
HUKUK devleti olma çabasının önemli unsurlarından biri,
yargının tarafsız ve bağımsız olmasıdır. Yönetim karşısında bağımsız ve
toplumsal kesimler karşısında tarafsız olan yargı kararlarında adaletin tahakkuk
etmesi beklenir. Aksi hâlde yargı, iktidarın ya da bir kesimin diğerine karşı
kullandığı bir tedip (edeplendirme), tenkil (düşmanı ortadan kaldırma) ve
hizaya getirme, öç alma aracına dönüşür.
Hukuk devleti olma çabasındaki Türkiye’nin bu alanda
kat ettiği mesafeler ibretlik hikâyelerle doludur.
Tek parti zamanında (1923-1950) yargının yeri ve
misyonunu bir dönem Adalet Bakanlığı yapmış olan Mahmut Esat Bozkurt (ö.1943)
şöyle açıklamıştır: “Devrimleri hayata geçirmek, Türk yargısının yegâne gurur
kaynağıdır.”
Görüldüğü gibi yargı, bu dönemde taraftır. Taraf
olması ile de gurur duymuştur. Bu gururu sadece Bozkurt’un kişisel bir tercihi
olarak düşünmek yersizdir. Çünkü Ocak 1923’te Kemal Paşa, İzmit’teki basın
toplantısında yazılı olmayan “bir inkılap hukukundan” söz etmiştir. Tek parti
idaresinde yargı çoğu kez yazılı olmayan inkılap kanunları ile tedip ve tenkil
yaparak yoluna devam etmiştir.
Yazılı olmayan inkılap hukukunun uygulamasını sadece
İstiklâl Mahkemelerinde aramak yeterli değildir. Her kademedeki mahkemeler,
iktidarın tek partinin öngörüleri doğrultusunda bir tedip ve tenkil aracı
olarak kullanılmışlardır.
Yargının giderek bağımsız bir güç durumuna gelmesi,
özellikle adlî yıl açılış törenleri ile iktidardan hesap sormaya heveslenmesi
ya da iktidara karşı meydan okuma gösterisi 1950 Seçimlerinden sonra ortaya
çıkmıştır. İlk adlî yıl açılış töreni 1943’te yapılmıştır. Bu törenlere tek
parti idaresi 1943’te neden ihtiyaç duymuştur? Tek parti diktatörlüğünün yol
açtığı bunalımları ve İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği geçim derdinden dolayı
halka karşı yargı yoluyla kendini güçlendirme isteğinin bir sonucu mudur?
Yargıyı tedip ve tenkil etme aracının dışında, tek parti idaresinin bir
propaganda aracı olarak kullanma beklentisinden midir? Belki her ikisinin bir
sonucu olarak 1943’te adlî yıl açılış törenleri başlatılmıştır.
İlk adlî yıl açılış töreninde konuşan Yargıtay Başkanı
Halil İbrahim Özyörük, “Müsaade buyurunuz da sözlerime başlarken buradan,
Cumhuriyet Hükûmetimizin beni Sayın Temyiz Heyetinin en yüksek mevkiine
getirmekteki lütufkâr teveccühünden ötürü duyduğum bahtiyarlığı ve şükranı da
arz edeyim.”
Bir sonraki adlî yıl açılış töreninde aynı Yargıtay
Başkanı Halil İbrahim Özyörük, “Bu tatlı hatıraların en nadide ve en çok gurur
verici olanı, milletimizin Büyük Şefinin Temyiz Mahkememizi ziyareti teşkil
ediyor. Bu suretle hâdiseyi temyiz için uğurlu bir devir başlangıcı
saymaktayız. Ve çünkü biz biliriz ve takdir ederiz ki, devlet reisinin bu
işe gösterdiği yakın ve sıcak ilgi, milletçe yükselme yolunda bulunduğumuzun
müsbet ve münakaşa kabul etmez delili ve teminatıdır.”
Görüldüğü gibi Yargıtay Başkanı, “Milletimizin Büyük
Şefi” dediği İsmet İnönü’nün bir yeri ziyaretini uğur sayan bir anlayışın
sahibidir. Şef, Yargıtay’ı ne kadar çok ziyaret ederse, uğur da o kadar
artacaktır. Doğal olarak ziyaret etmez ise, Yargıtay, hatta bütün adliye için
uğursuzluk olacaktır. İnönü’ye hitap şekli de, “Milletimizin Büyük Şefi”
diyerek bir parti delegesi aksanındadır. Efendi-kul ilişkisi düzeyindedir.
Yargıtay Başkanı, her türlü iyiliği efendide gören, bağlılığını sunmak için
bahaneler arayan bir kul durumundadır.
Dönemin Yargıtay başkanının sözlerini yalnızca kendi
duygularını açıklayan cümleler olarak anlamak gerçekçi olmaz. Muhtemelen
adliyenin ezici çoğunluğunun duygularına tercüman olmuştur.
Yargıtay’ın ve adliyenin bu uğurlu yılları zamanla
göstermiştir ki, koyu bir istibdat ve mutlakıyet yaşanmıştır. Milletin
yükselmesi yoluna değil, istibdadın yoluna hizmet etmiştir. Belki bazılarının
kişisel ikbâlleri için efendilerine kendilerini takdim etme fırsatı verdiğinden
ilerlemelerine sebep olmuş ise de asla milletin ilerlemesine katkısı
olmamıştır. Aksine, milletin karamsarlığını arttırmış, adliyeden umudunu
kesmesine yol açmıştır.
***
Dönemin Yargıtay Başkanı, 1949’daki adlî yıl
açılışında, “Yargı erki, başlı başına mevcut ve bağımsız bir kuvvettir. Onun bu
bağımsızlığı, Devlet içi diğer kuvvetlere zıd bir varlık olması demek değildir.
Bilâkis diğer kuvvetlerin gereği gibi iş görmesini kolaylaştıracak bir istikrar
unsuru olacağı demektir” ifadesini ileri sürmüştür. Yargının bağımsız ve ayrı
bir güç (erk) olduğu fikri nihayet ortaya çıkmıştır.
Ancak yargının ayrı bir güç olması, iktidara karşı,
CHP’ye karşı bağımsız olmak anlamında değildir. Diğer kuvvetlerin yani yasama
ve yürütmenin gereği gibi iş görmelerini kolaylaştıracak bir unsur
durumundadır. Yardımcı kuvvettir. Zaten parti şefinin Yargıtay’ı ziyaret etmesi
de yargı için bir uğur değil midir?
Türkiye’de yargı mensuplarının, özellikle de yüksek
yargı mensuplarının hukuk bilincine ulaşmaları, bir çeşit hidayete ermeleri 14
Mayıs 1950 Seçimlerini CHP’nin kaybetmesi ile mümkün olur. Birdenbire yargının
yasama ve yürütmeye karşı ayrı bir güç olduğundan, hatta yasama ve yürütmeye
karşı bağımsız bir güç olmasından söz etmeye başlamışlardır. Nitekim Eylül
1950’deki adlî yıl açılış töreninde dönemin Yargıtay Başkanı Mustafa Fevzi
Bozer, “Yargıç var, güven ile göğüslerini şişirerek hükümdarlarına meydan
okuyan milletler, her zaman medeniyet sahasının ön safında yer alacaklardır.
Millete bu ruh haleti yaratmaya muvaffak olan yargıç, millete bu ön saftaki
yeri hazırlayanların başında gelir. Bu mazhariyete ermek, adlî hayatımızın son
gayesi ve yegâne şeref pâyesidir. Salim vicdanlarınızın bütün heyecanıyla bu
gayeye doğru yürürken hepinize parlak başarılar dilerim” beyanında bulunmuştur.
Özgür seçimle Kemalizm’in iktidarını kaybetmesi
yargının tadını kaçırmıştır. O güne kadar “hükümdarın/iktidarın devrimlerini
hayata geçirmeyi” gurur bilen yargı, birdenbire seçilmiş iktidara karşı göğüs
şişirmekle övünme dönemine girmiştir.
Tek parti müstebitlerine karşı hatırlanmayan göğüs
şişirme, milletin seçtiklerine karşı hatırlanmıştır. Bu göğüs şişirmenin
“bağımsız ve tarafsız yargı” bilinciyle oluştuğuna inanmak için bir neden
yoktur. Yargının bu dönemde önceliği değişmiştir. Önceden tek parti icraatı
(devrimler) için tedip ve tenkil misyonuyla hareket eden yargı, 1950’den sonra
tedip ve tenkil kapsamına iktidarı (seçilmişleri) da almıştır.
Yargı, milletin seçtiklerini inkılaplar hususunda ülke
için birer tehdit saymıştır. Ne idüğü belirsiz bir medeniyet söylemi ağızlara
ve yargı kararlarına pelesenk olmuştur. Aslında buradaki medeniyet vurgusu tek
parti istibdadının siyâsî hedefleri ve milleti Batılılaştırma takıntısıdır.
Yüksek yargının “medeniyet” dediği, Batılılaşmanın militan bir tetikçisi gibi
davranmaktır. Bunun somut örneği, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’nden sonra “Yüce
Dîvan” adıyla kurulan Yassıada tiyatrosudur.
Aynı Mustafa Fevzi Bozer, 1951’de, “Yargıçlara tam
teminat verilme lâzımdır. Devletlerin en aslî vazifesi adalet dağıtmaktır”
demiştir. Bu görüşün temeli ise adaleti yargıçla eşit görmektir. Yargıçlara
istenen teminat, doğrudan yargıç vesayetinin bir safhasıdır. Çünkü yargıçlar bu
teminat ile seçilmişlere karşı göğüslerini şişirebileceklerdir. Böylece bütün
adlî yıl açılış törenlerinde bu içerikteki benzer konuşmalar ile yargı vesayeti
kurulmaya, seçilmişlerin iktidarına “seçilmeden” de ortak olmaya çalışılmıştır.
27 Mayıs Askerî Darbesi’nden 20 gün sonra darbeciler
tarafından Yargıtay Başkanı yapılan Ahmet Recai Seçkin, Yargıtay’da darbeci
olmayanların tasfiyesine öncülük etmiştir. 1 Eylül 1960’daki adlî yıl açılış
törenlerinde Seçkin, yargı bağımsızlığı ve hâkim teminatının bir teamüle
dönüşmesinden dolayı darbecilere şükranlarını sunmuş ve 27 Mayıs darbe
yönetimiyle hukuk devleti olma yoluna kesin olarak girildiğini ileri sürmüştür.
Milletin seçtiklerini devirerek millet egemenliğini
gasp eden bir darbe yönetimiyle hukuk devleti olma yoluna kesin olarak
girildiğini iddia etmek, dönemin yüksek yargı mensuplarının hâlâ Mahmut Esat
Bozkurt ile aynı kumaştan olduğunu göstermesi bakımından ibretlik bir örnektir.
Darbeden sonra teşekkül ettirilen HSK benzeri kurumlar
ise yargı vesayetini teminat altına almış, yargı üzerinde Adalet Bakanlığı’nın
(dolayısı ile seçilmişlerin) tasarruflarını ortadan kaldırmıştır. 1961
Anayasası (madde 137) ile yargıda “devrim muhafızlığı” söyleminin yerini “kutsal
adalet muhafızlığı” ifadesi almıştır. Bu dönemde sosyal ve siyasal hayatın her
alanında son sözün yargıçlara ait olmasının vurgulanması, yargı vesayetinin
zirvesidir. Böylece yargı, seçilmeden seçilmişlerin iktidarına ortak olmuştur.
Böylece yargı, demokrasinin önünde bir engel durumuna gelmiştir.
1960’a kadar Yargıtay başkanı hükûmet tarafından
atanırken, 1960’dan sonra darbeciler tarafından atanmıştır. 27 Mayıs cunta
lideri Cemal Gürsel’in Yargıtay’a yaptığı ziyaret esnasında Ahmet Recai
Seçkin’in yaptığı konuşma da bir efendi-kul ilişkisi mahiyetindedir ve
“darbeciler ile yargı arasındaki ontolojik ilişkiyi” göstermektedir.
***
“Millî Birlik Komitesi” denilen darbe yönetimi kararı
ile (22 Ağustos 1960) yeteri kadar sabit ve gezici “İnkılap Mahkemelerinin
kurulacağı” ilân edilmiştir. Yassıada tiyatrosu da işte bu kararın sonucudur!
1950 Seçimlerinin ardından yargıda başlayan normalleşme,
27 Mayıs Darbesi’nden sonra terk edilmiş ve “yargı yeniden militanlaşmıştır”. Militanlaşma,
adaletten ve rasyonaliteden uzaklaşan, kin ve nefrete dayalı bir uygulamadır. Yani
tedip ve tenkil faaliyetidir. Milletin egemenlik hakkına ortak olmak veya gasp
etmek demektir. Milletin seçme hakkının önünde, “yargı” adıyla bir duvar inşâ
edilmiştir. Bu duvar ancak 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yıkılmıştır.
Adli Yıl Açılış
Konuşmaları
https://www.yargitay.gov.tr/kategori/74/adli-yil-acilis-konusmalari.
Prof. Dr. Osman
Can, “Adli Yıl Açılış Konuşmaları”, Liberal Düşünce, Yıl: 19, S.75,
Yaz 2014, s.81-91.
Doç. Dr. Mustafa
Taşkın, “Adli Tatilin Yargısal Verimliliğe Etkisi”,
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/155598.
Kemal
Özeren, Türk Hukukunda Adli Yıl Açılış Konuşmalarının Sosyolojik
Analizi (1943-2001), Yüksek Lisan Tezi, Ankara 2020.
Vural Savaş,
Militan Demokrasi, İstanbul 2000.
Yıldıray Oğur,
“Bugün O Konuşmalar Yapılabilir mi?”, Karar Gazetesi, 02-09-2019.