ÇOK uzun olmayan bir
süreden beri her olayın, nesnenin, şahsın ve durumun hikmetini düşünmeye
ağırlık veriyorum. Sebep-sonuç ilişkisini anlamak veya belirlemek epey alıştığımız
bir yaklaşım. Hikmetini düşünmek pratiği ise çok yaygın olarak kullanılan bir
yaklaşım değil.
Hâlbuki
hikmetini çözmek, hayatı daha anlamlı ve hattâ daha güzel bir hâle getiriyor.
Yaşlılık meselesine de öyle yaklaşmaya çalıştık. Yaşlılığın sebep-sonuç
ilişkisini kurmak, alıştığımız için, eminim hepimize çok kolay geliyordur.
Meselâ,
doğduktan itibaren yaşlanmaya başlıyor, belli bir yaşa gelince de “yaşlı”
olarak adlandırılıyoruz. Vücûdumuzdaki değişiklikler de bu yaşlılığın sonuçları
olarak kabul ediliyor. Gerçi bu tür genellemeler pek tutmasa da kabullerimiz
böyle. Kiminin saçları erken yaşlarda ağarır, kimininki de yıllar bile geçse
simsiyahtır. Yine de saç ağarması genel olarak yaşlılık belirtisi olarak kabul
edilir. Sebep-sonuç ilişkisi bakımından düşünüldüğünde, bu belirtileri
kaldırmak, yaşlılığın bir çözümü olarak görülebiliyor.
İyi
ama yaşlılık bir sorun mu ki çözülmeye kalkışılıyor? Allah bu yaşlılığı acaba
niçin yarattı, hikmeti ne?
Hikmetini
doğru anlayabildiğim iddiasında olmamakla beraber anlama gayretinde olduğumu
söyleyebilirim. Kur’ân-ı Kerîm Yaratıcımızın Kitabı olduğuna göre, hikmetini
anlamaya oradan başlamanın doğru bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Kur’ân’da
genel olarak “ekber”, “kebir”, “kübra”, “ekabir” kelimelerinden tanıdığımız bir
kelime olarak “kibera” tanımı kullanılıyor. Yani “büyük, büyümek” gibi anlamı
olan bir kelime... Bugünlerde bu kavramı Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti de
kullanıyor. Sağlık Bakanı Fahrettin Bey, “Büyüklerimizin
sağlığı bizim için önemli” diyor meselâ. Türkçede de buna benzer bir kelime
olan “koca” kelimesi, “yaşlı, ihtiyar” anlamında kullanılıyor.
Bu
pencereden bakmak yani yaşlıları “büyük” olarak görme, kabul etme bakış açısı
veya alışkanlığına sahip olunduğu sanırım pek söylenemez. Gözlemleyebildiğim
kadarıyla, “yaşlı” kavramını diğer pek çok kavramda olduğu gibi kendi
medeniyetimizden değil, Batı medeniyetinden öğrenmiş görünüyoruz. Hattâ o
öğrenmenin gereğini yapmak için can atıyoruz sanki!
Şöyle
ki… Batı medeniyeti “faydacı” bir yaklaşımdadır ve faydası olmayana hayat hakkı
tanımak istemez. O yüzden de büyüklerimizle ilgili proje geliştirenler, “Ne yapsak, ne etsek de yaşlıları faydalı
hâle getirebilsek, yük gibi görünmeseler?” amacına matuf projeler
geliştirmeye çalışırlar. Belki de bu kaygıyla iyi gelirli bir emeklilik dönemi
plânlarlar. Böylece onlar, harcadıkları paralar sayesinde “faydalı” olmuş
olurlar. Yani birçok insan, kaldıkları huzurevleri ve çalışanları, onların
sayesinde geçinmiş olur. Gelin görün ki, paralarıyla da “faydalı” olamıyorlarsa
Allah onlara yardım etsin!
İster
“büyük”, isterse de “yük” olarak kabul edilsin, aslında her ikisi de benim
anlayabildiğim kadarıyla hikmete gayet uygun. Çocukluk, gençlik ve
yetişkinlikten sonra gelen “büyüklük dönemi”, oldukça ilginç bir dönemdir.
Bir
fıkra vardır… Lokantanın girişinde “Siz
yiyin, torununuz ödesin” yazısını gören adam hemen lokantaya dalmış ve
kendine krallara lâyık bir ziyafet çekmiş. Tam kalkacakmış ki garson faturayı
uzatmış, müşteri gözlerine inanamamış: Kendi yediğinden daha fazla bir fatura! Şoku
atlatıp hemen kapıda yazan kaideyi hatırlatarak, “Torunum ödeyecek” demiş tebessümle.
Garson da bir iç çekmiş ve demiş ki, “Efendim,
bu yediklerinizin faturasını elbette torununuz ödeyecek. Bu getirip takdim
ettiğim, dedenizin yediklerinin faturası!”.
Hayatımızda
da tıpkı bu fıkrada olduğu gibi bir süreç gerçekleşir. Siz çocukluğunuzda,
gençliğinizde, yetişkinliğinizde büyükleri nasıl algılamış ve davranmışsanız,
siz yaşlanınca da size aynısı yapılır. Aslında sizin önceki yıllarda yaptığınız
da sizin büyüklerinizin sizin gözünüzün önünde yaptıklarıdır. Dikkat edilirse,
bir daire-i fâside yani kısırdöngünün mevcûdiyeti söz konusudur. Eğer ben
büyüklerime, büyüklerimin kendi büyüklerine davrandığı gibi davranırsam, bu
daire-i fâside de farklı davranan biri çıkıncaya kadar devam edecektir. Farklı
davranabilense kendi geleceğini büyük bir ihtimâlle bizzat belirlemiş
olacaktır.
Meseleyi
bu cihetten düşününce, yaşlılığın hikmetlerinden biri de ortaya çıkmış oluyor
sanki. Diğer bir ciheti de, iyi veya kötü olduğu fark etmeksizin, o değerlerin
büyükler tarafından sonraki kuşaklara transfer edilmesi...
Kitap
ve film gibi yollarla değerler transferi öyle kolay bir şey değildir. Yaşayan
ve yaşadığına inanan tarafından yapılan değerler transferi, kitap ve film gibi
yöntemlerle mukayese edilemez. Buradan kendimize şöyle bir sonuç çıkarmak
mümkün: Hayatının her döneminde huzurlu ve mutlu olmak isteyen ve çocuklarının
huzurlu ve mutlu olmasını isteyen insanlar, iyi değerlere sarılmak
zorundadırlar. Aksi hâlde hem kendileri, hem de sevdikleri kötü bir hayat
yaşamakla karşı karşıya kalacaklardır.
Bizim
medeniyetimiz bu konularda da harika bir sosyal yapı meydana getirmiştir. Biz
büyüklerimizle etle tırnak gibiyizdir. Dede-torun veya nine-torun ilişkisi çok
güçlüdür. Torunun elinden tutup bakkala götürmek, camiye beraber gitmek, oyun
oynarken dede veya nine tarafından göz kulak olunmak gibi davranışlar, yabancı
olmadığımız durumlardır. Sadece kendi torunu mu? Komşuların çocuklarıyla da
benzer ilişkiler vardır. Kavga eden çocuklara nasihat etmek, şeker yahut çikolata
vermek, yaptığı güzel davranışları görünce “Aferin” demek hep büyüklerimizin
yaptıkları davranışlardır. Torunun evlenmesinden tutun da eşler arası
sorunların çözümüne kadar büyüklerin katkısı, bildiğimiz ve yadırgamadığımız
katkılardır.
Sonuç
olarak, yaşlılık kavramını pozitivistlerin anlayışıyla değil, kendi medeniyetimizin
kriterleriyle ele almamız ve geçmişten gelen hâliyle devam ettirmemiz bütün
insanlığın menfaatinedir. Uzun yıllar yaşamayı düşünen bizlerin yaşlılık mevzuunu
ihmâl etmememiz gerekir.
Şimdiden kendi medeniyetimizin “büyüğümüz” yaklaşımını hızla öğrenip uygulayarak, kendi istikbâlimizi garanti altına almamız lâzım. Eğer bu farkındalığa sahip olup gereğini yapmaz, fıkraya atfen “Torunlarımız nasıl öderse ödesin!” dersek, bilelim ki dedelerimizin yaptıkları ve bizim de değiştirmediğimiz “yaşlılık” kavramının bedelini hayat söke söke alır!