Yaşama bağlılık, gayret ve edep

Kendine sevgisi-saygısı olan birey, hayatının tümüne birden “Benim!” diyebilmeli; hangi yaş, konum, cinsiyet ve sair bir ölçüt gözetmeden, sabır ve şükür ile hayatını inşâ ve ihyâ etmeye gayret etmelidir.

BAHAR güneşinin henüz gönlümü ısıtamadığı zamanlardayım. İşte böyle bir sırada gördüğüm, gözlemlediğim, şaşırdığım ve için için “İşte bu!” dediğim birkaç olaydan bahsetmek niyetindeyim. Aslında kendimle konuştuğum-söylediğim, bu arada el çabukluğu yaparak kaydetmeye çalıştığım bir büyük mücadele, sessiz bir savaş hâli…

Aklım ile gönlüm, elim ile dilim farklı yönlere doğru kaçışırken, “Haydi Bismillah!” diyorum. Önce anlamaya… Sonra yazmaya… En sonunda durmaya!

***

Gördüğüm kadarıyla bütün Avrupa şehirleri, insanı ve sanatı hep merkezde tutar. İnsanı ne kadar merkeze aldığı (!) tartışılabilir, ama sanatı sokağında ve yakınında tutar. Finansından insan gücüne kadar, tüm aşamalarda senkronize bir şekilde işlevseldir. İnsanın kendini, ürettiklerini sevmesi, farkındalık oluşturması, hayata ve dünyaya söyleyecek bir sözünün oluşu, makam-mevki kıskacından kurtulması önemsenir, değerlidir. En önemlisi, herkes bu konularda faaliyet göstermeyebilir, yetenekli olmayabilir ya da söyleyecek bir sözü olmayabilir, ancak bu ortamlarda bulunup alkışlayabilmenin, kıymeti-güzelliği yerleşik bir kültüre dönüşmüştür.

Bu o kadar içselleşmiş ve o kadar sosyal bir olguya dönüşmüş ki takdire şayan bir noktaya ulaşmıştır. En sıradan olan okul toplantı ya da gösterilerinden daha üst düzeyde gerçekleşen farklı birçok sosyal-kültürel organizasyona kadar bunu senelerdir gözlemlemekteyim. Hem şaşkınlık, hem de hayranlığım her seferinde artarken, kendi dost-arkadaş toplantılarında da bu gözlem ve fikirlerimi paylaşmayı neredeyse bir vazîfe addediyorum.

Yine bir bahar dönemi ve konu elbette “bahar”… Belediye meclis üyesi bir hanımefendi, kültür merkezimizi ziyarete geliyor ve çeşitli konularda fikir alışverişinde bulunuyoruz. Kültür haftası olarak bahar teması belirlendiğinden, bununla ilgili plân ve projelerinden hevesle bahsediyor. Dinleyen bizler (ne yazık ki açıkça anlaşılıyor) aynı hevesi paylaş(a)mıyoruz.

“Bahar, bahçesi olanlar için ekilecek sebzeler, diğer çoğunluk için temizlik anlamına geliyor” diye aklımdan geçiriyorum. Her zaman olduğu gibi sesli-sessiz gülümsemeler ile konuşmaya devam ediyoruz. Sonra bir resim projesi olduğundan, bizlerden bir ya da birkaç hanımın bu projeye katılımının ne kadar mühim kabul edildiğinden bahsedince tüm salon bana bakıyor. Okur-yazar-çizer olmak, üzerime yapışmış bir etiket. Hamdolsun. Giderken bir çanta dolusu boya ve büyük bir tual elime tutuşturuluyor, mutlu mesut ayrılıyoruz.

Asıl mesele buradan sonra başlıyor! Ben verilen süre içinde resmimi bitiriyorum. Hellevoetsluis Kütüphanesi Kültür Evi’nde buluşma vakti geliyor.

Ana tema “bahar” ama konu resim, müzik, koro, gönüllü yapılan hizmetler ve doğa seklinde çeşitlendirilmiş. Yavaş bir şekilde duyulan müzik ve yoğun bir kahve kokusu… Arkadaş bana dönüp muzip bir gülümseme ile “Sen” diyor, kahvemi alıp diğer resimlere bakıyor, selâmlaşıyor ve tanıyıp tanımadığım insanlarla konuşuyorum. Başköşede duran tablo benim; “Gururlanmadım” desem yalan olur.

Büyük cam duvarın önünde yürüyen insanlara kayıyor gözüm. Yatarak sürülebilen bir çeşit sakat bisikleti takılıyor gözüme. Arkasında da tekerlekli bir sandalye takılı. Arkadaşlara göre “çoğu insanın görmediği şeyleri zoomlayan bir biyonik gözüm var”.

Ayaktayım. Uzun ipler ile havada asılı duran lâmbalar, arka tarafta kapıların kamufle edildiği tuhaf duvar resimleri, Down sendromlu gülümseyen güzel garson kızlar… Gözüm ise bir taraftan bu sakat bisikleti ile gelen bayanda… Bir bey, yanından hızla geçip bisikletinden iniyor. Sonra bu hanımın yanına gelip saçını okşuyor. Anlıyorum ki beyefendi, o hanımın eşi. Arkadan tekerlekli sandalyeyi çıkarıyor. Çok kolay olmadığı belli olan bu işlemlerden sonra şefkatli kollarıyla hanımın kalkmasına ve sandalyesine oturmasına yardım ediyor. Yoğun kahve kokusu ile mest olsam da kalbimde bir burukluk hissediyorum. Sanki hayat, “Yükselme” dedi, “Aşağıya gel, gerçekler burada! Yavaş ol, dur!”.

Artık aklım tamamen bu çiftte. Bu arada yaşları 60-70 arası sanırım. Sonra içeri geliyorlar. Bu kültür binası, modern ve boydan boya cam duvarları ile içeriyi dışarıya, dışarıyı içeriye dâhil ediyor. Bu sebeple her karede görüş alanımdalar. Eşinin sandalyesini sürerek geliyor, resimlere tek tek bakıyorlar. Düzenli aralıklarla eli eşinin omzunda ya da başında. Duygulanmamak mümkün değil. Orta kısımda bize ayrılan masaya doğru geliyorum, özellikle o çifte selâm vermek için yolu uzatıyorum. Kadının sadece ayakları değil, kolları, elleri ve hattâ gözlerinde de bariz sıkıntılar var. “Şu resmi gördün mü? Çok beğendim” deyince, kendimi tutamayarak “Ben yaptım” diyorum. Oturduğu yerden kalkabilse kucaklayacak. O anda en büyük ödülü almış olarak rûhuma bir sekîne geliyor, gülüyorum. Mutluyum!

Konuşmalar yapılıyor, İspanyol müziği çalan adamın dinletisi çok keyifli; kahve, arkada genç bir delikanlının yağlıboya resim yapışı merak uyandırıcı. Gülüşmeler, konuşmalar…

Bedenim burada olsa da aklım yine firarda. Doktorumun anlattığı olay geliyor aklıma. Türk olan yaşlı hastası ve onun yanında tercüman olarak gelmiş kızını anlattı. Olay şöyle: Biraz konuşurlar, yaşlı teyze şikâyetlerini sıralar. Kızı Hollandacaya çevirir. Sonra doktor muayene etmek ister. (İşte burası çok ilginç!) Yaşlı bayan ayağa kalkar, elindeki çantasını kızına uzatır. Ceketini çıkarır, yine kızına uzatır, sonra eşarbını da verecekken doktor “Yeter” der, “Ne yapıyorsun? Askıya mı ihtiyacın var? İşte askı orada! Bu ise senin kızın. Kendi işini kendin yapmalısın. Kıyafetlerini kendin çıkartıp giyebilirsin. Sizin saygı dediğiniz, ilgi zannettiğiniz, vazîfe gördüğünüz bazı şeyleri reddediyorum. Bu, işin kolayına kaçmaktır, başkasına bağımlı olmaktır”.

Anne kız donakalırlar.

***

Hayata bağlı olmak nedir? Rahmetli dedemin deyişiyle, “yaşam enerjisi” nedir? Ömrümün son deminde sesli bir şekilde yaşam enerjisi duâsı yapan dedem, şu an kaçırdığımız neyi görüyor, biliyordu? Sürekli şikâyet ederek mutsuz olmayı tercih eder insanlar yığınına döndüğümüzü görmüyor muyuz? Şartları ne kadar zor olursa olsun, tercih ettikleri bir aktiviteye katılmak için çaba gösteren yaşlı çift, hayata nereden bakıyor? Toplum olarak neyi ıskalıyoruz?

Birbirine “bağlı olmak” ile “bağımlı olmak” arasındaki farkı, kültürel kodlarımıza referans ile karıştırmış bir toplum olduk. Birey olmayı önemsiyor, hattâ gereğinden fazla tercih ediyor, sonrasında hayatımızda başardıklarımızı puan hanemize büyük harflerle yazıp eksik-yanlış-olmayanları ise etrafımızda (en yakınımızdan başlamak üzere) tüm sevdiklerimize pay ediyoruz.

“Başarı benim, başarısızlıklar sizin yüzünüzden” diyerek hayata devam edemeyiz.

Kendine sevgisi-saygısı olan birey, hayatının tümüne birden “Benim!” diyebilmeli; hangi yaş, konum, cinsiyet ve sair bir ölçüt gözetmeden, sabır ve şükür ile hayatını inşâ ve ihyâ etmeye gayret etmelidir.

Gözlerimizden perdelerin kalkması duâsı ile...