ÇOCUKLUĞUMUZUN bilimkurgu dizisi
Uzay Yolu ile benzeri yapımları severek izlerim. İlk yayınlandığı 1966’dan
bugüne kadar farklı şekillerde yenilerek ilgi çekmeye devam ediyor. Yakın
zamanda güncel versiyonu olan “Star Trek Discovery” adlı diziyi de izledim.
Daha
önce de benzeri birçok film arasında tekrar tekrar izlediklerim var. Örneğin “Mars”
ve “Yer Çekimi” bunlardan bazıları. Uzay filmleri dışında bir de zaman
yolcularını ve geleceğe etkilerini konu alan “Yolcular” (Travelers) adlı bir
diziye takılmış durumdayım.
Küresel
salgın ve kısıtlamalar sebebiyle daha evcimen olduğumuz bu zamanlarda TV önemli
bir seçenek oldu maalesef. Çocukluğumuzdaki bilimkurgu filmlerine kıyasla
şimdilerde izlediğimiz filmlerin çekim, efekt ve görsel kalitesindeki değişim
ve gelişim, teknolojinin ilerlemesiyle olağanüstü seviyelere ulaşmış durumda.
Bununla beraber, senaryolarındaki temel duygu ve tema pek değişmiyor.
Keşfetme,
kontrol etme, yönetme, başka kültürlerle temas kurma, insanoğlunun geleceğini
yahut gezegeni ve hattâ tüm evreni kurtarma misyonu, insan dışında bilinçli
varlık ya da yaşamların varlığına dair sorular, varoluşsal sorgulamalar,
zaman-mekân ilişkisi, tanrı ve yaratıcı kavramlarının sorgulanması, evrensel ortak
ahlâkî değerler ve ilkelere dair sorgulamalar yine senaryolardaki yerlerini
koruyorlar.
Tüm
bu konulardaki tartışmaların henüz “Dünya” adlı gezegenimizdeki bilinen
insanlık tarihinin geride bıraktığı binlerce yıldır devam ediyor olmasına
rağmen, yüzlerce yıl sonrasında geçtiği kurgulanan uzay filmlerinde bile benzer
durumların sürdüğünün sahnelenmesi, aradığımız cevaplara ulaşmanın ne kadar
uzak görüldüğünün bir işâreti olabilir.
Söz
konusu filmler ve senaryolar Amerikan yapımı olduklarından, Batılı tarzda bir
düşünce dünyasının izlerini taşıyorlar. Henüz iki yüzyıl önce keşfedilen
Amerika kıtasının yerlileri, bugünkü Amerikalıların çektiği bilimkurgu
filmlerindeki hayâl edilen uzay yolcuklarıyla, keşfedilen yeni dünyalarda yaşanan durumun ironik bir şekilde tehditlerini içeriyor. Dünün Batılı kâşifleri, yeni keşfettikleri
coğrafyalara ve toplumlara neler yaşatmışlar ve işgal, soykırım, sömürü,
vahşet, baskı, asimilasyon, köleleştirme gibi kötülükleri zaman içinde yöntem
hâline getirmişlerse, yarının uzay keşiflerinde de olacakları benzer şekilde
hayâl ediyorlar anlaşılan.
Açıkçası
bu düşünceleri çağıran son zamanlarda gördüğüm bazı haberler ilgi çekici.
Meselâ bu hafta ilk uzay turistleri için tasarlanan uçak-mekik benzeri bir hava
aracının yolcusuz test uçuşlarına hazırlandığı haberini gördüm. Yine bu hafta
içinde, ayda kurulması düşünülen ilk köyün evlerinin nasıl olacağına dair mimarî
görseller ve yerleşim plânına dair haberler vardı. Zaten SpaceX’in tekrar
tekrar kullanılabilen uzaya kargo ve yolcu taşıyan yeni nesil başarılı
roketlerinin haberleri ile Elon Musk’ın Mars’a insanlı yolculuk için
hazırlandıklarına dair açıklamasını da aynı süreçte takip ettik.
Yarım
yüzyıl önce çekilmeye başlanan bilimkurgu filmlerinde hayâl edilen gelişmelerin
birçoğunu bugün yaşıyoruz. Günümüz dünyasındaki üretim ve yaşam teknolojilerinde
robotların kullanımı, yapay zekâya sahip insansız hava, deniz ve kara araçları
yarışı hepimizin gündeminde. Son zamanlarda yaşadığımız Covid-19 salgını
hakkında Dünya nüfusunun nasıl bir şekilde kontrol edilebileceğinin provası olduğuna
dair çok senaryo var. Sanki Dünya’yı Dünya dışı bir akıl ele geçirmek
istiyormuş gibi, insanlık kendisini tehdit altında hissediyor.
Gelecek
yüzyıllara kalmadan, daha yakın vadede yani gelecek on yıllarda neler
yaşayabileceğimize dair hayâl gücümüzü ciddî anlamda revize etmemiz
gerekebilir.
Fakat
tüm bu gelecek hayâllerine rağmen, 2020 yılında konuştuklarımıza ve medya haberlerine
bakarsak birkaç farklı yüzyıla ait şartların Dünya üzerinde aynı anda
yaşandığını düşünebiliriz.
Örneğin,
hâlen açlık yaşayan ve ilkel koşullarda yaşam süren insanlar şimdiki zamanda sanki
1700’leri ve daha eski yılların koşullarını yaşıyorlar.
Diğer
yandan çok ucuza, hattâ köleliğe yakın koşullarda, Çin gibi ülkelerde, eski tip
fabrikalarda ölümüne çalışan ve ilk dönem endüstri çağının ağır şartlarında
yaşayan insanlar, 1800’lerin koşulları altında yaşamlarına devam etmekte.
Tek
zaman içinde birçok yüzyılı yaşıyoruz!
Birinci
ve İkinci Dünya Savaşlarına rağmen yüzyılın ikinci yarısında belirli yaşam
hakları ve asgarî yaşam koşullarının elde edildiği nispeten makul şartlarda
yaşanabilen 1900’lerin koşulları da yine şimdiki zamanda devam etmekte.
Dünya
nüfusunun büyük bir kısmının farkında bile olmadığı kadar gelişmiş seviyede insansız
araç, akıllı ev ve otomobillerle uzay çağını, 2000’li yılların koşullarını yaşayan
toplumlar ve insanlar da var şimdiki zamanın içinde.
Demek
istediğim şu ki; aynı zaman diliminde bulunan ancak yaşam koşulları itibariyle
farklı yüzyılların koşullarını sürdüren, buna çâresizce katlanan insanlar ve
toplumlar, içinde bulundukları koşulları yaşamaya devam ediyorlar. Tek zaman içinde
birçok yüzyılı yaşıyoruz!
Hattâ
zamanımızın ötesini yani yarını yaşayanlar bile var gezegenimizde. Küçük bir
azınlık da olsa, bir anlamda geleceğin koşullarını yaşayan, bu sayede daha uzun
ve sağlıklı hayat için Dünya’nın yaşanabilir kalmasını isteyen mutlu bir
azınlık var. Bu azınlık, Dünya ile ilgili heveslerini tüketmiş, maddî varlığın
sunduklarında doyuma ulaşmış ve Ay’a giden ilk turist olmaya hazırlanan kesimde
yer alıyor. Yarına adım atan ve uzay çağının ilk yıllarını yaşayanlarla geçmiş
yüzyılların koşullarını aynı zaman diliminde yaşayanların varlığı ironik mi,
trajik mi, yoksa kader mi?
Bilim
ve medeniyet ne kadar gelişirse gelişsin, tüm gelişmelerin sonuçlarına eş zamanlı
olarak tüm dünya coğrafyası ve tüm toplumlar aynı zaman diliminde ve eşit
şekilde erişemiyor.
Asıl
söylemek istediğim şu ki; bilimkurgu filmlerindeki gelecek kurgusunun ve uzay
çağına ait filmlerin senaryolarının, geçmişte barışı ve huzuru sağlamayı başarmış
bizim gibi bir medeniyetin evlâtları tarafından yazılması gerekiyor. Aksi hâlde
ABD’nin keşfinden sonraki her türlü insanlık dışı yöntemin geleceğin dünyasına da
fikren taşınmasına engel olamayız. Sadece senaryo yazmak ve film çekmek değil
elbette; uzaya ulaşmak, Dünya’ya ve Dünya dışı faaliyetlere dair geleceğinin
barışçıl amaçlarla kurgulanmasında Türkiye ve Türk insanı olarak daha çok rol
alamazsak, bugün insanlığın başına belâ olan sömürge düzeninin geleceğe
taşınmasına da engel olamayız.
Batılı
düşünce dünyasının belirleyici olduğu bir uzay çağının, bugün yaşanan tüm
sorunların gelecekte ve eğer olacaksa uzaydaki yaşamda da aynen tekrar
edeceğine dair ciddî tehditlerini sürdüreceği, bugünkü senaryolarından belli.
Geleceğin
senaryolarını yazmamız için elbette geleceğe yön verenlerden olmamız gerekiyor.
Şimdiki zaman diliminde Dünya’da yaşayan ve evrende varlığı bilinen şuur sahibi
tek tür olan insanın aynı zaman diliminde farklı yüzyılların şart ve yaşam
düzeylerini yaşıyor olması, insanlığın elde ettiği gelişmelerin tüm devletler,
toplumlar ve insanlar için âdil oranda yaşatılamadığının göstergesidir. Eşit ve
insanî haklara erişimin mümkün olduğu makul bir âdil paylaşım sisteminin inşâsı
için Türkiye rol model olmak zorundadır.
Devletlerin
zaman içinde değişken ilişki düzeyleri
Diğer
yandan insanların yaşam koşulları gibi devletler için de farklı yüzyıllarda
kalan ilişki koşullarının bugün dahi yaşatılmak istendiğini görüyoruz. Örneğin
kendisini gelişmiş ülke ve Batı medeniyetinin parçası, hattâ kurucusu olarak
gören Avrupalı ülkeler ve ABD, güçlü devletlere karşı gelişmiş ilişki düzeylerini
içeren diplomasi, hukuk ve müzakere yöntemlerini kullanırken, güçsüz ve çâresiz
devletlere karşı son derece kaba, nobran, aşağılayıcı bir tavırla onları
yokluğa mahkûm etmek isteyen yaptırım ve yöntemlere hiç çekinmeden başvurabiliyorlar.
2020
yılına gelene kadar geçen son 700 yıllık dönemde Türkiye-Avrupa ve son 200
yıllık süredeki Türkiye-ABD ilişkilerinde eski yüzyıllara doğru gittikçe güç
dengesinin çok değişken olduğunu görmekteyiz. Osmanlı zamanlarındaki eski
Türkiye’nin Avrupalılara karşı ezici üstünlük kurduğu ve korkuyla titrettiği
zamanlardan daha dengeli zamanlara, sonra Birinci Dünya Savaşı ile Avrupalıların
Türkiye’ye karşı üstünlük sağladığı dönemlere gelinmişti. Ama son yıllarda yeniden
Türkiye’nin hâfızasını tâzeleyip gücünü topladığı bir dönem yaşıyoruz.
Türkiye-Avrupa
ilişkisinde, Avrupalılara karşı artık eski günlerin geride kaldığını hatırlatan,
bizim için yükseliş dönemini gösteren ve de Türkiye lehine değişen bir grafik
görüyoruz.
Benzer
bir değişimin tarihî ilişkilerimizde ABD ile Osmanlı ve Türkiye arasında
yaşanmakta olduğunu da görmekteyiz. Daha yüz yıl önce Akdeniz’de gemilerini
gezdirmek için Osmanlı’dan izin isteyen ve vergi veren ABD’den, 1950’lerde
Marshall yardımları ve NATO ile teslim alınmış bir Türkiye-ABD ilişkisine
gelmiştik. Fakat sonrasında yaşanan birçok olay bir yana, 15 Temmuz hain darbe
girişimiyle büyük kırılma yaşayan bir Türkiye-ABD ilişkisi söz konusu… Geriye
dönülemez bir dengelenme süreci yaşıyoruz.
Elbette
henüz ABD pozisyonunda değiliz ama onlar da iyi biliyorlar ki, dünkü Türkiye
geçmişte kaldı.
Sonuç
olarak, uluslararası ilişkilerin rayından çıktığı, medeniyet, müttefiklik ve
dost ülke maskelerinin düştüğü, diğer yandan çıkarların, tehdit ve fırsatların ön
plânda olduğu, güçlü olanın diğerlerine karşı ne kadar acımasız ve yıkıcı
davranabildiğinin en açık seçik yaşandığı nâdir zamanlardan geçiyoruz.
Eski
Avrupa refleksleriyle Yeni Türkiye’ye karşı çözüm üretemeyen AB üyesi ülkeler,
bu duruma alışmaya çalışıyorlar. Eski ABD buyurganlığının Yeni Türkiye için
etkisinin azaldığını gören ABD’nin de Yeni Türkiye için daha itinalı
davrandığını, bu hafta açıklanan S-400 sebepli yaptırımlardan anlıyoruz. Son
derece ince ayar yapılmış, köprüleri atmayan, kaybetmek için değil de müzakereyle
kazanılmak istenen Türkiye’yi görmek isteyen bir yaptırım kararıdır alınan.
Elbette
hiçbir haklı gerekçesi olmayan, ulusal çıkarlarımızdan ve egemenliğimizden asla
taviz vermeksizin karşı koymamız ve uygun şekilde cevap verilmesi gereken bir
karar…
Gereken
cevap Sayın Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere tüm kurumlarımız ve milletimiz
tarafından verildi, veriliyor, verilmeye devam edecek.
Son
söz
Uzay
çağında yaşanan bir bilimkurgu filminde bile egemenlik mücadelesinin en önemli
konu kabul edildiği ve buna göre senaryoların yazıldığı bir ABD düşünce
dünyasının, bugünün Türkiye’sine âdil ve hakkâniyetli davranmasını beklemek
saflık olur.
Türkiye
ve Türk milleti olarak, bugün nasıl Suriye, Libya, Karabağ, Doğu Avrupa ve Doğu
Akdeniz’de tüm haklarımızı kararlılıkla koruyorsak, yarın daha güçlü bir
şekilde buna devam edeceğiz!
Kendi
geleceğini Türkiye ile birlikte yan yana tahayyül eden tüm milletler ve
devletlerle karşılıklı saygı ve ortak kazanç üzerine ilişkiler geliştirdiğimiz
gibi, uzay çağının dünyasını da Dünya dışındaki alanlarda karşılıklı saygı ve ortak
kazanımlar üzere kurgulayacak senaryoları şimdiden çalışmamız gerekecek.