YÖNETMENLİĞİNİ Doug Liman’ın
yaptığı, başrollerini Tom Cruise ve Emily Blunt’un paylaştığı “Yarının
Sınırında” filmini izleyeli uzun zaman oldu, fakat üzerimdeki etkisi daha çok
uzun sürecek gibi… Bir gün bir yabancı film hakkında yazı yazacağım hiç aklıma
gelmezdi. Ama işte yazıyorum!
Filmde
Tom Cruise’nin canlandırdığı karakter olan Bill Cage, bir subaydır. İstemediğini
ve korktuğunu belirttiği hâlde cepheye gönderilir. Dünya o aralar ileri düzeyde
hıza, teknolojiye ve telepati yeteneğine sahip olan yaratık ve robot karışımı savaş
makinelerinin işgalindedir. Düşman, üstün saldırı gücüne sahiptir ve insanların
pek fazla şansı yok gibidir.
Başrol
oyuncumuz cepheye götürüldüğü gün, oradakilere durumunu anlatıp kurtulmaya
çalışır ama her şey ayarlanmıştır. Hemen savaş bölgesine bir ekiple intikal
ettirilir. Çok kısa bir sürede düşman içindeki özel bir savaşçı tarafından
öldürülür. Öldürüleceğini anladığı esnada yakınındaki bir patlayıcıyı kendine
çeker ve patlatır. Bombanın patlamasıyla o savaşçının kanı kendi bedenine
işler.
Zamanla
ilgili bir yeteneği olan düşmanın kanının bulaşması, başrole de bu yeteneği
verir. Bu andan sonra her öldüğünde cepheye geldiği ilk âna dönmeye başlar.
Sürekli cepheye gidiyor ve her seferinde öldürülüyor ve gün, cepheye
getirildiği o ilk andaki yerden tekrar tekrar başlıyordur.
Bu
döngüye son vermenin tek yolu, düşmanın başını yani kontrol edenini yok
etmektir. Bunun için de savaş stratejisinin ve yeteneğinin çok iyi olması
gerekmektedir. Zaten ölse de yeniden uyanacağı için savaş yeteneklerinin
gelişmesi için destek arar ve diğer başrol oyuncusu Emily Blunt’un
canlandırdığı Rita’dan destek ve eğitim alır. Her yeniden ölüp de uyandığında
bir önceki özellik ve bilgilerine göre daha donanımlı, daha hızlı ve daha cesur
olmaya başlar. Tabiî sonunda, ilk baştaki hâliyle hiç alâkası olmayan bir
karakter çıkmıştır: Korkak bir subaydan gözü kara bir savaşçıya dönüşüm…
Düşmanı, ekip arkadaşları ile beraber yenmeyi başarırlar.
Burada
beni sarsan ana unsur, bizim de bir anlamda her gece ölmüş gibi olup yeni günle
yeni bir hayata daha başlamış olduğumuz… Bu açıdan bakarsak, aslında her yeni
güne farklı bir anlam katmak, daha donanımlı olmaya, daha güzel gelişmeler için
yepyeni adımlar atmaya çalışmak daha anlamlı olmaz mıydı? Böylesi bir bakış
açısı gerçekten daha büyük bir heyecan katmaz mı bize? Beni oldukça
heyecanlandırdı.
Peygamber
Efendimiz’in (sav) “İki günü eşit olan, Bizden değildir” sözünü çok kimse iyi
bilir ama uygulamada sizce çok da başarılı olamadığımız açık değil mi? Günleri
bırakın, aylarımız aynı olabiliyor. Desteğin, yeni bir bakış açısının nereden
geldiğinin bir önemi var mı sizce?
Bu
filmi belli aralıklar ile hafızamda canlı tutmaya, bulunduğum güne nasıl bir
farkındalık getirebileceğime karar vermeye çalışıyorum. Filmin süresi gereği
gelişmeler çok hızlı oluyor başrolde tabiî, benim gelişme sürecimse birkaç
saate sığmaz, yılları alacak, bir ömür sürecek belki. Tek sorun, baştaki
niyetin ve o niyete olan inanç ve o inanca olan ihtiyacın taze kalabilmesi.
Kişisel
gelişim kitaplarında sürekli bir şeyler vaat edilir: “Düşün ve başar! Niyet et
ve istediğin olsun! Sen yeter ki inan, istediğin her şey gerçek olur!”… Güzel
ve farklı düşünceler ve başarı hikâyeleriyle süslenen bu çalışmalar için benim
olumlu veya olumsuz bir şey söylemem doğru olmaz, ama orada gördüğüm büyük bir
eksikliği de belirtmeden geçemeyeceğim. İster okuduğumuz bir kitap, ister bir
konuşma, ister bir film, etkisi altında kaldığımız bir şeyin o an ki gücü,
heyecanı, elektriği ile birkaç gün sonraki bizdeki etkisi asla aynı olmuyor.
Zaman her şeyin üstünü toz bağlıyor. Yeni bir işe, yeni bir eve girdiğiniz ilk
günü, sizi çok heyecanlandıran bir ilk tanışmayı düşünün, o anki hisler,
düşünce ve davranışlar ile aylar sonraki hâliniz aynı mı?
“Bir
kitap okuyorum ve o an oluşan enerji ve heyecanla sanki biraz sonra her
istediğim olacak…” Böyle olmadığını kaç kez gördüğümün sayısını unuttum. Çok
şey vaat eden bu tür kitaplarda, ilk anki enerji patlamalarını ve heyecanları
nasıl canlı tutabileceklerine, hedeflerini başarmak için içlerinde istedikleri
gücü istedikleri an nasıl bulabileceklerine dair bilgilerin net olmadığını
söyleyebilirim. Oldukça çok okudum bu tür kitaplardan. “Düşün, inan, bekle ve
başar” der birçoğu kısaca, “Bak, bu kişiler başarmış!” der. Fakat inancı ve
azmi sürekli besleyecek etkenlerden bahsetmez.
Değişim
Yaşamda
tek bir doğru yok. Bütün doğruları yalnız Allah bilir. Her zaman olduğu gibi
yazıya sadece gözlemlerimi dökebilirim. İnancı ve azmi besleyecek besinler,
günlere dağıtılacak farklı düşünce ve davranışlar olabilir mi acaba? Niyetimizi
iyi tanımak ile başlayabiliriz işe: “Neden gerçekleşmesini istiyoruz? Ne kadar
ihtiyacımız var? Yarın hedefim hakkında daha farklı bilgilere nasıl
ulaşabilirim? Yarın niyetim hakkında daha farklı ve yeni düşünce ve bakış
açılarını nasıl kazanabilirim?”
Bu
çalışmaları sadece niyetimiz için değil, sıcaklığı kaybolmakta olan aile
yuvası, verimi düşen iş, enerjisi/hevesi kaçmaya başlayan öğrenciliğimiz,
yaşamımızın herhangi bir noktası için de yapmalıyız diye düşünüyorum. Belki
biraz da beynimizin çalışma sistemi ile alâkalı bütün bunlar. Beyin için ilk
etkileşimler birçok duygu hormonunu aktif ederek o anların büyük etki yapmasını
sağlıyor. Fakat beyin bir şeyi öğrenip teslim aldığında artık canlılığını
yitiriyor, enerji ve hormon sistemlerini aktif etmiyor. “Olayı canlandıracak
tek şey, bilinenlere bambaşka bakış açıları kazandırmak, yeni bilgiler eklemek,
gerçekten bu şekilde olması için istek ve ihtiyaç duymak şeklinde olabilir”
diye düşünmekteyim.
Büyük
bir şehirde, büyük bir kalabalık için de yaşıyorum. Koca şehirde sanki birkaç
yapı var gibi geliyor bana. Her şey o kadar birbirine benziyor ki… Sanki birkaç
tane apartman, birkaç tane alışveriş merkezi ve cami var. Acaba insanların
yüzlerindeki değişmeyen, birbirine benzeyen ifadelerin sorumlusu da çevre mi?
“Gelişim,
sürekli gelişim!” Bu cümlenin cümle olmaktan çıktığı yerler var. Tıpta, savunmada,
cihazlar dünyasında… Yalnız bir sorun var: Bazı ünlü bilim adamlarının gelecek
yüzyıl gelişmeleri olarak da yine sadece teknolojik gelişmeleri sayıp dökmeleri
beni dehşete düşürüyor. Şunu mu söylemek istiyorlar: “Birileri bir yerlerde
araştırma ve geliştirme görevlisi olarak çeşitli alanlarda insanlığın yaşam
teknolojisini geliştirirken, diğerleri normal bir şekilde yaşasınlar ve parası
olanlar yeni hizmetlerle kendilerini geliştirmiş olsunlar.”
İnsanın
içsel gelişimiyle ilgili olarak kimsenin söyleyecek bir şeyi yok mu? Peygamber
Efendimiz (sav), Kur’ân ve tasavvuf dışında bir kaynak bulamadım. İnsan Allah’a
doğru yol aldıkça içindeki ve dışındaki birçok sistem değişmeli, iyi yönde
gelişip çevresini de etkilemeli değil miydi? Müslüman bir ülkede yaşıyorum.
Milletim hakkında olumsuz şeyler söylemek hâddime değil. Ancak toplum ve birey
olarak nasıl bir gelişim sürecindeyiz? Değişimlerimizi nasıl takip ediyoruz?
Teknolojimiz, mimarimiz, dinî ve manevî unsurlarımız hangi değişikliklere
uğruyor zamanla? Eğitim sistemimiz halkla barışık mı? İnşâ edilmekte olan
binlerce yapı kimin için ve özümüzün, kültürümüzün, tarihsel mirasımızın hangi
çizgilerini barındırıyor? Komşuluk ilişkilerimiz hangi aşamada?
Ülkem,
özüm, kültürel ve tarihsel mirasımız ziyadesiyle bizleri gururlandırıyor,
onurlandırıyor. Peki, bir ülke/şehir hayatı olarak şu an nasıl bir ruha
sahibiz? Geçmişin onurlu ruhu şu an bize şifa oluyor mu? Haberleri seyretmek
istemiyorum bu açıdan bakınca. Sosyal medyayı gezmek, şu asık yüzlü binalar
arasında dolaşmak bile zor şu aralar!
Burada
birçok soru sormuş gibi olabilirim ama takdir edersiniz ki soru tek aslında! İnancımız,
dinimiz için de aynı durum geçerli. Allah’a karşı olan sorumluluğumuz, O’nu
düşünme şeklimiz, ibadetlere bakış yönümüz, dinî yaşayışımızı yeni bakış
açıları ve yeni takviyelerle desteklemezsek, yaptığımız dinî vecibeler,
alışkanlıktan öteye geçmeyen davranış, hatta refleksif hareketler olarak
kalacaktır.
Filme
dönecek olursak… “Yeniden doğmaya devam ediyorsak, bu fırsatı iyi kullanalım!”
derim ben. Dün işleyemediğimiz bir uğraşı, bil bilgi, bir düşünce için emek
harcayalım. Dünyamızı daha farklı kılmaya bence hepimizin çok ihtiyacı var.
Gelin donanımlarımızı, bilgilerimizi, cesaretimizi arttıralım ve güzel anlamda
dünyayı daha renkli, yaşanabilir ve ileri bir düzeye taşımaya çalışalım.
Filmi
izlemenizi tavsiye ediyorum. Bir farkındalık oluşturacağını umuyorum. Yeniden
uyandığımız her güne, sanıyor muyuz ki dünde bıraktıklarımıza devam etmek için
uyandık? Koca kâinat sayfasının her bir yaprağı sadece bizim uğraşlarımız için
mi var? Allah aşkına, gerçekten bunu bir düşünelim! Renkli, cesur, zeki,
sportif, manevî unsurları en üst seviyede, kültürü ve özü en özel milletsek,
bunu onca kayıp ve de yeni nesiller adına Allah rızası için yeniden canlandıralım.
Evet,
tek yapmamız gereken, zaten içimizin derinliklerinde hazır olan cevherleri gün
yüzüne çıkarmak! Bunu birkaç kişinin başarması zor! Bir kişi kendini birçok
yönden geliştirebilir ama bir şehri yeni baştan inşâ edemez. Gelin, hem
çevremizi, hem içimizi yeniden imar edelim, yapılan çalışmalar yeterli
olmuyorsa yeni bakış açıları getirelim.
Bu
koca şehrin bana bu hâliyle verdiği hediyeler de var tabiî. Şehrin suçu değil
ya böyle olmak! İnsanın insana ettiği bu, ne yaparsınız? “İnsan kendi aklı ile
yol alınca ancak bu kadar olur” diyor bütün bu olup biten şeyler için. İnsanı,
kendi eliyle yaptığı her şey Allah’a yönlendiriyor, Allah’a yaklaştırıyor.
Camilerdeki huzur ve tat bir başka oluyor büyük şehirde meselâ; kaçıyor,
koşuyorsunuz âdeta. Allah’ın huzurunda okyanuslardan, en yüce dağ ve
ormanlardan öte eşsiz bir manzaraya ve bir dinlenmeye kavuşuyorsunuz… Daha ne
olsun? İmkânsız, ama bulmuşsanız da bir dost o kalabalık şehirde, inanılmaz bir
hazineye kavuşmuşsunuz demektir. Belki birileri biraz daha bahtlı olup gerçek
bir komşuya da kavuşuyor ve şehrin yeşillik ve denizden uzak yüzü, bir başka
değerli kılıyor sahip olunan güzellikleri. Bu muazzam kâinatta, bu güzel
ülkede, bu mucize bedende her bir yeni yaşam sayfasını, gün mucizesini farklı
kılmaya değer!