-ı Kelîmetullah hedefiyle 6 milyon 557 bin kilometrekareye
çıkaran, Osmanlı hazînesini tamamen altınla dolduran, Osmanlı’da donanmanın
inşâ ve idare merkez üssü görevini yürüten Galata (Haliç) Tersanesi’ni kuran,
meşru hedefe yürürken rehberi daima Peygamber olan, Fatih Sultan Mehmed’in
torunu, İkinci Bayezid’ın oğlu, Osmanlı Devleti’nin Dokuzuncu Padişahı ve
88’inci İslâm Halîfesi Yavuz Sultan Selim Han...
Padişahlığının
her bir yılı bir devir gibi olan Yavuz’u bu yazımızda bazen şiirleriyle, bazen
kıssalarıyla, bazen de çıktığı seferlerin gizemleriyle dile getirmiş olacağız.
Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu’nun “Yavuz Sultan Selim ve Kutsal Emanetler”
kitabının da bu konuda bize önemli bir rehber olduğunu hatırlatmak isterim…
İslâm’a
hâdim, zâlime gürz
Şair
olup “Adlî” mahlasıyla şiirler yazan Sultan İkinci Bayezid gibi, oğlu Yavuz
Sultan Selim de “Selimî” mahlasıyla şiirlerini dile getirmiştir. Farz-ı misâl,
bir şiirinde şöyle der: “Bilmem ki gözlerime
nasıl bir büyü yaptı felek./ Gözümü kan içinde bırakıp aşkımı artırdı felek./ Arslanlar
pençemin korkusundan tir tir titrerken,/ Beni bir gözleri âhûya esir etti
felek.”
Yavuz’un
kaleme aldığı bu şiirde esiri olduğu “âhû gözlü”, rivâyete göre isimsiz bir
Türkmen kızı, bir rivâyete göre de eşi Hafsa Sultan’dır. Türkmen kızıyla ilgili
olan rivâyet şöyledir:
Yavuz,
Mısır Seferi sırasında Şam yakınlarına kurdurduğu Otağ-ı Hümayun’da üç ay kadar
konaklamıştır. Hizmetçiler arasında bulunan bir Türkmen kızı, zaman zaman Padişah’ın
otağına gelir, temizlik yapar. Yine bir sabah temizlik için geldiğinde Sultan
Selim’i görür, görmesiyle birlikte gönlüne bir aşk ateşi düşer. Birkaç gün
sonra da aşkını Padişah’a iletmek için çadır direğine bir soru yazar: “Seven
insan neylesin?”
Otağına
geçerken bunu fark eden Yavuz ise, sorunun altına, “Sevdiğine söylesin” diye
yazar. Birkaç gün sonra cevabı gören Türkmen kızı, heyecan ve korku içinde bu
sefer de “Ya korkarsa neylesin?” diye yazar. Yavuz, akşam çadırına döndüğünde
gülümseyerek, “Hiç korkmasın, söylesin” diyerek cevaplar. Sonra da kızı
tanımaya karar verir, bulunup getirilmesini emreder. Bulununca, Padişah ayakta
karşılar huzuruna çıkan Türkmen güzelini. “Beri gel Türkmen kızı, yüze yüz
söyle şiirlerini” der Yavuz.
Türkmen
kızı, Padişah’a doğru bir iki adım atar, orada kalır. Padişah’ın aşkıyla çarpan
güvercin yüreği, yüz yüze konuşmaya dayanamaz, oracıkta duruverir. Yazdığı bu şiir
de ona ithaf edilir bu rivâyetten dolayı.
Seferlerde
cihangirce savaşan, cesarete âşık olan Yeniçerilerin duâsında olan Yavuz, gerek
Çaldıran, gerekse Ridaniye Savaşlarıyla İttihad-ı İslâm yolunda önemli zaferler
kazanmıştır. Burada, Yavuz’un Mısır Seferi esnasında Sina çölündeki
kahramanlığına değinmeden olmaz.
O
güne kadar bu amansız çöl, büyük kuvvetler tarafından iki defa geçilebilmiştir.
İlki Pers İmparatoru Kambiz, ikincisi de Büyük İskender. Bütün Müslümanları tek
bir yumruk ve tek bir kılıç yapıp dünyanın tek gücü hâline getirmeyi dâvâ
edinen Yavuz için Mısır’ın bu fethi olmazsa olmazdı. O zamanlar “Tih Sahrası”
olarak anılan meşhur kum cehennemi Sina çölüne gelince, Yavuz’un dilinden ve
yüreğinden şu duâlar dökülür: “Niyetim
İlây-ı Kelîmetullah ve kastım İttihad-ı İslâm’dur. Eğer seferümde hayır var ise
asan eyle, ümmet-i Muhammed’i sahrada zebun koma Allah’ım!”
Dönemin
Kapıağası Hasan Ağa’ya atfedilen bir rüya da, zamanla Yavuz’a kadar ulaşır ve âdeta
fethi müjdeler niteliktedir. Anlatılan rüya şöyledir:
“Harem
dairesi nur yüzlü kimselerle doluydu. Sultanın kapısının önünde de, ellerinde
birer sancak bulunan dört kişi duruyordu. En öndeki zâtın elinde Sultanımızın
sancağı vardı. O zât bana, ‘Biz neden buraya geldik, bilir misin?’ diye sordu.
‘Buyurun’ deyince anlatmaya başladı: ‘Şu gördüğün mübarek kişiler, Efendimiz’in
(sav) ashabıdır. Hepimizi Efendimiz (sav) gönderip Sultan Selim Han’a selâm
söyledi ve buyurdu ki, ‘Harameyn’in (Mekke-i Mükerreme ve Medîne-Münevvere)
hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin! Bu gördüğün dört kimsenin birisi Ebû
Bekir Sıddîk, diğeri Ömeru’l-Farûk, diğeri de Osman Zinnureyn’dir. Ben de Ali
Bin Ebî Tâlib’im. Bunu var, Sultan Selim Han’a müjdele!’ dedi ve âniden hep
birlikte gaib oldular.”
Hasan
Can, Hasan Ağa’nın rüyasını Padişah’a anlatır. Bu sefer Yavuz, “Ey Hasan Can!
Biz demez miyiz ki, bir cânibe memur olmadan hareket itmemişüz, ecdâdımız
vilâyetten behremend (hissedar) olup kerametleri vardı” diye karşılık verir.
Sina
çölünü aşarken yaşananlar da birçok yerde geçer. Anlatılanlara göre sefer sırasında
iyice yorulan yaşlı serdarlar ve vezirler, Yavuz’un çok sevdiği İbni Kemâl’i
Padişah’a ricacı olarak gönderirler. İbni Kemâl, “Hünkârım, yaşlı kullar çok
yoruldu, lütfen atınıza binin ki onlar da binsinler” der. Yavuz, hayretler
içinde hocasına bakar ve “Görmüyor musun Hocam, görmüyor musun? Bu durumda ata
nasıl binilir?” der. Hoca, Yavuz’un gördüğünü görmüyordur. Dikkatle baksa da
görünen tek şey, uçsuz bucaksız kum deryâsıdır. “Görülecek ne var ki?” diye
sorar çâresiz. Yavuz bu sefer gözleri yaşlı hâlde, “Resûlullah önümde yaya
yürürken, ben nasıl ata binerim?” diye cevap verir.
Burada
şu kıssaya da yer vermek gerekir ki Yavuz’un dâvâsında zerre taviz vermediği,
ordusunda hiçbir yanlışa tahammül etmediği daha net görünsün: Şanlı ordu Mısır’a
doğru hareketlendiğinde, Gebze yakınlarında bir bağlıktan geçer. Bu sıralar
harâret de iyice bastırır. Sultan Selim merak içindedir, acaba “Osmanlı Ordusu,
sahiplerinden izinsiz üzüm veya elma koparıp yiyor mu?” diye. Merakını yenemez
ve Yeniçeri ağasını huzuruna çağırtıp askerlerin heybelerini kontrol
ettirmesini ister. Nitekim tek bir askerde bile ne elma, ne de üzümün izine
rastlanır. Yavuz bu haberi alınca şu duâda bulunur: “Allah’ım! Bana haram yemeyen
bir ordu ihsan ettiğin için Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Şayet askerlerim
izinsiz meyve koparmış olsalardı, bu seferden vazgeçerdim. Çünkü haram yiyen
bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olmaz.”
Nitekim
koca Sina çölü, sadece 13 günd,e muazzam bir ordu ve sarsılmaz imanla aşılır. Pers
İmparatoru Kambiz ve Büyük İskender’in ardından Yavuz da tarihe geçmiş olur.
Yavuz’un,
Pîri Mehmed Paşa ile devlet âkıbeti hakkında yaptığı bir sohbeti de ders verir
meziyettedir. Sohbet arasında Yavuz, Pîri Mehmed Paşa’ya, “Allah’ın izni ile
büyük fetihler yaptık. Hâdimü’l Harameyn-i Şerîfeyn unvanına kavuştuk. Allah
bize her zaman ve her mekânda zafer lütfetti. Hazînelerimiz tepeleme altın ile
doldu. Buna rağmen bu devlet yıkılır mı?” diye sorar. Pîri Paşa şöyle cevap
verir: “Hünkârım! Bu sendeki hâl, sendeki ruh, sendeki kararlılık, sebat ve
fazilet sürdükçe bir şey olma ihtimâli yoktur. Velâkin torunlarınızın zamanında
Rabbin ihsan ettiği mükâfatın, nimetlerin şükrü edâ edilmez, emanetlere sahip
olunmaz ve hak tevzi edilmez ise, yıkılır!”
“Nasıl?”
diye tekrar sorar Padişah. “En çok şu üç şeyden endişe ederim” diye cevap verir
Pîri Paşa: “Bir: Sadrazamlık mâkâmı liyakate göre değil de menfaat karşılığı
olarak cahil ve ahmakların eline geçerse… İki: Dünya malı kalpleri işgal eder,
rüşvet kapısı açılır, altın her kapıyı açar ve bu yüzden mâkâmlar
ehliyetsizlere verilirse... Üç: Devlet adamları, hanımlarının tesirine girer ve
onların arzularına göre devleti yönetmeye başlarlarsa, bu devlet yavaş yavaş
yıkılmaya yüz tutar…”
Pîri
Paşa’nın bu sözleri karşısında derin derin düşünen Yavuz, “Rabbim bizleri böyle
bir âkıbete duçar olmaktan korusun!” diye duâ eder.
Hayatı boyunca tek amacının İslâm’a hizmet etmek olduğunu ifade eden Yavuz, kendi sözleriyle de bunu şöyle dile getirir: “Ben bu saltanatı, ümmete hizmet içün pederumun elinden aldum ve ıslah-ı âlem uğruna birader ve biraderzâdelerimi fedâ eyledum. Ben uykularımı, rahat ve huzurumu terk ile Din-i Mübîn’in te’yidine uğraşıyorum. Eğer İslâm’ı ihya etmek maksudunuz değilse, benum de nefsü’l-emirde saltanata kât’a hevesum yoktur.”