Yasak hazine

Şehrin meydanında yakılan kitapların kara dumanı gökyüzüne doğru kederli bir hâlde ilerliyordu. O dumana bakanların akıllarına Kurtuba ve Bağdat Kütüphanelerinin yakılması geldi. İnsanoğlu ne istiyordu ilimden, irfandan, bilgiden ve gerçeklerden?

DAVULLAR, uzaktan kopan fırtına misâli şehirleri inletti. Kasabalarda, köylerde ve insan yaşayan her yerde davullar çalındı. Melodisinde neşe yoktu. Acı acı inleyen nağmeler düğün değil, yas habercisi gibiydi.

Kimseler gerçeği bilmediğinden, ne olduğuna dair merak yediden yetmişe herkesi sardı. Mahalleli merakını gidermek için gençleri şehrin merkezine gönderdi. Çalınan davulların yanı sıra yükse sesle haykıran ve bir duyuruyu ilân eden adamların ne dediğini bir an önce bilmek istiyorlardı.

Neden sonra, geri dönen gençlerin epey ardında askerlerle birlikte tekdüze giyinmiş onlarca adam göründü. Gençler önden koşarak geldiler. Soluklanan ve nefeslerini düzelten gençlerden biri, yüksek sesle konuşmaya başladı. Havadisi merak edenler nefes almak dışında ses çıkarmıyor, pürdikkat dinliyorlardı.

“İsyana neden olanların yakalanması ve isyanın bertaraf edilmesi için yeni kanun çıkmış. İsyan bitene ve sükûnet sağlanana kadar, bundan böyle kitaplar yasaklanmış. Her kim evinde kitap bulundurur ve bunu bildirmezse suçlu sayılacakmış!”

Genç, havadisi verirken aslında konuyu çok fazla anlamamış görünüyordu ama onu dinleyenler arasında tuhaf bir dalgalanma oldu. Homurdanmalar arttı. “Böyle kanun mu olur? Bre bu nasıl bir hâldir? Kitapları isyana sebep görmek ne büyük bir cehalettir!” gibi onlarca yorum ve eleştiri duyuldu. Lâkin bunlar yalnızca konuşmaydı ve askerlerle birlikte, hepsi boz renkli tulum giyinmiş onlarca kişi, emin adımlarla yaklaşıyordu.

Kıvrımlı yüzüne yılların bıraktığı izlerle pencerenin önünde durmuş, davul seslerini dinliyordu. Herkes gibi meraktaydı. Yaşlı kadın söylenenleri dinlediğinde beyninden vurulmuşa döndü. Yakın zamanda dönmeleri plânlanan iki torunu vardı ve isyan nedeniyle gelememişlerdi. Oğlunun gönderdiği son mektupta tüm ailenin sağlığının yerinde olduğunu, tek endişelerinin kendisi olduğunu yazmıştı. Haksız sayılmazlardı, artık yaşlıydı ve vakti gitgide tükeniyordu.

Kadın, kendinden beklenmedik hızla geri döndü. İç odaya geçip sandıkların yanına geldi. Birini açtı. Deri kaplı onlarca kitap özenle diziliydi. Çoğu nadir bulunan eserlerdi. Hemen yan sandıkta başka kitaplar vardı. Kocası okumayı seven biriydi ve hayattayken ticaret için gittiği şehirlerden çokça kitap getirirdi. “Bu eserler gelecek nesillere miras olacak kadar değerli” derdi. Kadın hepsini okumuş, çeyiziymişçesine ve eşinin hatırasına sahip çıkmak adına onları gözü gibi sakınmıştı. Şimdi yasaklanmış olmalarını anlamakta güçlük çekiyordu.

Askerler mahalle meydanına geldiklerinde davullar mahalleyi inletti. İçlerinden biri, elinde tuhaf bir eşyayla yüksekçe bir yere çıkıp halka seslendi: “Ahali, duyduk duymadık demeyin! İsyan bitinceye kadar tüm kitaplar yasaklandı. Her evde arama yapılacak ve bulunan kitaplar yakılacak! Görevlilere yardımcı olmayan ve evinde kitap saklamaya çalışan herkes isyana destek vermekten suçlu muamelesi görecek!”

Adamın konuşmasından sonra askerlerin nezaretinde tulumlu adamlar evlere dağılmaya başladı. Askerlerden biri kapıyı çaldı. Yaşlı kadın kapıyı açıp yalnız yaşadığını söyledi. Asker içeri girecekti ama kadının bu cümlesinden sonra tulumlu adama işaret ederek onun girip işini yapmasını istedi. Kendisi ise başka askerlere katılmak üzere ilerledi.

İçeri giren temiz yüzlü orta yaşlı adam, mahcup bir hâlde evi araması gerektiğini, kendisine engel olmamasını bildirerek etrafı araştırmaya başladı. Sonunda sandıklar açıldı ve kitaplar ayyuka çıktı. Adam kendinden emin olmamakla birlikte kitapları sandıktan çıkardı ve iki çuvala dizdi. İşini mecburiyetten yapıyormuş gibi mutsuz görünüyordu. Belli ki görevi buydu ama görevli olması, yaptığı işi sevmesini gerektirmezdi. Kitap yakmayı kim sevebilir ki zaten?

İkinci sandıktaki kitaplar her yerde bulunabilecek normal kitaplardı ve kadın, adamın onları almasına ses çıkarmadı. Ancak deri kaplı özel eserler çuvala girmeye başladığında kadın gözyaşlarına hâkim olamadı. Sessizce hıçkırmaya başladı. Ara sıra o kitapların çok değerli olduğunu anlatsa da adam kulak asmamaya çalışıyordu. Sonunda adam işini bitirdi ve iki büyük çuvalla birlikte odadan çıkıp evin girişindeki büyük hole geldi. Kadın daha fazla dayanamayıp seslendi: “Hayır, bunlar olmaz! Onlar atalarımızdan kalma yadigâr ve torunlarıma bırakacağım yegâne hazinem!”

-Olsun, yine de onlar kitap ve yasak! Şimdi ne olur, çekil önümden…

-Lütfen, hiçbiri yasaklı kitaplar arasında değil ve bir kısmı el yazması eserler. Onlar bir tarih… Lütfen! Hayır!

-Emir bu hanımefendi. Hepsi yakılacak. Bana değil, yetkililere anlat.

-Senin yüreğin müşrik Ömer’den de mi katı be adam?!

Adam bu cümle üzerine durdu. Hikâyeyi biliyordu…

Hazreti Ömer, Müslüman olmadan hemen önce Peygamber Efendimizi öldürmek üzere yola çıkmıştır. Bu sırada kız kardeşinin Müslüman olduğu haberini alır ve evine baskına gider. Hiddetlidir, kız kardeşi bile olsa öldürmeyi göze almıştır. Ancak, eve vardığında okunan Kur’ân’ı dinler ve kendisine söylenen sözlerle yüreği İslâm’a yelken açar…

Adam ardınca seslenen yaşlı kadına doğru döndü. Elinde iki çuval kitap vardı. Çuvalları yere bıraktı ve kadına seslendi. “Affet ana!” dedi. Gözleri doluydu. Başka kelimelerde edecekti, sustu, sonra ardını dönüp yürüdü. Kapıdan çıkmadan önce yeniden, “İyi sakla, sen bile yerlerini unut, yoksa bir başkası onları geride bırakmayabilir” dedi ve gözden kayboldu.

Kadın koşar adım çuvallara ilerledi. Sımsıkı sarıldı onlara. Gözyaşlarına boğulmuştu. Yerinden kalkıp çuvalları sırtlandı. Bahçenin diğer yanında tavukların kümesi ve öteberi eşyaların konulduğu iki göz, taş duvarlı eski yapıya girdi. Eskiden kış için doldurulan ahşap un ambarlarını zorlukla kenara ittirdi. Zemini kazmaya başladı. Yorgunluk hissetmiyor, gözlerinden süzülen yaşların sonu gelmiyordu. Lâkin bu eserleri saklamak zorundaydı. Onlar hem birer hazine, hem gelecek kuşaklara mirasıydı.

Kazdığı kuyunun etrafını kalın naylon ile kapladı. Altını külle doldurdu. Külün üzerine tahtaları dizdi. Olur da nem kaparsa kül ve ağaç nemi çeksin, kitaplara zarar vermesin istiyordu. Sonunda eserleri nazikçe çıkarıp her birini sarıp sarmalayıp kuyuya doldurdu. Üzerini kapattı. Kenarlarına yine kül doldurdu. Ve un ambarlarını yerine ittirdi.

Ayağa kalktığında takati kalmamıştı. Zorlukla ayakta durabildi. Sakladığı kitaplara bakarak konuştu: “Bu devran elbet dönecek. Bilgiye ve inanca karşı başlatılan savaş, kaybedilmeye mahkûmdur. Belki ben göremeyeceğim ama siz göreceksiniz. O güne kadar Allah’a emanetsiniz.”

Şehrin meydanında yakılan kitapların kara dumanı gökyüzüne doğru kederli bir hâlde ilerliyordu. O dumana bakanların akıllarına Kurtuba ve Bağdat Kütüphanelerinin yakılması geldi. İnsanoğlu ne istiyordu ilimden, irfandan, bilgiden ve gerçeklerden?