İNSAN, henüz doğumundan
itibaren karnını doyurmak adına içeceği sütü annesinin sağ veya sol göğsünden
emmekle seçmeye başlar. Akabinde, ömrü boyunca seçer insan; seçtikleri ile
bazen geri kalır, bazen öne geçer. Son seçime kadar kural, sadece seçtiklerinin
öğrettiği olur.
Tolga
Abi’nin Hugo’sundan da pek farkı yoktu hayatın. Ya dörde basacaktın, ya sekize;
ya uçurumdan yuvarlanacaktın, ya eşi kurtaracaktın… Ve aslında dünya da tam o
kadardı!
Oyun
bitince anlayacaktın ki, ortada ne uçurum vardı, ne de eş. Geriye sadece
seçtiğin tuşlar kalacak ve o tuşların sesi, senin ardından yankılanacaktı.
Hayatın
seçimlerin oldu, seçimlerin ise kaderin…
Seçtiğin
ilk oyuncak, ilk bisikletinin rengi seni inşâ etmeye başlayacaktı. Sonra ilk
arkadaşın ve o arkadaşının ilk kavgasındaki tarafın, o arkadaşınla senin ilk
kavgandaki arafın, seni sen yapacaktı. Okumayı sevdiğin ilk kitap, tutmayı
seçtiğin takım, olmayı seçtiğin ilk aşk; kararını senin vereceğin ya da
kararına uymayı seçeceğin ilk ayrılık, o ayrılığı teselli için seçtiğin ilk
günah seni biraz daha kuracaktı. Ne de olsa insan küçük anılardan, küçük
anlardan, parçalardan oluşan seçimlerinden, seçtiklerinden ve tercihlerinden
bir koca ve küçücük kurguydu. Rolünü, oyununu, yolunu, seçtiğini ya da
seçtiğini zannettiği çok kalabalık ama tek kişilik bir kurgu…
İşler
kötü gidince günah keçisi de belli olmuş, hattâ her şeyi seçen insan, bu keçinin
adını da kulağına okumuştu: “Kötü kaderim, kara bahtım, kör talihim”...
Hattâ
dertli türkülerin bile neredeyse tek muhatabı olmuştu ve bir kere kesin
kahpeydi felek...
Garibim
insan, kara taşa bassa iz olurdu, Ağustos’ta suya girse balta kesmez buz olurdu…
Her
şey yolunda gidince ise oyunun Asıl Sahibi çoktan unutulmuş, insanın elde
ettiği hikâyesi, tırnakları ile kazıdığı eseri, hattâ başarı öyküsü olmuştu.
Nasıl devam ederse etsin, nereye gelirse gelsin seçtiği şeyler hep değişiyordu
ama seçme mecburiyeti hiç değişmiyordu. Çünkü oyunun tek kuralı buydu. Gece
uyumadan önce sağa sola kıvranıp sonunda yanağını koymayı seçtiğin yanakla,
arabasının freni patladığında çarpmaya seçtiği insan dolu durak veya boş
kaldırımlar… Arada hiçbir fark yoktu. Çünkü seçmeye gücünün yetmeyeceğini
bildiği ne varsa seçtikleri ile arayı kapatmaya çalışıyordu.
İnsan,
annesini seçemiyordu lâkin çocuğunun kime “anne” diyeceğini seçiyor veyahut onu
da seçtiğini zannediyordu. Sonra bir dost seçiyordu meselâ, güneşin başka
battığı ılık bir akşamüstü insanlar aynı kalıyor, ama isimleri değişiyor ve
dostlar düşman oluyordu. Yüzünü görmeden bir gün bile yapamadıklarımızın yüzünü
görme görevi şeytana veriliyordu. Dün çok sevdiğini anlatan tek cümle, “Şeytan
görsün yüzünü” oluyordu…
Seçmek
için gelmişti insan. Milyarlarca eş zamanlı kaderden her birini her saniye,
bıkmadan, usanmadan seçiyordu. Oyunu yavaş yavaş çözmeye başlayınca anlıyordu
ki, seçmek, işin tam da oyalayıcı kısmı olan oyun oyunuydu! Çünkü tuşları
kırarcasına dörde de bassa, sekize de bassa oyunun sonunda “kahraman Hugo” hep
ölüyordu. Ama dörde ya da sekize bastığı için değil, oyun bittiği için. Çünkü
her oyun gibi o oyun da sonunda bitiyordu.
Belki
de ondandı insan evlâdı insan, ne seçerse seçsin, oyunun sırrını çözmeden
ölürse pişman oluyordu; sırrı çözmeden oyun biterse pişman ölüyordu.
Oyunun
bir Sahibi vardı. İnsan ne seçerse seçsin, O isterse sonu hayırlı oluyordu.
Yani senin seçtiğin, O’nun istediği sonuca olsa olsa vesile oluyordu. Bu yüzden
sırrı çözen, her seçimin ardından “Hayırlısı olsun” diyordu. Sırrın parolalı
duâsını sesli söyleyerek kendince teslim oluyordu.
Velhasıl,
seçtiğin şeyler senin “Büyük!” demenle büyük olmuyordu ancak oyunun Sahibi
küçük şeyler büyüsün isterse kar taneleri emri alıp erimek için düştüğü yere
tutunuyordu.
Sen
olmadan önce olduğun gibi hep hiçtin, bundan sonra da hiçmişsin. O çok şey
zannettiğin seçimlerinle ancak kendi sonuçlarına vesile olabilirmişsin.
Unutma, oyunun sonunda sonuçlar da hiç olacak, seçtiklerin de! Sadece seçerken kullandığın ruhunla gideceksin. Ve aslında neyi seçtiğinden ziyâde, seçme niyetinden hesaba çekileceksin…