
SEKOYA şehrinin Kavuniçi köyünde yaşayan on üç hane vardı. Her aile büyük çatılı, bahçeli taş yapılı evlerde, çok sayıda hayvan ile birlikte yaşardı.
Köyde herkesin görevi belliydi. Toprakla uğraşılan işlerde iş gücü fevkalâde önemli olduğundan evlerde en az beş çocuk olurdu. Kocaman evlerde üç nesil bir arada yaşardı.
Yıl 1950, Sekoya’da ekim dikim zamanı, ailelerin birbiriyle yarıştığı, çoğu zaman da yardımlaştığı günlerdi. Hasadın iyisini toplamak, fırtınada balyaları uçurmamak, hayvanların bakımını iyi bilmek lazımdı. Köyün ileri yaşta olanlarına tarla farelerinin nasıl yok edileceği, meyve ağaçlarında aşılama ve budama usulleri, hastalanmış keçilerin iyileşme süreçleri gibi sorular sorulurdu. Bu gibi bilgiler, herkesin karnının doyması ve düzenin devam etmesi için kurtarıcı bilgilerdi.
Genç yetişkinler günleri organize eder, tohum ekimi, sulama, toplama, sağma, yem verme gibi ana işleri yaparlardı. Bu işleri yaparken çocukları da yanlarında olur, güçleri yettiğince yardım ederlerdi.
Kültür gereği her çocuk, yardımcı olarak dünyaya gelmişti ve bu görev bilinci ile yetiştirilirlerdi. Böylece çocuklar annelerine bakarak çorba karıştırmayı, tavuk tütsülemeyi, iplere dizerek güneşte sebze kurutmayı öğrenirlerdi.
Yetişkinlerin aceleci ve gergin, yaşlıların sabırlı ve bilge, çocukların ise oldukça meraklı ve hareketli olduğu yıllardı. Köyün onuncu hanesinde yaşayan ailenin en küçük ferdinin adı Muhteşem’di. Muhteşem, sobanın ilk ateşini tutuşturmak için kullanılan “çıra toplamak” işi ile görevliydi. Muhteşem, boyunun üçte biri kadar olan bez çuvalı alır, tüm gün bahçede dolanırdı. Dedesi Muhterem Bey ise oturduğu verandadan daima onu gözetlerdi. Bir akşamüstü Muhteşem, yine çıraları babasına teslim etti, kilerden geçerken süzme yoğurt kesesinden kovaya damlayan sudan bir yudum aldı ve akşam yemeğinden evvel verandaya koşarak dedesinin kucağına oturdu.
- Dede arıların kovanlarını ne zaman boyayacağız?
- Şubat ayında boyanır evladım.
- Peki neden boyuyoruz?
- Güneşin tesirini azaltmak için evladım.
- Peki arılar en çok hangi rengi sever.
- Alacası bol renkleri severler
- Öyle olunca çiçek mi zannederler?
- Evet, doğru bildin.
- Dede sen hayatında kaç kere hasat gördün?
- Altmış bir yıl olacak evladım.
- Ben altı tane gördüm, sana yetişmeme daha çok var.
- Hadi evladım tarhanamız hazır, gel artık içeri girelim.
Muhterem Bey, köyün en yaşlılarından biriydi. Güneş batmadan yemek mutlaka yenir ve ışık tekrar uyandırana dek herkes en yorgun hâliyle döşeklerinde uykuya dalardı. Sekoya o gece fırtınanın etkisi altındaydı. Şimşekler samanların her tanesini aydınlatıyor, gökyüzü büyük taşlar yuvarlanırcasına gürüldüyor, köpekler havlıyor, kuşlar kaçıyor, ceviz ağacının dalları camlara vuruyordu. Muhteşem korkmuştu, gece yarısı korkarak Muhterem Bey’in yanına koştu.
- Dede sen hiç korkmuyor musun, fırtına kopacak?
- Korkacak bir şey yok evladım, kendi kendine bahçemizde büyüyen papatyalar kadar normal bir şey bu.
Sabah dedesinin yatağında uyanan küçük Muhteşem pencereden baktığında evdeki bakır kapları titreten gök gürültüsünün bahçeyi olduğu gibi bırakıp gitmesine, hiçbir şey olmamış gibi kuşların huzurla cıvıldamasına ve güneşin bu kadar sessiz doğmasına hayret etmişti. Tıpkı diğer günlerde olduğu gibi kendisine verilen tüm vazifeleri yapmak için çoktan dışarı çıkmıştı.
Dedesi o gün sabah, tüm torunları için çarşıdan hediyeler getirmişti. Muhteşem için seçtiği oyuncak, üfleyince baloncuk çıkaran içi su dolu bir silindir kutuydu. Muhteşem, hevesle üfleyerek baloncuklar çıkartıyordu. Havada uçuşan onlarca baloncuk bir süre sonra patlayarak yok oluyordu. Her seferinde ardı ardına daha çok baloncuk çıkarmak için çubuğu kapta iyice şıkırdatarak var gücüyle üflüyordu. Baloncuklar mavileşen parlak yuvarlaklar hâlinde gökyüzünde bir iki tur dönüp gözden kayboluyordu.
- Baloncuklarım yok oluyorlar, dede bir şey yap!
- Evladım onlar birer hava küresi, ipe dizip saklayamayız ki, elbette havaya karışıp kaybolacaklar.
- Hava küresi de ne demek? Baloncuklarımı istiyorum ben!
- Evladım, dünyada her şey özüne çekilir. Su, büyük sulara, hava havaya ve toprak toprağa gider.
- Eee, biz nereye gideceğiz?
- Biz toprakla özdeşiz evladım.
- Ama o zaman neden kahverengi değiliz?
Muhterem Bey, gayri ihtiyari gülümsemişti.
- Çünkü suyla karıştık, biraz rengimiz açılmış olmalı.
Muhterem Bey torununun yüzündeki hayal kırıklığı karşısında ufak bir çaresizlik hissetmişti. Muhteşem’in hüznünü dağıtmak ve dikkatini başka yere çekmek istedi.
- Hadi gel ormanda hayvanları sevelim.
İkisi el ele köyün etrafını çevreleyen Katrancık dağının eteğindeki ormana doğru yürümeye başladılar. Kökün yirminci santiminden kesilmiş bir ağacın gövdesinde bir sincap yere düşen cevizleri ağzına dolduruyordu. Üç ağaç sonra, yukarıda asılı bir bal kovanı vardı. Kuşların sesleri hiç kesilmiyordu. Ormanda bir tilkinin yere düşen kuru çam dikenlerini hışırdatarak yürüyüşünü uzakta bir yerde siluet olarak görmüşlerdi. Dallardan kuşburnu toplayarak ilerlediler. Bir kaplumbağa bir de tavşan derken Muhterem Bey tıkandığını hissetti. Oturdu.
- Evladım ben yaşlıyım, nefes alamıyorum. Dermanım kesildi. Köye dönüp babandan yardım ister misin?
Koşarak birkaç dakikada eve varan Muhteşem tüm evi ayağa kaldırdı.
- Yetişin, dedem ormanda oturdu kaldı, yardım istiyor. Sizi çağırdı baba, hadi gidip dedemi alalım!
Herkes elindeki işi bıraktı ve dedeye koştular. Döndüklerinde Muhterem Bey köy mezarlığının yakınlarında, dünyadan nasibi kesilmiş, aldığı son nefesi kim bilir nasıl vermişti!?
***
2015 yılında Sekoya’da bahar aylarından biriydi. Muhteşem’in büyüdüğü ev beş katlı bir apartmandı artık. Muhteşem ise altmış beş yaşında iki torun sahibi bir dedeydi. Torunlarının elinde ışık saçan, durmadan ses çıkaran birer oyuncak vardı! Onunla yemek yiyorlar, onunla uyuyorlar, hiç soru sormuyorlar ve çok az hareket ediyorlardı. Bunlara tablet deniyordu.
Muhteşem’in cebine zorla koydukları bir seyyar telefon vardı. Kablosuz her yerde konuşma yapılabiliyordu. Ama Muhteşem ne o tuşlara basabiliyor ne de üzerinde yazan yazıları anlayabiliyordu. Rehbere bir şey kayıt etmek için, hastane randevusu almak için sürekli torunlarına danışıyordu. Torunlar yanıt veriyordu vermesine ama bin bir pazarlık hâliyle, “Bize dondurma alırsan sana yardım ederiz” diyorlardı. Ana babalar bu sözlere “Şimdiki çocuklar pek akıllı” diye alkış tutuyorlar ya, Muhteşem, torunlarıyla akıl tespiti yapabilecek kadar sohbet edemediğine yanıyordu.
Güzel bir mayıs sabahıydı. Muhteşem, dedesinin mezarına torunlarını götürmek istiyordu. “İki güzel evlat bilmeli atalarını” diye düşündü. Zor ikna ettiği torunlarıyla yola koyuldular. Muhteşem, tuttukları taksinin ön koltuğunda oturuyor, hep yaşadığı şehre yeni gelmiş de keşfeder gibi etrafı dikkatle seyrediyordu
Mezarlığa vardıklarında, mezar taşında asılı bir tespih buldu Muhteşem... Daha önce ziyarete gelen biri bırakmış olmalıydı. Belki de kendi… Hatırlayamadı. Ama o anda Muhteşem, gözleri yaşlı bir gülümseme ile tarifsiz bir sevinç yaşadı. Ve oracıkta torunlarına şöyle kısacık bir hikâye anlattı:
“Günlerden bir gün, bir çocuk dedesinden köpükten baloncuklarının yok olmamasını istemiş. Ve dedesi de onun için baloncukları havada yakalayıp ipe dizmiş. Belki de o tespih, bu tespihtir.”
Muhteşem, elinde tuttuğu mavi topaz taşlı tespihe yarı hüzün, yarı huzurla bakarak, cevabını alamayacağı bir soru mırıldandı: “Yaşlılardan öğrenmeyi ne zaman bıraktık?”
Torunlarına sıkıca sarıldı, onlardan öğrenecek çok şeyi vardı.