Yavaş/la!

Nasıl da sorunsuz tamamladığını görelim tek devrini. Acele etmeden, aydınlanışını ve yine aynı sükûnetle söndürüşünü kendini… Tabiatta yaşamak var, taklit edelim. Aydınlanalım ve dindirelim acelemizi.

GÜNLER hayret verici bir hızla tükeniyor. Uyku ve uyanıklık arası, göz açıp kapayana dek başlıyor ve bitiyor. “Zamanın rûhu” bitkisel hayatta… Rûh, bitkide ve hayatta… Defaatle yükselmek, ilerlemek, birinci ve en birinci olabilmek gayesi hükmünü sürüyor. “Hızlı olan kazansın!”… Kazanmak: Kimi ya da neyi?

Sanayi Devrimi’nden bu yana tapılanın adına “hız” deniyor. O zamandan beri üretilen her makine, diğerinden daha hızlı olmaya kodlanmış. Eğer değilse, yok hükmünde... Bir varlık mücadelesi esasen... Yolun sonu sonsuzluğa, yolun sonu uzaya çıkıyor. Dünya yetmiyor, ek olarak tükeniyor. Diğer aşama Mars’a ulaşmak ve yine tüketmek. Yaratılanlar ikiye ayrılıyor: Tükenenler ve tüketenler… Diğer bir deyişle, “tanrılar ve öbürküler”...

Biri bir işi on saniyede yapıyorsa, diğerininki mutlaka sekiz saniye tutmalı. Her rekor, kırılmak için doğuyor. Artık insan hızı makineyle yarışamıyor. İnsandan akıllı, insandan hızlı makineler yapanlar, ondan süratli makineleşmek istiyorlar. Makine insan… “Trak tiki tak! Makineleşmek istiyorum.” Zamanın rûhu bu oluveriyor. Şiirde, sanatta bile…

Hızlı yaşamak mottosu dünyanın sırtına yamanıyor: “Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun.” Düşmenin ve hatânın affı yok. Ayağın takıldı ve elendin. Artık farkın yok bir ölüden. Yavaş yaşamanın affına sığınarak olgunlaşmanın tadını bilmiyor kimse. Kimse farkında değil yolun güzelliğinin. Düşerek olgunlaşmanın, hatâ yaparak güçlenmenin tadı yok teknolojide. “Hamdım, piştim, yandım” düsturunun akıllı telefonlarla sirâyeti mümkün değil. Ateşin tadını duymadan yitiyor hayatlarımız.

Makine, aynı hızla bencilleştiriyor meskenlerimizi. Teknoloji çağında gönüller başka bir kalbi aramıyor. Daima iyiliğin ve güzelliğin şiar edinildiği bir yerleşim yeri kalmıyor. Artık topyekûn iyilik değil amaçlar, bütünüyle hız ve haz.

Hayat öyle kuvvetli ilerletiyor ki kendini, artık ölümler bile hızlı. Önceden kılıçla yapılan savaşlar, şimdi yerini nükleer silahlara, lazer ışınlarına bıraktı. Ortada bir ceset bile kalmadan on yıllar boyu her gün, hiç durmaksızın yok ediyorlar insanları. Bebekler bilmiyor büyümek nedir, anne nedir.

Her daim acelemiz var. Adına “fast food” dediğimiz sektör kendini bile aştı. Yemek yemeye vakit yok. Ancak atıştırabiliyoruz. Nerede kaldı iyilik, nerede kaldı güzellik; kendimizi bile oyaladığımız bu hız çağında?!

Muhabbetler gel geç… “Nasılsın?” sorusunu bir teşekkürle bırakıyoruz. Kimsenin haberi yok komşusunun sofrasından. Sevgiler gel geç… “Bu sefer olmadı, haydi diğeri gelsin!”… Dostluğun yalnız adı var; güveni temelsiz, sadâkati yalan, dürüstlüğü şekil…

“Ah, kimselerin vakti yok\ Durup ince şeyleri anlamaya...” Kimsenin vakti yok bir bebeği büyütecek ve yine kimsenin haberi yok yuvadan düşen kuştan. Yalnızca minik bir acıma dudaklarda, kalbe değen hiçbir şey yok. Yola devam, en önce biz varmalıyız uzaya!

Vakt-i zamanında, çocukların hâlen sokakta oynadığı zamanlarda, “Altta kalanın canı çıksın” diye bir oyun vardı. Önce biri bu cümleyi söyleyerek koşar, yere yüzükoyun yatar ve diğerleri de onun üstüne kapanırdı. En yukarıdaki, en alttakine, “Tamam mı, devam mı?” diye sorar, büyük çoğunlukla “Tamam” cevabını alırdı. Artık kimse “Tamam” demiyor. Kazanmaya, tüketmeye, ezilmeye devam! Sonu yok bunun. Üsttekiler de bu soruyu sormuyorlar uzun zamandır. Çünkü her şeye rağmen durmaksızın devam etmek, ortak gayemiz. Hızlı olmak ve ne pahasına olursa olsun kazanmak… Yavaş olanın canı çıksın!

Hâlbuki birçok örneğimiz var güzelliğe dair. Yeni Zelanda’da, elinde tüfekle camiyi taramak için gelen katili “Hello brother!” hitabıyla karşılayan Davud Nabi’ye bir bakalım… Bir dakikalık acelesi olsaydı, kimsenin onun adından ve güzelliğinden haberi olmayacaktı.

O kadar uzağa da gitmeyelim hattâ; kafamızı kaldıralım, güneşe bakalım… İstisnasız her sabah doğuyor bizler için. Hızla değil, yavaş yavaş… Gecenin en karanlık ânından hemen sonra göstermeye başlıyor kendini. Tam olarak üç buçuk saat sürüyor dünyaya selâm vermesi. Öyle hemencecik vedâ da etmiyor. Kış aylarında on saat kalıyor bizimle. Can veriyor o sırada, ışık veriyor, umut veriyor. Tüm meziyetini yavaşlığına borçlu ve sükûtuna…

Hâsılıkelâm, izin verelim de gözlerimiz değsin bir diğerininkine. Bırakalım, kulaklarımızın duyduğu yalnız mikrofon sesi olmasın. Bir kuple hediye edelim onlara. Duralım ve dinleyelim akışını damardaki kanın. Bizi var eden canı dinleyelim. Nasıl aktığına şâhit olalım kâinatın. Nasıl da sorunsuz tamamladığını görelim tek devrini. Acele etmeden, aydınlanışını ve yine aynı sükûnetle söndürüşünü kendini… Tabiatta yaşamak var, taklit edelim. Aydınlanalım ve dindirelim acelemizi.