
YASİN suresinin ikinci sayfası “Onlara şu kasaba halkının kıssasını anlat” diye başlar. Buna rağmen günümüz Müslümanları surenin tefsirinde şehirden ve şehir hayatından hiç bahsetmezler. Hâlbuki artık tüm dünyada neredeyse nüfusun yüzde 75’ten fazlası şehirlerde yaşamaktadır, geri kalan kısmı da şehirlilerin yayınladığı televizyon programlarını izleyerek ve yine şehirlilerin ürettiği alet ve edevatı kullanarak yaşamaktadır.
Daha önceki yazılarımızda birkaç kez dile getirmiştik. Allah, Kur’ân’da hikâyesini anlattığı bütün peygamberleri şehirlere göndermiştir. Son peygamberi de şehirlerin anasına, yani yeryüzünün ilk binasının yapıldığı, Mekke’ye göndermiştir. Çünkü o dönemde Mekke, Çin’den İstanbul’a hatta Roma’ya kadar giden geniş bir ticaret yolunun kurucularının yaşadığı önemli bir merkezdi. Bugünkü dil ile söyleyecek olursak, Mekke, Hz. Peygamber’in zuhuru esnasında uluslararası bir ticaret merkeziydi ve belki de Mekkeliler, dünyanın nasıl bir yer olduğu hususunda bizim zannettiğimizden daha fazla bilgiye sahiptiler. Çünkü Mekke’nin pek çok şehir görmüş büyük tüccarları vardı. Bu tüccarların, gördüklerini, Mekke halkına anlatma konusunda ketum davranmalarını gerektirecek herhangi bir nedenleri yoktur.
Kasaba halkı kıssasında Allah, bahsi geçen şehre önce iki elçi gönderiyor. Şehir halkı onları yalanlıyor. Allah, üçüncü bir peygamber ile onları destekliyor. Yani bir şehre üç peygamber gönderiyor. Hatırlayın! Allah, Hazreti Musa’ya peygamberlik görevi verdiğinde, o, kardeşi ile kendisinin desteklenmesini istemişti. İsa Aleyhisselam ise, bana kim yardımcı olacak, dediğinde, kendisine on iki havari, yardımcı ve destekçi olarak veriliyordu. Hazreti Peygamber ise risaletini duyurduğu ilk gün hanımı, yeğeni ve en yakın arkadaşı tarafından tasdik ediliyor ve kayıtsız şartsız destekleniyordu.
Buradan hareketle şu sonucu çıkarabiliriz: Şehir hayatı tek başına üstesinden gelinebilecek bir hayat değildir. Bu günlerde yalnızlaşmaktan şikâyet etmemizin sebebi de bu olsa gerek. Hele bir de bir inancı ya da bir dâvâyı yaygınlaştırmak istiyorsanız, destek ve yardımcıya olan ihtiyacınız katlanmış demektir. Yeni dönemin diliyle söyleyecek olursak eğer, şehirde inancı yaygınlaştırmak, ancak örgütlü bir mücadele ile mümkündür. Hiç kimse tek başına ortaya çıkarak koca bir şehri düzelteceği hayâliyle kendine yazık etmemelidir. En azından üç kişi olmadan yola çıkmamalıdır.
Şehir halkı çok meşguldür! Kafasını kaşıyacak vakti yoktur. Ne olduğuna, nereden gelip nereye gittiğine dair düşünecek zamanı da bulamaz. Bu yüzden Allah’a inansa bile, onun da kendisi gibi çok meşgul olduğunu düşünerek ona vakit ayırmaz. Kıssadaki şehir halkı da elçilere, “Allah, peygamber göndermez, sizler yalancısınız ve sadece bizim gibi birer insansınız” diyerek itiraz ediyor ve inanmaya yanaşmıyorlar. Dikkat ederseniz kasaba halkı da bugünkü bazı inkârcılar gibi “Allah var ama insanlara peygamber ve din göndermemiştir” demektedirler. O hâlde inkârın bu türü yeni değildir.
Surede, peygamberler ile şehir halkı arasındaki tartışmalar ana hatları ile anlatılıyor. Ancak biz burada bunlara değinmeyeceğiz. Biz daha çok “Şehrin uzak bir yerinden koşarak gelen ve sizden bir ücret istemeyen bu peygamberlere inanın” diyen adamın mantalitesi ile ilgileneceğiz.
İlginçtir, gönderilmiş üç peygambere sadece bir kişi inanıyor. O da bugünkü dil ile söyleyecek olursak, varoşlarda yaşayanlardan biri… Şehirlerimize sosyolojik olarak baktığımızda hikâyedeki şehrin aynısını görmek mümkündür. Aradan geçen binlerce seneye rağmen şehirlerin merkezindekiler, kendi kendilerine yeterli olduklarını düşündüklerinden Allah’sız bir hayatı tercih etmiş, varoşlarda oturanlar ise Allah’a iltica etmekte bir beis görmemişlerdir. Çünkü insan, kendini yeterli (müstağni) görünce azan, aczini anlayınca teslim olan bir varlıktır.
Gariptir, şehirler insana pek benzer. Aşağı yukarı bütün şehirlerin merkezinde insanın karın bölgesindekine benzer bir durum vardır. Daha açık söyleyecek olursak, bağırsak bölgesine benzer şehirlerin merkezleri. Ve maalesef şehirlerin pislikleri de (fuhuş, uyuşturucu, çeteler ve mafya) karın bölgelerinde yuvalanırlar. Neyse ki Anadolu şehirlerinin Hacı Bayram, Mevlâna, Eyüp Sultan gibi kalp bölgelerini oluşturan kısımları da vardır.
Varoşlardan koşarak gelen adamın peygamberlere inanmak hususundaki gerekçesi ilginçtir: “Sizden bir ücret istemeyen bu peygamberlere inanın…” Demek ki şehirler, o zaman bile her şeyin para ile alınıp satıldığı yerlermiş, tıpkı bugünkü gibi… Para olmadan şehirlerde yaşamak o gün de mümkün değilmiş. Şimdi birilerinin “Zaman ne kadar bozuldu, insanlık kalmadı, her şey para pul oldu” diye yakınmaları da doğru değilmiş. Çünkü toplumun bozulmuşluğu zaman ile ilgili değil, iman ve küfür ile ilgili bir durumdur. İnananların çoğunlukta olduğu zaman ve mekânlarda iyilik, küfrün hükümran olduğu zaman ve mekânlarda kötülük yaygın olur. O hâlde toplumdaki fesat ve kokuşmuşluğa bakarak, zamanımız ne kadar da bozuldu, demeye gerek yok. Çünkü bozulan zaman değil, şehir halkıdır, başka bir deyişle, şehrin sosyolojisi ve psikolojisidir.
Varoşlardan gelen adamın ikinci inanma gerekçesi de şudur: “Ben niye beni yaratana kulluk etmeyeyim? Ondan başkasına uyar mıyım hiç? Bu takdirde apaçık sapıklık içinde olurum!” Bugün Allah’ın varlığını kabul edip de ona kulluk etmeyenlerin en azından kendisini yarattığı için minnet ve şükrünü ifade etmeye yanaşmayanların ne denli çürük bir ipe sarıldıklarının ifadesidir bu. Sana en ufak bir faydası olana teşekkür edeceksin, lakin Yaratanın adını bile anmayacaksın. Bu ne yaman bir çelişkidir!
Kıssadaki şehir halkı, inanmış tek kişinin varlığına bile tahammül edemeyerek onu öldürür. Ancak sure, işin bu kısmını anlatmaz. Biz onun öldürüldüğünü, ona, “Cennete gir, denildi”ayetinden anlıyoruz. O, iman sayesinde öyle engin gönüllü biri olmuştur ki kendisini öldürenler için bile, “Keşke kavmim benim ağırlananlardan kılındığımı bilseydi” demek suretiyle onların da inanmalarını temenni ediyor.
Bu kıssadan şehir hayatının, toplumu ve nihayet insanı bozduğunu çıkarabiliriz. Bu yüzden şehir halkını iyiye, doğruya ve güzele çağıracak bir topluluğun bulunması gerekir. Bu topluluk da müşterilerinin şehrin kenar mahallelerinde yaşadığı bilincinde olarak çalışmalarını sürdürmelidirler. Yani şehrin merkezinde yaşayan tuzu kuruların, mevcut hâlin değiştirilmesi gibi bir dertlerinin olmayacağını bilmek gerekir.
Bu arada dinini ciddiye aldığını söyleyen insanların iktidar nimetiyle varoşlardan merkeze taşındığında da aynı akıbete uğramaktan kurtulamadığını bizzat müşahede ettiğimizi belirtmekte fayda var. Bundan kurtulmanın tek yolu, ölümü ve ahireti ciddiye almaktır. Vesselam…