GÜNBATIMINA doğru, sazlıkları
yararak giden sandalın içindeki bir yolcudur yaşlı insan. Her ressamın
yakalamak için peşinden koştuğu o eşsiz günbatımı renklerini maviden beyaza,
beyazdan sarıya, sarıdan kızıla, kırmızıya, iç içe geçen renklerini seyreden,
bir an önce o ışık ve renk kaynağına ulaşmak isteyen bir yolcu…
“Vakit
yanaştı” der; dizlerini tutarak bazen bu yüzden ya da “Eh, geldik gidiyoruz” demese
de hisseder uzun yaşamışlığı, sabahın altısında tek başına camdan bakarken,
gecenin birinde sırları dökülmüş ama değiştirilmeye gerek duyulmamış omuzları
çökmüş, kemikleri ufalmış, mecâlsiz bedenini aynada seyrederken. Bazense “Çok
bile durduk” deyip sızlanır; gençken kaybedilenler gelir akla, yıllar içinde
toprağa verildiğine şahitlik edilen akranlar, tanıdıklar…
Bir
can yoldaşı varsa evde, yılların dağdağası geçmiş ve baş başa kalınmıştır
artık. Uzun yolculuğun ardından arzuyla kamber sandalın son durağına da
birlikte ulaşmayı arzu eder geride yolcu bırakmak istemeden. Sevinçler ve
acılar bohçalanmış, sandıklara konmuştur. Kimi ara ara çıkarılır sandıklardan,
bakmaya, ellemeye, koklamaya kıyılmaz, kimi de -ah o derin kederler- en alta
saklanır, kara örtüleri hiç kaldırılmak istenmez.
Ömür
kolayca, su kolaylığında akıp gitmiştir de şimdi zaman ağırlaşmıştır tıpkı
bedenin hareketleri gibi. Kış bitmek bilmez, yaz uzar da uzar, ay yirmili
rakamları tüketemez, hafta sonu bir türlü gelmez, sabah olmaz, ikindi erişmez,
akşam yanaşmaz, zaman geçmek bilmez bu son demde. Akıp giden suyun son
damlasıdır yaşlılık, düşemez toprağa, bekler durur hayatın ucunda. Tik tak
sesleri doldurur odaları, mat bakışlı gözlerin takıldığı saatte akrebin batan
iğnesi, yelkovanın didikleyen gagası olur zaman. Boştur, bir boşluktur artık
zaman. Şu kuytuda tek başına kalakalmışlığın ilacı ise hatırlanmaktır. Bu
yüzden hatırlanmak bir arzudur yaşlı insanda, sık yaşamak istenen bir coşku.
Bayram onlar içindir; kandil, tatil, meşrebine göre yıldönümü, doğum günü…
Çalmayan zilin çalmasını umarak geçer bazen günler; ekmek bölüşülse, çay konsa
ocağa, bir şen kahkaha duyulsa, başka bir ses… O çocuklar değil miydi daha dün
işi gücü, derdi tasası, harçlığı ve yaramazlığı bitmeyen, zile basıp duran, kapıları
çalıp kaçan? Ya o hiç tükenmeyecek zannedilen dünya telâşı?
Onca
şey ne vakit yaşandı, bunca olay nasıl oluverdi, şunca insan nereye gitti?
Şimdiki gibi bütün akışkanlığını kaybetmiş, durağanlaşmış, çek çek sonu gelmez
bir ip midir, hızla bitirilmiş, kesip kesip atılmış dün müdür, yoksa bir
muammalar yumağı olan yarın mıdır zaman?
Anları,
günleri, çocukluğu, gençliği, yetişkinliği birbirine bağlayan bu sırlı düğüm
karşısında çaresiz ve sessiz evin içinde dolaşırken, sadece adımlarının sesini
duyarken şaşar kalır buna yaşlı insan. Dedesinin, ninesinin kucağında sevilen,
tekerlemeler, masallar dinleyen de o değil midir yetmiş seksen sene önce? Zaman
artık sadece hayretten ibarettir; daha dün, hatta biraz evvel olup bitmiştir
çünkü her şey. Geri gider durur zihin; düne, en mutlu anlara, onlarla avunur
hele bir de yalnızlığın ağına takılmış ve eli kolu hatıraların incecik
iplikleri sarıp sarmalamışsa. Yoldaşsız kalmışsa, kaybedilmişse yol arkadaşı, o
en mutlu anlar bir temâşâgâhtır bugünün cansızlığı, boğuculuğu ve can sıkıntısı
karşısında. Daha yaşamadan unutmak ister kalan günleri öyle olunca; nasıl olsa
geçmişten daha iyi olamayacaktır, zihin belki de sadece bu yüzden hem unutmayı,
hem de dünü bugüne katıp karıştırmayı seçer. Kâh eline bir fırça alır, kapatır
durur hatıralardan canının istediğini, kâh aklı geçmişte bir günde sabitler,
orada bırakır.
Felâketler
yaşamış hep hatırlayan, hep diri olagelmiş hafızalar içinse rahmet oluverir unutmak.
Hep yanan bir ampuldür; ışığı acıtır, gözü yaşartır çünkü acı veren anılar.
Rahmet, unutturur ki, ömrün bu son deminde de hatırlamanın cenderesinde sıkışıp
acı çekmesin, sızlamasın gönül. Velâkin acı kaybolmaz, İlâhî kalemden çıkan
fizik kanunları gibi hâl değiştirir, sıçrar ve bulaşır, hem de ağırlık
kazanarak başka insanlara, en çok da en yakınlara, “Kimsin sen?” diye sorunca
evlâtlara, kardeşlere ya da hayat arkadaşına, bir taş oturur yüreğe…
Gençlik
yurdunun sakinlerine uzaktan bakar ancak yaşlı insan. Yakından bakamaz, çünkü
bakmasına izin verilmez; uzak durması gerekir o yurdun sınırlarından, yaklaşan
da kınanır alttan alta zaten. Çok az bir yolu vardır gencin de aslında;
bilemez, anlamaz. Yolun ne kadar kısa olduğuna, orta yaşın, dünyanın ortasının
gençlikten de çabuk geçiverdiğine, yol bitince, yaşlı olunca vâkıf olur, geriye
dönüp bakınca o yıllar atlanmış gibidir. Yirmi beşken birden altmış beş olur
insan. Zaman ipi çözülmez, açılmaz, düğüm düğümdür, genç olan hiç bilmez, yaşlı
olan anlatamaz.
Yaşlılık
pek çetin bir sınav sorusudur. Elan yaşamakta olan için de, etrafında bulunup
şahit olan için de… Beden eskimiştir, her eşya gibi eskiyince ses vermekte,
gıcır gıcır etmektedir aşınmış kemikler; pörsümüş ciğer göz göz kapalıdır, kan
tortulaşmıştır, kaslar bütün elastikliğini kaybetmiştir, suyu çekilmiştir,
çatlaktır, buruşuktur yüz, el, ayak, ten. Bunca yıl yere basan bacaklar hep
yorgundur; canı istediğinde koşan zıplayan, tutan bırakan beden anayurduna,
toprağa doğru, onun gücüne hürmetle iki büklüm olup eğilmiş, sarkmıştır.
Ya
ruh? O da eğilmiş midir toprağa, eskimiş midir beden gibi? O mayası en meçhul
ışıktan varlık, yaratıldığı gün gibidir; dipdiri ve canlı... Aynıdır, her dem
tazedir, hâlâ ağaca tırmanan çocuk, sevgilisinin peşinden koşan gençtir.
Çaresiz gözlerle seyretmektedir o yüzden içinde saklı durduğu beden kafesindeki
değişimleri. Kimi kabul etmek istemeyince, takvimi sabitlemek için türlü türlü
reçete dener. Her şeyin en doğalını ararken, ömrün en doğal hâli olan yaşlılığa
tahammül edemez. Kremler, ilaçlar, boyalar, neşterler, her nevinden bitkiler
hep onlar içindir; bu dünyada olmayan bir iksirin peşinde dolanıp dururlar.
Faydasızdır bütün çaba; ne yaparsa yapsın, uzun ömür yazılan her canlının
kaderi ihtiyarlıktır, elinden kaçılmaz, yurdundan göçülmez…
Ömrün
son demini can-ı gönülden bir “Hoş geldin” ile karşılayan da çoktur elbette; “Sen
mi geldin?”, “Safalar getirdin”, “Yolunu gözlerdik”, “Ne iyi ettin!”, “Ah ak teller,
ne güzel habercisin sen!”, “Hesabımız da zordur amma rahmetten umudumuz da
çoktur” deyip başköşeye oturtur ihtiyarlığı. Dil tatlılaşmıştır, bedenin,
nefsin arzuları dinmiştir, zincir olup kiminin boynuna dolanan, boğazını sıkan
zaman boşluğu, tadı çıkarılarak yudum yudum içilen köpüklü bir kahvedir. Musa’ya
komşu olmak isteyen evlâtlar da varsa, balı akan bir meyvedir ömür.
Onlar
manzarayı seyretmeye doyamaz, su üzerinde dalgalar bırakan sandalında günbatımı
renklerinin raksını, devranını zevkle seyreder, şu âlemde olmanın künhüne
varmak ister, ufuk çizgisine yaklaşan sandalın küreklerini vakti geldiğinde de
usulca sahibine bırakmak için sandalını suyun akışına teslim eder…