TELEVİZYONCULARIN “ekmek parası”
olarak tabir ettikleri, sosyal medya ağlarının pazar olarak kullanıldığı reklâmlar
artık sadece ürünü pazarlamanın derdinde değil. Sair ülkelerde reklâmlar aynı
düzlemde mi hazırlanıyordur bilemiyorum, ancak ülkemizde reklâm anlayışının
pazarlama alanı olmaktan fazlasını kapsadığı gün gibi ortada.
Modern
dünyanın hizmet kabulü, kapitalist kaygılarla ürünün kapımıza kadar
getirilmesini hedeflemekle birlikte, allanıp pullanıp çekilmiş reklâm filmleriyle
her gün, her saat başı, hatta cep telefonunuzda (internet bilfiil açıksa)
dakika başı kör gözümüze sokulması ve dikkatimizi celbetme çabasıyla birlikte
sunuluyor.
Evet,
kolayca hizmet almak dilerken, ürünlerin kapımıza kadar getirilmesini konfordan
sayarken, giyinip kuşanmadan, iklim şartlarına maruz kalmadan, oturduğumuz
yerden alışverişlerimizi gerçekleştirirken, modern dünyanın nimetlerinden
faydalanırken hesaplayamadığımız risklere ve deformasyona kucak açtığımızın pek
farkına varamıyoruz.
Farkındalık
bir yana, toplumun büyük kesimi, ürünlerin reklâmlar aracılığı ile kendisine
ulaşmasını faydalı buluyor, hatta sosyal medya alanlarında “Keşfet” adlı
alanları izlemekten keyif almakla birlikte estetik sektöründeki gelişmelerden,
diyet paketlerinden, yeni çıkan ürünlerden haberdar olmaktan gayet memnuniyet
duyuyor.
Bu
memnuniyet tayfası yetinemeyip eşiyle dostuyla, “Nerede ne kadara yüz
gerdirilir, hangi çay ile kilo verilir, hangi tasarımcının kreasyonu trenddir?”
gibi bilgileri paylaşmak prime, maaşa talip olmaksızın ayaklı reklâm panosu
işlevi görüyor.
Zaman
zaman hepimiz bu tür tavsiye merkezli hatalara düşüyor, reklâm sektörünün
efsununa yenik düştüğümüzün ayırdına varamıyoruz.
Her
birimizin imtihanı olan heva ve heveslerimize galebe çalacak kadar her alandan
pompalanan reklâmlarla fikretme mekanizmamızın yavaşlatılmaya çalışıldığını
anlayamıyoruz.
“Neden
acaba?” diye sorduğumuzda, ilkin temel ihtiyacımız olmamasına rağmen
edindiğimiz herhangi bir ürünün ihtiyacımız olduğunu iddia ediyorsak, ürün
farklılıklarını teselliden sayıyorsak, bilelim ki, zihnî bir sürmenaj hâli
musallat olmuş demektir.
Evet,
televizyon, tablet, telefon, dizüstü bilgisayar gibi dijital bir ekrana dönükse
yüzümüz -ki modern dünyanın işlev kabiliyetinin büyük oranı bu ekranlar
aracılığı ile gerçekleşiyor- sıklıkla reklâmlara maruz kalmamız kaçınılmaz
oluyor. Neredeyse bir nevi zorunluluk hâli… Doğal olarak sıklıkla karşılaştığımız
ürün reklâmları, kışkırtıcı cıngıl ve görsel yeterlilikleriyle bir süre sonra
ihtiyaç duyma mekanizmasını tetikliyor ve normalleşen bir eğilim ile etkileşime
girmemizi sağlıyor. İşte bir kez bu normalleşme hissiyatına tutulmuşsak, o
vakit aslında patolojik bir sorun hâline gelmiş etkileşimleri kontrol etmek
hayli zorlaşıyor!
Çünkü
kolaylık sunan internet ağları aracılığı ile verilen hizmetlerden
faydalanmamızın bir kefareti var ve bizler o kefarete mecbur kılındığımızın
ayırdına varamayacak kadar meşgul, hızlı ve pratik adımlar atmayı maharetten
sayabiliyoruz.
Büyükten
küçüğe, gençten yaşlıya ve esasen yetişkinlerin tüm hareket alanlarını ele
geçirmeyi hedefleyen dijital dünya, başarılı tüketicilere sahip olmakla
kalmayıp değerlerini hedef alma hâdsizliğini de görevden sayıyor.
Reklâmlarla
kuşatılarak tüketime sevk edilmemizden daha patolojik, daha kronik ve daha feci
bir durum var ki, zihin tutulmasını ve aklın fikretme yetisini yok etmeyi hedefliyor.
Evet,
son dönemlerde yeni trend, “saçmalık”…
Çok
değil, haftada sadece bir diziyi takip ediyorsak bile, izlediğimiz dizi minimum
üç kez reklâmlarla kesilecek ve üç saat TV başında kaldığımızda 20’şer
dakikadan 60 dakika yani bir saat reklâmlara maruz kalacağız demektir. “Reklâm
izlemiyorum, başka kanala geçiyorum” desek de, geçtiğimiz sair kanal ile
izlediğimiz kanalın reklâm zamanlamasının eşitlendiğini görürüz.
Televizyon
seyretmeyen, haberleri cep telefonuma yüklediğim iki gazete sitesinden alan
biri olarak sadece bir gece, bir dizi filmi izleme sabrını gösterdim. Reklâm
aralarında başka şeylerle meşgul olmaya çalıştığım hâlde iki reklâmın defalarca
döndüğünü fark ettim.
İki
ayrı reklâmın benzerliği hayli dikkatimi çekti. Bir gecelik, acemice yaptığım
istatistik bile feci bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anlamama yetti. Çünkü
her iki reklâm, verilen üç reklâm aralığında tam 9 defa ülkemin insanlarını
saçma sapan bir şeye davet ediyordu.
Evet,
tam ifade ettiğim gibi, söz konusu iki ürünün reklâm sloganı “saçma sapan”!
Yani bu deyimin barındırdığı gibi “akla çok aykırı, çok tutarsız, çok saçma”
bir empoze barındırıyordu.
İlki,
internet iletişim servisi yapan bir kuruma ait ve o sloganı şu: “Saçma güzel!”
Enteresan…
“Manyak güzel”den “saçma güzel”e terfi eden modern iletişim, genç zihinleri
popüler yahut onların tabiri ile “influencer/fenomen” olma yolunda sırtlarından
rüzgâr olma görevini üstlenmiş görünüyor. Ve reklâm, “İnterneti sömür!” ifadesi
ile sonlanıyor.
İkinci
reklâm ise bir içecek firmasına ait. Dünya markası bu firmanın reklâmının
sloganı ise “Saçmalamaktan korkma!” şeklinde. Farklı versiyonlara sahip. İster
kış günü mayo ile havuza atlar gibi kara gömülebilirsiniz, ister ördek kılığına
girebilirsiniz vesaire…
Her
iki reklâmın hedef kitlesi gençler. Ve ne fecidir ki, 13 milyonluk genç nüfus
(14-25 yaş) ve o gençlerin haneleri ve hane halkları hesaba katıldığında devasa
bir kitleyi hedef alıyor ve etkileşim alanı genişlemeye hayli müsait.
Her
iki ürün, gençler için neredeyse vazgeçilmez düzeyde ihtiyaç hanesinde…
Tamam,
ihtiyacımız var ise ve bütçemize uygunsa o markaların reklâmlarından fayda
devşirelim ve iletişim ağını edinelim, o içeceği maaile içelim, ihtiyacımızı
karşılayalım. Şu materyalist dünyanın dışına taşınamayacağımızdan, her ne kadar
reddetsek de kaçınılmaz kapitalist yanımızla istifade edelim, gam değil… Asıl
gam, saçmalama davetinde!
Ben
genç olsam, influencer olmayı hedeflesem, hangi saçmalıklarımla dikkat
çekebilirim?
Saçmalayınca
meşhur olur muyum?
Ne
yaparsam saçmalamış olurum?
“Ne
kadar saçmalık, o kadar takipçi” ise, saçmalığın sınırsızlığına hangi akıl
dışılıkla erişebilirim?
Hadi
diyelim ki, çok iyi saçmaladım, o saçmalığı ne ile yenileyebilir, hatta
yenebilir ve dahası, bir başkalarının saçmalıklarını nasıl geride
bırakabilirim?
Aman
Allah’ım! İşim hayli zor! Yok, değil aslında. Saçmalamanın bir sınırı olamaz
ki… Reklâmda olduğu gibi, ütü olurum, tava olurum. Yetmedi mi, kolumdan
bacağımdan olurum…
Peki,
ya kimi çocuklar kendi kendilerine şöyle bir yargıya varırlarsa: “Aklımı ne
kadar susturursam o kadar saçmalayabilirim. Öyleyse ‘akletmekten’ artık
vazgeçmeliyim!
Akıllı,
fikirli olmanın bir faydasını mı gördüm sanki? Yok! Okullarda yaramazım diye aptal
muamelesi yapılmadı mı? Notlarım düşük diye anne-babamdan az mı azar işittim? El
âlemin akıllı çocuklarıyla az mı kıyaslandım? Öyleyse akıllı olmanın bir âlemi
yok, bir faydası hiç yok! Ne güzelmiş ‘saçma güzel’likler ve ne güzelmiş
‘saçmalamaktan korkmamak’! İşte yeni trend: Yaşasın saçmalık!”
Böyle
derlerse?
Peki,
neden saçmalamalı insan?
Sahi,
saçmalık nedir?
***
Saçmalık:
Yeri ve değeri olmayan söz ya da davranış…
Yani
ki, neredeyse akılsızlık yahut delilik…
***
Bu
durumda, bu iki ürün reklâmı, glutenli ekmek, lesitinli bisküviler, domuz jambonlu
pizzalar kadar tehlikeli!
Şimdi bu iki reklâmın etkisi hem Devlet yetkililerimizce, hem ilgili kurum Radyo Televizyon Üst Kurulunca ve hem de ebeveynlerce enine boyuna düşünülmeli ve söz konusu ürün reklâmları ve gibilerine karşı öz dinamiklerimizle bir refleks geliştirilmeli. Ki saf akıllarıyla geleceği inşâ etmesini dilediğimiz gençlerimizin gözümüzün önünde delirme seviyesinde zirve yapmalarına şahit olmayalım!