Yaşamın orta/k yolu

Sadece yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz değil, hâlimiz, her şeyimiz helâl ölçekli olmalı. Düşüncemiz helâl olmalı. Böyle olmalı ki, maddî ve manevî yücelişin yolu açılsın, bayrağın beklediği rüzgâr essin, helâlle birlikte hilâl de yükselsin!

HAYAT güzel şey… Güne gülümsemek, bir çiçeği koklamak, yağmurda ıslanmak, bir dosta selâm vermek, dolunaya nezaketle el sallamak, balkonumuza sığınan serçeyle dost olabilmektir yaşamak.

İnsanın yaşadığı sürece bazı temel ihtiyaçları vardır. Abraham Maslow, “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” olarak beş maddede özetler bunu.

Ekonominin “sınırlı imkânlarla sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılamak” olduğunu öğrendik çocukluğumuzdan bu yana. Oysa insanın ihtiyaçları sınırsız değildir. Sınırsız olan, nefsin istekleridir.

Anadolu insanı nasıl yaşar? Ne yer, ne içer? Nasıl giyinir? Düğününü nasıl yapar? Cenazesini nasıl kaldırır? Askerini nasıl uğurlar? Misafirini nasıl ağırlar? Onun yaşantısı, asırların süzülmüş canlı ekonomi bilgisidir.

İnancımız ifratla tefrit arasında olmamızı öğütler bize. Saçıp savuranlar gibi cimriler de kınanır. İkisinin ortası bir yol izlememiz gerektiği hatırlatılır. Müsriflerin “şeytanın kardeşi” olduklarını biliriz ve biliriz ki Allah, “israf edenleri sevmez”.

Bize emanet edilen imkânları tüketirken bu genel ilkeler hep aklımızda olmalı. Bir ırmağın kenarında abdest alırken bile suyu idareli kullanmamız gerektiğini bizlere tavsiye eden Peygamberimiz, gelecek çağlarda su sıkıntısı çekmemenin yolunu da asırlar öncesinden bize göstermiyor mu?

İslâm’ın toplum dengesini gözeten ekonomik ilkeleri gerçek mânâsıyla hayata geçirilebilseydi, dünyada milyonlarca bebek açlıktan ölür müydü? Bir poşetlik gıda yardımını kapabilmek için insanlar âdeta meydan savaşı yaparlar mıydı?

Yoksul, tabiatı gereği zaten tasarrufa riayet edecektir. Önemli olan, zengin kimselerin harcamalarına dikkat etmeleri, lüks ve israftan kaçınmalarıdır. Şirâzî, Bostan ve Gülistan’da, “Gariban insanların tevazuu normaldir. Makam mevki sahiplerinin tevazuu daha önemli, anlamlıdır” der.

Kazancımızın, harcamalarımızın ve eylemlerimizin dayandığı bir temel nokta vardır aslında. O nokta iyi belirlenir, gereken hassasiyet gösterilirse, azımız artar, çoğumuz azalmaz ve hayatımız bereketlenir. Bu temel dayanak, “helâl” kavramıdır.

Helâl düşünce

“Helâl” kavramını dar sınırların içine hapsetmek, ona haksızlık olmaz mı? “Helâl dairesi o kadar geniştir ki her şeyi içine alır” desek yeridir. Helâl, Yüceler Yücesi’nin emirlerine uymak, sımsıkı yapışmak, yasaklarından ise doludizgin kaçmaktır. O’nun arazinde bulunduğumuzu unutmadan, atımızı suyu bulanık, tadı zehirli haram arazilere sürmeden, Sahibimize hürmette kusur etmeden yaşama çabasıdır bir bakıma…

Yatarken uykumuz, gezerken duygumuz, sofrada katığımız, heybede azığımız helâl olmalı. İki Cihan Güneşi Güzeller Güzeli Muhammed Mustafâ’nın (as), “İnsanda bir organ var ki, eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir!” sözünün hikmeti üzerinde ne kadar düşünsek azdır.

Kalbe kan pompalayan damarlarımız helâl gıda ile beslenmezse kalp nasıl temiz olur? Kalp temiz olmazsa dil nasıl gül açar, kelimeler nasıl çiçeklenir? Bir lokma haram girdi mi kanımıza, kırk gün temizlenmez vücut ve buruk olur duâlarımız. Biz öyle biliriz. “Dedesinin yediği ekşi elmadan torununun dişi kamaşır” diyen atalarımız ne kadar haklılar!

İmâm-ı Âzam’ın babası Sabit’in başından geçen olay meşhurdur. Bahçe sahibinden habersiz ısırdığı bir elmanın hakkını helâl ettirmek için geçen üç çileli yıl ve mutlu son…

Helâl süt emmiş insan evladı ararız hayatımızın önemli dönemeçlerinde. Biliriz ki, anneler yavrularına abdestsiz süt vermezler. Ömür boyu harama heveslenmesin, kire, pasa, çirkinliğe tenezzül etmesin diye ilk yudumlar en temizinden sunulur bebeğe.

Eskiler eşlerinden bahsederlerken “Helâlim” derlerdi; Allah adına söz vererek hayatımızı bölüştüğümüz, can yoldaşımıza nikâh ile bağlanırız. Düne kadar tanımadığımız, bize yabancı olan kişi, eşimiz, sırdaşımız, can yoldaşımız, helâlimizdir artık.

İnsanız, yanılgıya düşer, hata edersek bir kurt kemirip durur içimizi. Ne zaman ki helâllik dileriz, karşımızdakinden “Helâli hoş olsun” sözünü işitiriz, işte o zaman bizim olur dünyalar, artık öteki dünyada hafifleyecektir yükümüz!

Bir gün dile gelip bizi ele vermeden gören gözümüz görmez olur, duyan kulağımız sağırlaşırsa, bülbül gibi öten dilimiz lâl ü ebkem kesilir, berk adımlarda toprağa basan ayaklarımız bir adım bile atmazsa, demek ki yolumuz haram arazilere uğramamıştır. O hâlde bahçeler bizi bekler…

Mevlâna ne güzel anlatır derdimizi: “Bal arısı da, yaban arısı da aynı yerden gıdalanır fakat birinden zehir, diğerinden bal akar.” İşte bütün mesele, bal arısı gibi olabilmekte!

Sadece yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz değil, hâlimiz, her şeyimiz helâl ölçekli olmalı. Düşüncemiz helâl olmalı. Böyle olmalı ki, maddî ve manevî yücelişin yolu açılsın, bayrağın beklediği rüzgâr essin, helâlle birlikte hilâl de yükselsin!