Yaşlılığın hikmeti

Şimdiden kendi medeniyetimizin “büyüğümüz” yaklaşımını hızla öğrenip uygulayarak, kendi istikbâlimizi garanti altına almamız lâzım. Eğer bu farkındalığa sahip olup gereğini yapmaz, fıkraya atfen “Torunlarımız nasıl öderse ödesin!” dersek, bilelim ki dedelerimizin yaptıkları ve bizim de değiştirmediğimiz “yaşlılık” kavramının bedelini hayat söke söke alır!

ÇOK uzun olmayan bir süreden beri her olayın, nesnenin, şahsın ve durumun hikmetini düşünmeye ağırlık veriyorum. Sebep-sonuç ilişkisini anlamak veya belirlemek epey alıştığımız bir yaklaşım. Hikmetini düşünmek pratiği ise çok yaygın olarak kullanılan bir yaklaşım değil.

Hâlbuki hikmetini çözmek, hayatı daha anlamlı ve hattâ daha güzel bir hâle getiriyor. Yaşlılık meselesine de öyle yaklaşmaya çalıştık. Yaşlılığın sebep-sonuç ilişkisini kurmak, alıştığımız için, eminim hepimize çok kolay geliyordur.

Meselâ, doğduktan itibaren yaşlanmaya başlıyor, belli bir yaşa gelince de “yaşlı” olarak adlandırılıyoruz. Vücûdumuzdaki değişiklikler de bu yaşlılığın sonuçları olarak kabul ediliyor. Gerçi bu tür genellemeler pek tutmasa da kabullerimiz böyle. Kiminin saçları erken yaşlarda ağarır, kimininki de yıllar bile geçse simsiyahtır. Yine de saç ağarması genel olarak yaşlılık belirtisi olarak kabul edilir. Sebep-sonuç ilişkisi bakımından düşünüldüğünde, bu belirtileri kaldırmak, yaşlılığın bir çözümü olarak görülebiliyor.

İyi ama yaşlılık bir sorun mu ki çözülmeye kalkışılıyor? Allah bu yaşlılığı acaba niçin yarattı, hikmeti ne?

Hikmetini doğru anlayabildiğim iddiasında olmamakla beraber anlama gayretinde olduğumu söyleyebilirim. Kur’ân-ı Kerîm Yaratıcımızın Kitabı olduğuna göre, hikmetini anlamaya oradan başlamanın doğru bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Kur’ân’da genel olarak “ekber”, “kebir”, “kübra”, “ekabir” kelimelerinden tanıdığımız bir kelime olarak “kibera” tanımı kullanılıyor. Yani “büyük, büyümek” gibi anlamı olan bir kelime... Bugünlerde bu kavramı Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti de kullanıyor. Sağlık Bakanı Fahrettin Bey, “Büyüklerimizin sağlığı bizim için önemli” diyor meselâ. Türkçede de buna benzer bir kelime olan “koca” kelimesi, “yaşlı, ihtiyar” anlamında kullanılıyor.

Bu pencereden bakmak yani yaşlıları “büyük” olarak görme, kabul etme bakış açısı veya alışkanlığına sahip olunduğu sanırım pek söylenemez. Gözlemleyebildiğim kadarıyla, “yaşlı” kavramını diğer pek çok kavramda olduğu gibi kendi medeniyetimizden değil, Batı medeniyetinden öğrenmiş görünüyoruz. Hattâ o öğrenmenin gereğini yapmak için can atıyoruz sanki!

Şöyle ki… Batı medeniyeti “faydacı” bir yaklaşımdadır ve faydası olmayana hayat hakkı tanımak istemez. O yüzden de büyüklerimizle ilgili proje geliştirenler, “Ne yapsak, ne etsek de yaşlıları faydalı hâle getirebilsek, yük gibi görünmeseler?” amacına matuf projeler geliştirmeye çalışırlar. Belki de bu kaygıyla iyi gelirli bir emeklilik dönemi plânlarlar. Böylece onlar, harcadıkları paralar sayesinde “faydalı” olmuş olurlar. Yani birçok insan, kaldıkları huzurevleri ve çalışanları, onların sayesinde geçinmiş olur. Gelin görün ki, paralarıyla da “faydalı” olamıyorlarsa Allah onlara yardım etsin!

İster “büyük”, isterse de “yük” olarak kabul edilsin, aslında her ikisi de benim anlayabildiğim kadarıyla hikmete gayet uygun. Çocukluk, gençlik ve yetişkinlikten sonra gelen “büyüklük dönemi”, oldukça ilginç bir dönemdir.

Bir fıkra vardır… Lokantanın girişinde “Siz yiyin, torununuz ödesin” yazısını gören adam hemen lokantaya dalmış ve kendine krallara lâyık bir ziyafet çekmiş. Tam kalkacakmış ki garson faturayı uzatmış, müşteri gözlerine inanamamış: Kendi yediğinden daha fazla bir fatura! Şoku atlatıp hemen kapıda yazan kaideyi hatırlatarak, “Torunum ödeyecek” demiş tebessümle. Garson da bir iç çekmiş ve demiş ki, “Efendim, bu yediklerinizin faturasını elbette torununuz ödeyecek. Bu getirip takdim ettiğim, dedenizin yediklerinin faturası!”.

Hayatımızda da tıpkı bu fıkrada olduğu gibi bir süreç gerçekleşir. Siz çocukluğunuzda, gençliğinizde, yetişkinliğinizde büyükleri nasıl algılamış ve davranmışsanız, siz yaşlanınca da size aynısı yapılır. Aslında sizin önceki yıllarda yaptığınız da sizin büyüklerinizin sizin gözünüzün önünde yaptıklarıdır. Dikkat edilirse, bir daire-i fâside yani kısırdöngünün mevcûdiyeti söz konusudur. Eğer ben büyüklerime, büyüklerimin kendi büyüklerine davrandığı gibi davranırsam, bu daire-i fâside de farklı davranan biri çıkıncaya kadar devam edecektir. Farklı davranabilense kendi geleceğini büyük bir ihtimâlle bizzat belirlemiş olacaktır.

Meseleyi bu cihetten düşününce, yaşlılığın hikmetlerinden biri de ortaya çıkmış oluyor sanki. Diğer bir ciheti de, iyi veya kötü olduğu fark etmeksizin, o değerlerin büyükler tarafından sonraki kuşaklara transfer edilmesi...

Kitap ve film gibi yollarla değerler transferi öyle kolay bir şey değildir. Yaşayan ve yaşadığına inanan tarafından yapılan değerler transferi, kitap ve film gibi yöntemlerle mukayese edilemez. Buradan kendimize şöyle bir sonuç çıkarmak mümkün: Hayatının her döneminde huzurlu ve mutlu olmak isteyen ve çocuklarının huzurlu ve mutlu olmasını isteyen insanlar, iyi değerlere sarılmak zorundadırlar. Aksi hâlde hem kendileri, hem de sevdikleri kötü bir hayat yaşamakla karşı karşıya kalacaklardır.

Bizim medeniyetimiz bu konularda da harika bir sosyal yapı meydana getirmiştir. Biz büyüklerimizle etle tırnak gibiyizdir. Dede-torun veya nine-torun ilişkisi çok güçlüdür. Torunun elinden tutup bakkala götürmek, camiye beraber gitmek, oyun oynarken dede veya nine tarafından göz kulak olunmak gibi davranışlar, yabancı olmadığımız durumlardır. Sadece kendi torunu mu? Komşuların çocuklarıyla da benzer ilişkiler vardır. Kavga eden çocuklara nasihat etmek, şeker yahut çikolata vermek, yaptığı güzel davranışları görünce “Aferin” demek hep büyüklerimizin yaptıkları davranışlardır. Torunun evlenmesinden tutun da eşler arası sorunların çözümüne kadar büyüklerin katkısı, bildiğimiz ve yadırgamadığımız katkılardır.

Sonuç olarak, yaşlılık kavramını pozitivistlerin anlayışıyla değil, kendi medeniyetimizin kriterleriyle ele almamız ve geçmişten gelen hâliyle devam ettirmemiz bütün insanlığın menfaatinedir. Uzun yıllar yaşamayı düşünen bizlerin yaşlılık mevzuunu ihmâl etmememiz gerekir.

Şimdiden kendi medeniyetimizin “büyüğümüz” yaklaşımını hızla öğrenip uygulayarak, kendi istikbâlimizi garanti altına almamız lâzım. Eğer bu farkındalığa sahip olup gereğini yapmaz, fıkraya atfen “Torunlarımız nasıl öderse ödesin!” dersek, bilelim ki dedelerimizin yaptıkları ve bizim de değiştirmediğimiz “yaşlılık” kavramının bedelini hayat söke söke alır!