BİR yandan yasını
tuttukları arttığı için, diğer yandan yaslandığı şeyler çoğaldığı için yaslı
bizim yaşlı…
Yaşlandığımız
için oyun oynamayı bırakmayız. Oyun oynamayı bıraktığımız için yaşlanırız. Toplumsal
olarak ortak bir şekilde edindiğimiz anlayışlar bizi ortak geleceğimize
sürükler. İstisnaların dışında kalan büyük kısımda yaşlılık sebepleri ve bu
sebepler sonucu yaşanılacak hayat şekilleri maalesef çok benzerdir. Buna göre
gençlik ve orta yaş üretkenliği düşüşe geçecek, bireyler ilerleyen yaş
sebebiyle kaygı dönemine geçecek, sonuç olarak da bir yandan yapamadıklarının
yasını tutmaya başlayacak, diğer yandan kendine dayanak noktası olabilecek,
yaslanabileceği alternatifler arayacaktır.
Hepimiz
birer yaşlı adayıyız. Şimdiden nelerin yasını, pişmanlıklarını tutacağımızı
belirleyelim mi?
Allah
ömür yazdı ise, yolumuzdaki son durak yaşlılık. Bu son durakta geçireceğimiz
zamanın ille de zorluklarla geçmesi şart değil. Her yerde her zaman söylemek
isterim ki, medyanın halkın tarafına, milletin özüne dönmesi şart! Geniş
kitlelere doğru anahtarlar ile ulaşmamız şart! Bu anahtarın bence en önemlisi,
eğitim anlayışını ve öğrenim amacını ömrün tamamına dengeli bir şekilde yaymaktır.
Bu şekilde bir neslin ilkokul çağından ömrünün son durağına kadar öğrenim
içinde olacağı ve bu sayede engin bir kişiliğe, derin bir bilgi birikimine ve
çok değerli bir yaşam tecrübesine sahip olacağı gayet açık olacaktır. Arkadan
gelen nesiller, önden gidenlerin bu tecrübeleri ile daha verimli bir yolculuğa
sahip olacak ve bu sayede yaşam ve kişilik kalitesi artmak sûretiyle her
aşamada çıtayı yükseltecektir.
Medya
aracılığı ile toplumsal bilinç arttırılmalı. Yoksa diğer taraftan her yaşlılık
bir bilgi ve tecrübe yeri değildir. Allah korusun, bazı rahatsızlıklara yanlış
reçete kullanmak gibi, yanlış/eksik bilgi ve hatâlı tecrübe aktarımı,
istenmeyen sonuçlara sebep olabilir.
Bir
duruma farklı bir açıdan bakmak istiyorum…
Klâsik
bir sözdür; “Küçüklerimizi sevelim, büyüklerimizi koruyalım, yaşlılarımıza iyi
bakalım, saygıda kusur etmeyelim”… İnsanı çok parçalamadan yapılabilir birçok
şey. İnsana iyi bakalım, sevelim, koruyalım, saygı duyalım, gelişimine destek
olalım, değerlerde yüceltelim… İnsanı bir bütün olarak ele almalıyız.
Doğumundan ölümüne, bireysel ve toplumsal olarak ele almalı, yaşamsal her
sürecine doğru katkıları sunabilmeliyiz. Şu veya bu kişi ile şu veya bu kurumun
görevi olarak değil, bir milletin kendini yüceltmek adına kendine yatırım
yapması, kendi için emek harcaması, kendini sürekli geliştirmek sûretiyle
kendine değer vermesi gerekir. Bu şekilde, birlik olarak, doğabilecek birçok
toplumsal rahatsızlığa karşı direnç göstermiş oluruz.
Emek
harcamayı, üretmeyi, gelişmeyi bu aralar farklı ve yanlış bir alana taşıyor gençlik
ve sonrasında ona takılan orta yaş grubu. Bu gidişatın sonuçları pek olumlu
olmayacak gibi… Yeni bir dünya açıldı ve her geçen gün büyümekte. Sanal olan bu
dünya, gerçek dünyamızdan her geçen gün daha fazla zaman çalmakta. İçindeki
faydalı alanların bir yem olarak kullanılmasıyla tuzaklara gönüllü atladığımız
çok sinsi bir dünya bu. Sosyal medyasının en büyük aldatıcı yanlarından biri de
kişilerin buradan paylaşım yapmak veya yapılan paylaşımlara destek, katkı,
eleştiri getirmek sûretiyle kendilerini bazı insanî görevlerini yapmış gibi
göstermeleri, tatmin etmeleri. Açıkçası artık insanı, oturduğu yerden yaşamsal
görevlerinin birçoğunu yerine getirebileceği bir dünyaya açmış olduk. Hepimize
hayırlı olsun.
Vatanımızı
sevmeyi, korumayı, üreterek destek olmayı, küçüklerimize sevgiyi, yaşıtlarımıza
desteği, büyüklerimize saygıyı, yanlışa ve zulme karşı durmayı artık çok daha
hızlı ve konforlu bir şekilde, elimizdeki bir cep telefonu ile evimizde
yapabiliriz. “Paylaş, beğen, şikâyet et” butonlarını sosyal medyada aktif
kullanmak yeterli.
Bana
kattıkları mı, benden aldıkları mı daha önemli?
Yeni
nesil yaşlılığımız, sosyal medya yaşlılığı olacak. O kadar çok yönden sarsacak
ki bu durum bizi, sonuçlarını hayâl etmek zor. En başta hareketliliğimizi
kısıtlayacak. Bedenin hareket sistemi, enerji ve vücut direnci ile doğru
orantılı. Evren en küçük yapısına kadar hareketten doğan bir enerjiyle
sağlığını korumakta. Bu hareketi yavaşlatmak, dengeye vuracağımız büyük bir
darbedir. Zihinsel ve bedensel olarak sürekli hareket gerekli. İşte
teknolojinin bize getirdiği yeniliklerden biri de hareket alanımızı daraltmak.
Yolları kısaltmak, üretimde insanlarla makineleri yer değiştirmek,
sevdiklerimize veya düşmanlarımıza en kısa yoldan, emek harcamadan, yolun vereceği
tecrübelerden mahrum kalarak çabucak ulaşmak, birçok vatandaşlık görevini sabit
kaldığımız yerden yapabilmek gibi fonksiyonlar, yerimizden kıpırdamayalım diye
kolaylaştırılıyor.
Buradan
teknolojiye karşı olduğum gibi bir yargı çıkarmak isteyen olursa, istediği gibi
düşünebilir. Kendi adıma söyleyeyim, böyle giderse yaşlılığım hiç iyi
geçemeyecek. Ben de bir sosyal medya bağımlısıyım şu an. Facebook, Instagram, Pinterest
gibi yerlerde sayfalarım var, paylaşımlarım var, bunların takibi için oldukça
fazla zaman harcayabiliyorum bazen. Ve bağımlılığım oranında hareket alanım
daralıyor. Bazen iki satır bile yazmakta zorlanıyor, yürüyüşleri daha erken
bitirebiliyorum. Bir anlamda bu yazı, kendime isyanım!
Şimdi
bu yazıyı, balkonda, sabah güneşinin doğuşunu seyrederken, ılık bir havanın
eşliğinde, dizüstü bilgisayarımın konforlu alanında yazıyorum. Office programı sürekli
yakamda. “Şurayı hatâlı yazdın, düzelt” diyor. Tabiî sağladığı kolaylıklar da
var; özellikle zaman kazandırması çok iyi. Yalnız teraziye iyi bakmalı.
Aldığını ve verdiğini iyi değerlendirmeli. Bana kattıkları mı, benden aldıkları
mı daha önemli?
İnsanın
varlığının her aşaması, evrendeki en inanılmaz görkeme sahiptir. Bu görkemli
yapıyı yaratan Mevlâ’mız, insanın kendisinin farkında olmasını bekler. Çok az
insana nasip oluyor kendi görkemine şâhit olmak. Kendi mucize varlığından
habersiz olan insan ise başka mucizelerin peşinde tüketiyor ömrünü. İnsanın
özüne, görkemine dönüşü farkındalıkla olacak. Şâhit olmalı bu yaratılışa insan.
Kâinatın ve içindeki sonsuzluğun yaratılışına, kendi varlığının oluşuna şâhit
olmalı. Bununla yeniden dizayn etmeli hayatı. Yıkarak değil yaparak, nefret ile
değil severek, anlayarak, inanarak varlığını sımsıkı kucaklamalı.
Kâinattaki
en büyük hazîne, insan. En büyük amaç ve sır sensin! Zirvenin en tepesi sensin!
Durum bu iken, neden aşağılara atarsın kendini? Birkaç kuruşa, biraz güce ve
mâkâma neden değişirsin bu yüce değerini? Hiç mi sorgulamazsın bıraktığın
izleri?
Yaşlanacağız
ama yas tutarak değil. Kırk beş yaşındayım şu an ve benim de şimdiden yasını
tuttuklarım artıyor. Bahanelerime yaslanarak kendimi avutuyorum. Oysa
yaşlılığımda elimde bastonumla değil kitaplarımla, tuvallerimle, şiirlerimle
dolaşmak isterim. Huzurevlerini düşünüyorum, adı “huzur” diye, buralarda huzur
bulunabiliyor mu acaba? Kim nerede huzur bulabiliyor? Evinde, köyünde,
bakımevinde? Kendi içimizde kendimize huzuru sağlayamadıktan sonra, bir mekândan,
etrafımızdaki insanlardan mı bekliyoruz bize huzur alanları açmalarını?
Kendimize iyi davranmayıp, dengeli ve sağlıklı beslenmeyip, düzenli spor
yapmayıp, gelişim odaklı düzenli ve dengeli zihinsel çalışmalar yapmayıp, yaşam
nehrinde akıntıya karşı hiç durmayıp, geldiği noktadan birilerini suçlamaya
çalışmak ne derece mantıklı olur?
Üret!
Millet
olarak hemen şu an kazanmalıyız kendimizi. Hepimiz kendimize bir randevu verip
geride kalan yaşamımızı sorguya çekmeli, toparlanmalı ve Allah’tan yardım
istemeliyiz. Sonra birlik olmalı, Devletimize destek olmalıyız. Ülkece her
alanda içsel ve dışsal olarak kalkınmalıyız. Yaşlılarımıza vereceğimiz değerin
göstergesi, onlar için kalacakları yerler değil, uçacakları yerler inşâ
etmektir. Kim istemez ki ömrünün son dönemini en güzel yerlerde en değerli
insanlarla, en güzel katkı ve katılımlarla geçirmeyi ve bu sayede tebessümle
dünyaya vedâ etmeyi?
Bunları
başarabiliriz. Öylesine konuşmak ve yazmaktan geçelim. Öylesine yaşamaları
bırakalım. Evimden başladım ben. Bu evde uzun süreli asık suratla dolaşmak
yasak. Erken kalkıyoruz ve yeni güne, yeni bize “Günaydın” deyip sabah sporuna
geçiyoruz. Çocuklarla kahvaltı öncesi sohbet yapıyoruz ve kahvaltıdan önce
mutluluk, kahkaha, muhabbet demliyoruz. Sarılıyoruz. Kahvaltı sonrası -biraz
televizyon dahi olsa- belirlenen aktiviteleri uygulamak için heyecanımız var
bizim. Okuyorsak neşe, oynuyorsak coşku ile yapıyoruz. Duyuyorum sağdan soldan,
“Ben çocuklara televizyonu yasakladım, şu kursa gönderiyorum, bu okula
gönderiyorum, saat saat programımız var”... Tamam, hepsi güzel ve seçimlerinize
diyecek bir şeyim yok ama tek bir isteğim var sizden: Belli dönemlerde siz ve
çocuklarınız karşı karşıya geçip gözlerinizin içine bakın ve sorun, ne kadar
ışık var? Yüzünüzde ne kadar coşku var? Kalbinizde ne kadar heyecan var? Yoksa
yüz hatları keskinleşmeye, ışığınız düşmeye, coşkunuz ve kahkahalarınız
eksilmeye mi başladı? Yoksa siz çok önemli ve güzel şeyleri yapmak adına
yaşlanmaya erken mi başladınız?
Neyi
ne ile takas ettiğimizin gerçekten sorgulanması gerek. Şu soruyu her zaman
sorun: İyi bir kariyer, iyi bir maddî gelir, lüks bir hayat ve ciddî bir bakış
açısı mı, yoksa ömür boyu sürecek bir keşif macerası mı daha güzel durur?
Zengin ve başarılı olmak neden olmasın, yeter ki içiniz cıvıl cıvıl olsun,
etrafınıza ışık saçsın, sizi gören korkmasın, bakan soğumasın sizden… Erkenden
yaşlanmayın, ne olur!
Genç
kalmak, enerji dolu olmak, içimizdeki meraklı afacanı uzun süre korumak, hoplaya
zıplaya yürümek, bütün kâinata el uzatmak, bir olmak… Ama nasıl? Üreterek… Yürümeyin,
koşun! Okuduktan sonra yazın! Çocukla çocuk olmayın, hep çocuk kalın! O kadar
ciddî olmayın, resim yapın, beste yapın, ağlayın… İnsan ve kâinat bir yapboz.
Parçası ve heyecanı sonsuz... Bitmeyecek bir bulmaca bu. Hayatınızın her
döneminde farklı parçaları bulup da kendinizi biraz daha tamamladığınızda,
içinizdeki hislerin vereceği şeyler şu dünyada peşinden koştuklarımızın
hepsinden daha özel, inanılmaz ve değerli.
Kendi
adıma kendimi bulduğum her aşamada, içimde öyle bir yaşam enerjisi patlaması
oluyor ki ne uyku düzeni kalıyor, ne hareket düzeni. Bu anlarda yapmayı
istediğim bir şey var meselâ; maraton koşmak… Bitmeyen bir maraton… Koşmak bana
en iyi gelen şeylerden biri. Bunun için illâ yola çıkmanıza gerek yok. İnsan
isterse içinde de koşabilir. Kanatlarını takıp kelebekleri kovalayabilir.
Okyanusun dibini boylayabilir… İnsan isterse yaşamı bambaşka bir şeye
çevirebilir. Doğumu, gençliği, orta yaşı ve son dönemi ayrı ayrı kutlayabilir…
Üret!
Bilgi, sanat, neşe üret! Yeter ki yeni güne yeni bir şeyler kat! Kendine bir
şeyler kat! Kendine hediyeler ver! İnsan şu dünyada en çok kendini
kaybetmiştir. Her bulduğunda daha çok sevineceksin, söz veriyorum. Üretirken,
vaktini kendisine ve çevresine katkı sağlarken bu dünyadan geçip gidenden daha
bahtlısı kim olabilir? Yaşlılığını dolu dolu yaşayan bir milletten daha güzel
ne olabilir?
Şu
anki kurulu düzenler, ülkelerin birbirine bu kadar uzak ve soğuk olması,
insanın her yerde bir ayrılık oluşturması, birbirine destek olacağı yerde
tahammül gösteremediği bir zamanı yaşıyor olabiliriz. Bu bizi karamsarlığa
itmesin. Her an bir mucize olup, insan, insanda birleşmeye başlayabilir.
Daldığı derin uykudan uyanarak kendine ve çevresine verdiği zararı görüp
değişimi başlatabilir. Her şey inanç meselesi!
İnanmanın
getirdiği büyük mucizeleri ve imkânsız zaferleri az da olsa bir yerlerde okumuş
veya şâhit olmuşsunuzdur. “Bir yerlerde birileri yapmış, benle alâkası yok
bunların. Benim etim ne, budum ne? Maddî durumum, çevrem, sağlığım, yaşım uygun
değil. Gücüm yok, içimden gelmiyor” gibi ne tür bahaneleriniz var, söyleyin! Ne
kadar çok şeye yaslanıp bıraktınız kendinizi?
Sonsuz
sayıda penceresi olan kâinatın ve yaşamın sadece birkaç penceresinden bakmakta
ısrar ettiğiniz müddetçe her zaman haklısınız, evet, imkânsızı başaramayız,
bizde bu güç yok. Siz kim, imkânsızlıkları başarmak kim? Siz kim, yaşlılıkta
maraton koşmak, kurslara gitmek, çalışmak, kahkahalara boğulmak kim?
Unuttuğunuz
bir şey yok mu? Bu kâinatın var olması da imkânsızdı, sizin var olmanız, kendinize
ait bir iradenizin olması da… İçinizdeki yüz trilyon hücrenin uyum içinde,
karşılık beklemeden çalışması da imkânsızdı. Daha dün, iki kişinin bir konuda
bile anlaşamadan birbirlerine soğuk davrandığını görmediniz mi? İçinizdeki ve
dışınızdaki sonsuz evrenin, sonsuz sayıdaki yaratılışın uyum içinde çalışması imkânsız
değil mi? Nedir sizin için imkânsızlık?
Her gün farklı bir pencereden bakmaya çalışıyorum ve imkânsız diye bir şeyin olmadığına apaçık şâhit oluyorum. Rabbimden dileğim, insanın her döneminin aynı heyecanla, aynı üretkenlikle geçmesi için imkân vermesi ve bize yardım etmesi. İnsan insanı bulunca, yaşam başka bir şeye dönüşecek. Heyecanla bekliyorum…