Yaşarken kıymetini bilebilsek

İnsanlara lâyık oldukları oranda değer vermek ve yaşarken kıymetlerini bilmek güzel şey. Ne diyelim, mücevherin kıymetini sarraf bilir. Eh, bu da bizim tesellimiz!

TÜRKİYE Yazarlar Birliği, birkaç yıl önce güzel bir program başlatmıştı. Her ay, “yaşayan bir yazar” hakkında toplantı düzenleniyordu. Yazarlara bir nev’i “saygı ve vefâ” örneği olan bu programda yazarın arkadaşları, yazar hakkındaki duygu ve düşüncelerini, onun yüzüne baka baka anlatıyorlardı. Bu konuşmalar sırasında yer yer duygusal sahneler de oluşuyordu.

O günün şeref misâfiri olan yazar, en yakın arkadaşlarının kendisi hakkındaki değerlendirmelerini büyük bir dikkatle dinliyor, uzun yıllar önce yazdıklarını tekrar hatırlıyor ve kendisini bu kadar iyi tanıyan vefâlı dostlarından dolayı gurur duyuyordu. 

Türkiye Yazarlar Birliği’nin eski başkanlarından olan İbrahim Ulvi Yavuz hakkında düzenlenen programdaki konuşmacılardan biri de bendim. Önce programı hazırlayanlara ve o işte emeği geçenlere teşekkür ettim ve dedim ki, “Ülkemizde genellikle ölenlerin ardından yapılan bu programı, siz, yazar hayatta iken yapıyorsunuz. Ölenler, ardından yapılan övgü ve değerlendirmeleri okuyamıyorlar, dinleme imkânları da yok. Kim bilir, yaşarken ne kadar merak etmişlerdir ‘Arkamdan neler yazacaklar?’ diye”. 

İnsanların yaşarken kıymetini bilmek, gereken saygı ve ilgiyi göstermek, hayatlarının sonbaharında, en güçsüz dönemlerinde yardımcı olmak ne kadar güzel bir davranıştır.

İsmi tarihe geçmiş birçok insanın yaşarken kıymeti bilinmemiş, kendilerine gereken ilgi gösterilmemiştir. Öldükten sonra anlaşılmıştır zekâları, bilgi ve yetenekleri. Ardından çok pişman olmuşlar, “Rahmetli ne büyük, ne önemli adammış!” demişler ama ne fayda? Giden geri gelmiyor. “Kel ölür, sırma saçlı olur; kör ölür, badem gözlü olur” diye bir atasözü var ama burada vurgulanmak istenen kişiler, lâf olsun diye değil, gerçekten büyük insanlardır.

Türk edebiyatının en büyük şairlerinden biri olan Fuzûli’nin ne denli büyük bir şair olduğu yaşarken bilinmiyordu. Bilinseydi, meşhur Şikâyetnâme’sini yazar mıydı? Bütün hayatı fakr u zarûret içinde geçmiş, kendisine padişahın emri ile bağlanan maaşı bile (vakıf memurlarına rüşvet vermediği için) alamamıştır.

Edebiyatımızın diğer büyük şairi Yûnus Emre’nin çektiği çileleri biliyorsunuz. Demek ki çile çekmek, insanları olgunlaştırıyor. Çile çeken insanlar, “adam gibi adam” oluyorlar nihâyetinde. Belki de bunun içindir Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerini topladığı kitabına “Çile” adını vermesinin nedeni.

Yaşadığı yıllarda bir tablosunu bile satamayan ve yoksulluk içinde ölen ressamların bazı tablolarına bugün değer biçmekte zorlanıyorlar. Rus edebiyatının en büyük romancılarından olan Dostoyevski, ömrünün büyük bölümünde parasızlık çekmiş, borçlarını ödeyemediği için insanlardan köşe bucak kaçmış, hattâ gizlice ülkesini terk ederek Avrupa’ya gitmiştir.

16’ncı yüzyılın büyük şairi Bâkî, hayatta iken çok istediği hâlde şeyhü’l-İslâm olamamış ve kıymetinin ancak öldükten sonra anlaşılacağını şu beyitle ifade etmiştir: “Kadrini seng-i musallâda bilüp ey Bâkî/ Durup el bağlayalar karşına yâran sâf sâf.” (Ey Bâkî! Dostların senin kıymetini, cesedini musallâ taşına koydukları zaman anlayacaklar ve karşına geçip el bağlayacaklar.”

İnsanlar birbirlerinin kıymetini keşke yaşarken bilseler, ne güzel olur, değil mi? Biri ölmeyegörsün, hemen başlıyoruz “Şöyle iyi adamdı, böyle faziletli insandı” demeye.

Ömrünü İkinci Abdülhamid’e muhalefet etmekle geçirmiş ve onun hakkında en ağır eleştirileri yazmış olan Rıza Tevfik Bölükbaşı, İttihat ve Terakkicilerin yaptıklarını görünce, “Sultan Abdülhamid’in Ruhâniyetinden İstimdâd” adlı şiirinde Koca Sultan’ın önemini anlamış ve bakın neler yazmış: 

“Tarihler adını andığı zaman/ Sana hak verecek ey Koca Sultan/ Bizdik utanmadan iftira atan/ Asrın en siyâsî padişahına/ ‘Padişah hem zalim, hem deli’ dedik/ ‘İhtilâle kıyam etmeli’ dedik/ Şeytan ne dediyse, biz ‘Belî’ dedik/ Çalıştık fitnenin intibahına/ Divane sen değil, meğer bizmişiz/ Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz/ Sade deli değil, edepsizmişiz/ Tükürdük atalar kıblegâhına.”

İnsanlara lâyık oldukları oranda değer vermek ve yaşarken kıymetlerini bilmek güzel şey. Ne diyelim, mücevherin kıymetini sarraf bilir. Eh, bu da bizim tesellimiz!