
ABİMDEKİ ışığı ilk annem fark etmiş olmalı. Ve bu fark ediş,
muhtemelen onun her zamanki gibi yattığı yerden ürettiği ve annemin çok hoşuna
giden yapay zekâlı projelerinden biri sonrası olmalıydı.
“Hasan” dedi babama bir gün, “Bu çocuğu üstün zekâlılar
okuluna gönderelim. Yoksa buralarda zayi olacak”. Abimin zekâsı konusunda
tereddütleri olan babamın cevabı ise ironikti: “Huriye, Türkiye’de bunun kadar
üstün zekâlıları okutacak ne okul var, ne de öğretmen.”
Ama annem, abim Mete’nin yattığı yerden öncelikle kendi
hayatını kurtaracağını, tabiî bize de ufak tefek faydaları olacağını
düşündüğümüz projelerini sıraladıkça heyecana kapılarak bu üstün zekâlı okul
ısrarını uzun bir müddet sürdürdü.
Bir bayram öncesiydi, yattığı yerden salon perdelerini
takmakta zorlanan anneme doğru seslendi abim: “Seni bu işten kurtaracağım anne!
Bu defa kararlıyım, perde takan ev tipi dron yapacağım. Hem seni, hem de bütün
ev kadınlarını bu eziyetten kurtaracağım. Hem bu alet sadece perde takmakla
kalmayacak, mutfakta başka işler de yapabilecek. Meselâ masa hazırlayabilecek.
Tabak, kaşık, çatal taşıyabilecek. Hemen bu akşam projeyi çalışmaya
başlıyorum.”
***
Oğlunun zekâsına hayran olan anne ve annesini sevindiren
oğul görüntüsü salonu neşelendirirken, benim de kulağımın dibinde yüzlerce arı
birden vızıldamaya başladı. Korkunç bir durumdu. Kulağımı kapatıp abime
seslendim: “Sessiz olabiliyor mu bu dronlar?” Gözünü ekrandan ayırmadan,
“Sabret, senin de hologramını yapacağım, okula gitmek zorunda kalmayacaksın”
dedi. Bu tür muhabbetlerin döndüğü kaç ev vardır bu ülkede bilmiyorum, ama abim
sayesinde teknolojik ufkumuz her gün biraz daha genişliyor ve geleceğe yönelik
umutlarımız artıyor, şükürler olsun.
Dilinden yapay zekâlı projeleri düşürmeyen abim, genelde
salona girer girmez iri ve hantal cüssesini patates çuvalı gibi üçlü koltuğun
üzerine atar. Salonda sığabildiği tek yer orasıdır çünkü. Koltukla buluşur
buluşmaz iki eliyle kâh göbeğinin üzerinde, kâh havada tuttuğu cep telefonuyla,
sırt üstü yatar pozisyona geçer, ardından yemekte ne olduğunu sorar. Hoşlandığı
bir yemekse sesini çıkarmaz, hoşlanmadığı bir cevap almışsa memnuniyetsizliğini
en sert şekilde dile getirdikten sonra uflayıp puflayarak cep telefonuyla hemhâl
olmaya devam eder. Genelde kıvırcık, uzun, yağlı saçlarıyla saatlerce aynı
pozisyonda kaldığından, yastığın yüzü ertesi gün renk değiştirmiş olur. Kendisinden
önce oraya oturmuş biri varsa ve kaldırabileceğinden eminse mutlaka kalkmasını
söyler -ki bu genelde ben ve annem olur-. Eğer abimin sürekli işgali altında
olan koltuğa ondan önce babam oturmuşsa, ona kalkmasını söylemeye cesaret
edemez; yaklaşık seksen okka çeken bedenini sığıştıracağı alternatif yerler
arar salonda.
Abim söz konusu olduğunda benim zihnimde canlanan en
bariz resim işte böyle bir tablodur. Annemin ve babamın bütün ısrarlarına,
nasihatlerine, teşviklerine, hatta tehditlerine rağmen üniversite sınavlarında işe
yarar bir puan almamak için direndi. Okuyacağı fakültenin kendisini
körelteceğini, bu eğitim ve öğretim sisteminin insanları eğitmekten ve bir
şeyler öğretmekten çok uzak olduğu konusunda annemi ikna ettiğini biliyorum.
Annemi bir konuda daha ikna etmişti abim Mete: Anneme kalırsa o, Türkiye’deki
en zeki gençlerden biriydi. Yattığı yerden her gün ürettiği projelerle annemi
kendisine bir hayli inandırmış, hatta hayran bırakmıştı diyebilirim.
Abim, yapay zekâyı ayakkabı çekeceğinden giyeceğin çorabı
seçmeye kadar bireysel hayatın her alanında kullanabileceği projeleriyle Çinlileri
kıskandıracak düzeye erişmişti. Babam zaman zaman annemi, “Bu çocuğa ben yokken
dikkat et Huriye, Çinliler elimizden almasın, yoksa sen oğulsuz, Türkiye de John
McCarthy’siz kalacak” diyerek uyarmayı ihmâl etmez.
Sürekli evde olduğundan dolayı mı, yoksa annemi çok
sevdiğinden mi bilemiyorum, ama çalışmalarına ev kadınlarının işlerini
kolaylaştıracak projelerden başlayacağını söyler hep. Yalnız bu kararında
annemin onun bütün projelerini beğeniyor olmasının payının büyük olduğunu
düşünüyorum. Hedef kitle olarak ev kadınlarını seçmiş olmasının sebebi bu
olabilir.
Her konuda anında devreye giren ana yüreği, abim Mete’nin
absürt projeleri konusunda da otomatik olarak kendini aktif etmiş anlaşılan.
Belki de bu yüzden abim Mete’nin bahsettiğim bu yaşam biçimine sanırım tek
şaşırmayan annem. Genellikle yapay zekâ konseptli bütün teknolojik projelerini
onun ev hayatı üzerine kurguladığından mıdır, yoksa gerçekten çok orijinal
bulduğundan mıdır bilmem ama annemin abimi hâlâ çok zeki bulduğu bir gerçek. Eve
bir misafir gelmeyiversin, öve öve bitiremez oğlunu. Komşular, akrabalar, onun
akranı olan kendi çocuklarının kazandıkları fakültelerle, çalıştıkları işlerle
övünedursunlar, o da abimin Zihni Sinir projeleriyle övünür durur sürekli.
“Mete de yapay zekâlı patates soyacağı yapacakmış” diye başlar, sese duyarlı
musluktan, “Yan, sön” komutlarını algılayan ampulden çıkar.
Annem için, ayarlı bıçağı olan çipli patates-salatalık
soyacağından tutun, yemeklerin baharatlarının ölçüsünü ayarlayıp sesli olarak
uyaran robotlara kadar birçok ürün tasarlayan evimizin dâhisi, babamın
kendisine bulduğu bütün işleri de çok önemli projeleri olduğunu gerekçe
göstererek ve üstelik kendisinin engellendiğini iddia ederek reddetti. Babam,
insanlık için çok gerekli bir bilim insanının ortaya çıkmasına engel oluyormuş,
o marangoza çırak olacak biri miymiş? Teknoloji ile alâkalı bir yer olsaymış
hadi neyseymiş…
Hâlbuki babam o sektörü de denemiş, bilgisayar satışı ve aynı
zamanda tamiratının da yapıldığı bir yerde iş bulmuştu kendisine. Pazarlama
elemanı olamayacağını, düşünce adamının tamirat yapamayacağını gerekçe
göstererek bu işi de kabul etmeyince babamın sabır sınırlarını zorladığını
hatırlıyorum yakın zamanda…
***
Yıllar önceydi. Bir gün Şeyma’nın abisinin okul çıkışı
sinirini duvarlardan çıkarışını görmeseydim bir abim olduğunu hatırlamam için
daha kaç yıl beklemem gerekecekti, bilmiyorum. Hoş, hatırladım da ne oldu? Ne
oldu? Biyolojik varlığının aslında gerçek hayatta bir yeri olmadığını fark
etmiş oldum.
Sanırım büyümek için acele etmemiz gerektiği bilincinin çoktan
oluşmaya başladığı yıllardı. Ortaokuldaki son senemiz olsa gerek, çünkü
diploma, kavram olarak gündemimizi hayli meşgul ediyordu. Söylediklerine göre
alacağımız bu belge, bize ciddi level atlatacaktı ya da şöyle, atlayacağımız
levelde bu belge ciddi pay sahibiydi. Böyle kalmış aklımda. Bu seneden sonraki
okul hayatımın nerede ve nasıl devam edeceği ile ilgili çocuk aklımı yorarak
okula gidip geldiğim günlerden birindeydi. Bir gün ders bitimi, okulu
çevreleyen duvarın köşesinde Şeyma’yı abisiyle hararetli şekilde konuşurlarken
gördüm. Yanlarına yaklaştım, durup durmamak arasında biraz tereddüt ettikten
sonra geçip gitmemin daha münasip olacağına karar vererek yürümeye devam ettim.
Ama yanlarından geçerken duyduklarımdan anladığıma göre Şeyma, okuldan
birilerini abisine şikâyet ediyordu. Her saniye biraz daha sinirlenen cevval
abinin hedefe oturttuğu o şanssız arkadaş her kimse, ağzının burnunun kırılacağından
habersiz, muhtemelen bir günü daha bitirmiş olmanın sevinciyle evinin yolunu tutmuştu…
Sonrasında olayların nasıl geliştiğini, ne olduğunu
hatırlamıyorum. Çünkü beni ilgilendiren boyutu daha farklıydı. İlk defa o gün,
sadece fizikî varlığı ile hayatımda olan abimin, “Su getir” diye durmadan
buyuran biri olmaktan daha farklı bir işlevi de olabileceği geldi aklıma. Benim
de bir abim vardı ve üstelik Şeyma’nın abisinden birkaç yaş daha büyüktü. Yeni
ve kocaman bir şey bulmuş gibi sevindim birden -ki abim o gün bile normalin
üzerindeki kilosuyla gerçekten kocaman görünüyordu gözüme-.
Kız çocukları babalarının varlığına çok sevinirler. Zira
babaları onları her türlü tehlikeden koruyup kollayacak olan güçtür ve babalar
her zaman kız çocuklarının kahramanıdırlar. Babalarının saçlarını okşayan
ellerinin, sarıp sarmalayan, güven veren kollarının onları hayat boyu
koruyacağından emindirler ya, “Abiler de öyleymiş” diye düşündüm. Az önce
gördüğüm manzara bunu söylüyordu bana. Bizim için büyük ama babalar için küçük
bazı mevzular abilerle hâlledilebilirmiş. Bir kız çocuğunun abisinin olması
büyük şansmış.
O gün, evimize giden ve her gün tırmandığım yokuşu
çıkarken aklımı meşgul eden şeylerdi bunlar. Eve geldiğimde, Şeyma’nın abisinin
yaptığını abimin benim için yapıp yapmayacağını düşündüm. Abim benim için kavga
etmeyi göze alır mıydı? Bana zarar veren ya da verme ihtimâli olan birine
hâddini bildirir miydi? Beni korumak için böyle bir teşebbüste bulunur muydu?
Bu düşüncelerle inceledim bir müddet her zamanki gibi yatar pozisyondaki abimi.
Bir ara sadece ikimizin olduğu bir ortamda, “Şeyma’nın abisi okula geldi bugün”
dedim. Sebebini sordu doğal olarak. “Hiç” dedim, “Şeyma’yı almaya gelmiş”. “Koskoca
kız evinin yolunu bilmiyor mu?” dedi istifini bozmadan. “Sen de beni almaya
gelsene” diyecek oldum, alacağım cevabın az öncekiyle aynı olacağını
bildiğimden vazgeçtim: “Evin yolunu bilmiyor musun?”
Bazen küçük, masum yalanlar söylemek zorunda kalabiliyor
insan. Turnusol kâğıdı vazifesi gören bu yalanlar bazen küçülerek kaybolurken,
bazen de kartopu gibi gittikçe büyüyen bir sarmala dönüşebiliyor. Ben de şimdi
abime küçük bir yalan söylemeyi düşünürken, söyleyeceğim yalanın büyüyüp kontrolümden
çıkabileceğini de hesaba katmadan edemiyordum. Yine de abimin benim için neler
yapabileceği hususundaki merakımı gidermek için bu minik oyunu oynamaya karar
verdim ve “Beni okulda rahatsız eden birisi var” dedim pat diye. Bana askıntı
olduğunu, okula gidip gelirken yolumu kestiğini, rahatsız ettiğini söyledim.
Yattığı yerden doğruldu bir hışımla. “Hemen bana adını,
soyadını söyle!” dedi. Ardından cep telefonunu istedi. Bu tepkiyi
beklemiyordum. Hadi diyelim, ismi uydurdum da telefon numarasını nasıl
yapacaktım? Bocalamaya başladım, zaman kazanmam lâzımdı. “Ne yapacaksın telefon
numarasını?” dedim. “Sen ver telefon numarasını, ben ne yapacağımı biliyorum”
dedi. “Ne yapacağını söylersen veririm” dedim.
Abim birden çocuğun telefonunu isteyince, ertesi gün onun
ağzını burnunu dağıtmadan önce telefonda bir güzel haşlayacağını düşünmüştüm. Cips
yerken bile yorulan abimin bu tavrı beni çok şaşırtmıştı. Belki de kavga etmek
için ona yer ve saat bildirecekti. Sevinmek ve korkmak arasında bir yerde donup
kalmıştım. Tehlikeli bir yola girmiştim ama Allah’tan gerçekte böyle biri
yoktu. “Ver telefonunu, bak, anında ben ona neler yapıyorum”… Anında? Yani bu
kadar çabuk mu? Aman Allah’ım, abim ne yaman biriymiş de benim haberim yokmuş!
Birden karşımda ağzı burnu kan revan içinde birilerini
hayâl ediyordum ki, “Tabiî, anında!” dedi, “Saniyesinde telefonunu çökertip bütün
sosyal medya hesaplarını nasıl hackliyorum, görsün o alçak Mete’nin kardeşine
sataşmak neymiş?”. Ben neden şaşırdığıma şaşırmıştım bu sefer de. El âlemin
abisi kız kardeşi için dövüşür, ölümü göze alır, bizimki de sosyal medya
hesaplarını kullanılamaz hâle getirecekmiş. Ah ben! Evimizin teknoloji dâhisi,
yapay zekâ uzmanı, bugünlerde ise metaverse emlâkçısından neler beklemişim?!
***
Birkaç gün önceydi, arkadaşlarıyla buluşacağını
söyleyerek babamdan para isteyen abime, “İki gün önce yeterince para vermiştim
sana, ne çabuk harcadın?” diye sorunca, babam, abimin işi farklı bir boyuta
taşıdığını da o gün öğrenmiş oldu. “Köprüye yatırdım” dedi abim gayet normal
bir alışveriş yapmış gibi. “Köprüye mi?” diye şaşkınlıkla karşılık verdi babam.
“Evet baba, ne zamandır kovalıyordum, satışa sunulmasını bekliyordum
Metaverse’de. Dün satışa çıktı, çok hesaplıydı, üç köprüyü de aldım. Bir iki
yıl sonra bana teşekkür edeceksiniz. Çok değerlenecek çok! Siz anlamazsınız,
ticaret artık bu mecralar üzerinden yürüyor. Bunlar işte hep yapay zekâ işi
baba!”
Babamın tam da şu an ağzını çok kötü bozmak istediğini
tahmin edebiliyordum. Ama sabretti. Sadece, “Lan oğlum, beş senedir oynadığın
oyunu geçen ay 500 liraya sattın diye sanal ticaretin pîri olduğunu mu
sanıyorsun?” diyerek ekranda yazan haberi abimin gözüne sokarcasına uzattı cep
telefonunu: “Metaverse evreninde sanal arsalar bostan oldu.”
Sonra parmağını ekrana uzatıp kaydırdı sola doğru, başka
bir haber vardı bu sefer ekranda: “İstanbul’da sanal Sülün Osmanlar türedi.”
Babam, evde olduğu saatlerin neredeyse tamamını iki seksen vaziyette geçiren abime döndü: “Keşke sende de biraz zekâ olsaydı da yapay olsaydı. Çünkü sendeki olsa olsa yatay zekâ!”