SON yazımızda söz,
sözün hikmeti ve daha ziyâde sözün hikmetlisi üzerine sıkı bir bahis yürütmüş,
son kertede “Kün fe yekün” ile bahsimize bir virgül atmıştık. Öyleyse
kaldığımız yerden daireyi genişletmek ve derinleştirmek amacıyla insanoğlunun
bugüne kadar belki de en fazla anlam aradığı/anlamlandırmak istediği
sorularından biri ile devam edelim: Yaratılışın arifesi ne idi?
Gerek
düşünce dairesinde felsefenin, gerek anlamlandırma dairesinde dinlerin, genel
mânâda tüm insanlık tarihinin merak ettiği bu soru üzerine muhtelif meseleler
eşliğinde aynı konuya dair olsa da birbirinden epey farklı pek çok yoruma
rastlamak mümkün.
Bizim
merakımız ise dar anlamda insanın yaratılışı üzerine derinleşse de,
gezindiğimiz dairede tüm yaratılışlara ithafen bir düşünce girişiminde
bulunduğumuzu belirtmek gerekir. Bu doğrultuda yorumlara binaen tamamına
değinmek imkânsız olacaktır.
İnsanın
yaratılışı bağlamında öncelikli olarak ruh ve beden hususuna değinmek elzemdir.
Her ne kadar ruh ve bedenin yaratılış sırası, ruhun sonsuzluğu veya yok olma
durumu gibi tartışmaların varlığını düşünenler tarafından merkeze alınmışsa da,
biz bu meseleleri yer yer değinmek sûretiyle şimdilik öteleyelim…
Varlığın
vücût bulması bağlamında Hıristiyan dünyanın yorumu, “Başlangıçta söz vardı” şeklindedir. Bu yorum, “Söz Tanrı ileydi,
hattâ söz Tanrı idi/Îsâ idi” şeklinde de devam eder.
Diğer
yandan Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan “Elestü bi-Rabbiküm” ifadesinden ötürü, İslâm
dünyasının bu konularla daha çok ilgilenmiş tasavvuf iklimi, “Bezm-i Elest”
kavramı ile bir tasavvur meydana getirir. Aynı kavram ile birlikte insanın
yaratılışında “Allah’ın Kendi Rûhundan üflemesi ve/veya Kendi Nûrundan bir
parça nûr” söz konusudur. Buna ek olarak “Kalu: Belâ” iletişimi de büyük önem
arz etmektedir.
İslâm
dairesinin tasavvuf ikliminde “Şeyh-i Ekber” olarak sıfatlandırılan Muhyiddin-i
Arabî, insanı öteki âlemde başka bir şekilde tarif eder ve “Biz insanlar, bu âleme
inmeden önce Allah’ın sonsuz hazînesinde birer kutsal harf hâlindeydik” der.
Geçtiğimiz günlerde bir ağabeyime, bu husus üzerine hasbihâl ederken, Muhyiddin-i
Arabî’nin mevzubahis sözünü, “Hilkat öncesi insanlar birer sesten ibarettiler”
olarak evirebileceğimizin mümkün olup olmadığını sormuş, kendi tasavvurunda
böyle bir yoruma kanaat getirmişti.
Sohbetin
devamında ses, enerji titreşimi ile bağdaştırıldı ve konu sesten/sözden bir
kelâm âleminin varlığına dayandı. Düşününce, toprak ehli-insan, ateş
ehli-şeytan ve cin, su veya sıvı ehli-huri, nûr ehli-melek gibi kavramlara söz
ehli-kelâm ile bir kelâm kavmi tasavvur etmek mümkün olmayacak şey değil.
Daire
derinleşedursun, aynı tasavvurda rûhların önce yaratıldığı, buna binaen rûhlar âleminin
varlığından ve Allah’ın “Kün fe yekün” hükmü ile insanın mülk âlemine geçiş
serüveninin başladığını kabul etmişlik de söz konusu oldu.
Ancak
ağabeyin tasavvurunda “Kün” emrine mazhar olan insanın mülk âlemine geçmeden
bir ara âlemde (kendi jargonuyla proto-berzah) bekletildiği yönündeki ifadesini
ilginç ve üzerine düşünmeye değer bulduğumu söyleyebilirim. Tasavvurdaki
ifadelerin bilimdeki karşılıklarıyla da temellendirilmesi onu cazip kılıyor,
fakat yer darlığından o noktalara değinmemekteyim...
Rûh
ve bedenin ilgili bahislerinde felsefe dünyası ise temelde iki görüş sunar.
Bunlardan ilki Platon’a ait ve rûhun önce yaratıldığı ve bedenin bir elbise
misâli rûha giydirildiği, ölümle birlikte sadece bedenin yok olduğu, ancak rûhun
ondan ayrıldığı yani sonsuz olduğudur.
Diğer
bir yorum ise Aristoteles’e ait. Bu noktada rûh ve beden birlikte var olur,
bedenin ölümü ile birlikte rûh da ölür. Ancak rûh, bedenin yetkinleştirilmiş hâlidir,
ölümsüz olan akıldır.
Ek
olarak, bu görüşlerden daha farklı bir yorum bazında, Pisagor ve Hint’e ait
reenkarnasyon yani rûh göçü inancından bahsetmek de gerekebilir.
Felsefe
dairesine uğramışken, rûh ve bedenin yaratılışı noktasından uzaklaşıp mülk âleminde
insanın tanımı yapılırken dahi sözden bahsedilmesi, sözün önemini bir kat daha
arttırmış olmalı. Öyle ki, felsefî dairede insana dair en popüler tanımların
başında “zoon politikon” olduğu da göz ardı edilmemeli.
İnsanın
politik yani siyâsal ve toplumsal bir canlı oluşu, ikinci tanımı da gerekli
kılmış ve bu defa insan için “zoon logon echon” da denilmiştir.
Aristoteles’in
insan tanımındaki “logos” ise, sadece bildiğimiz anlamıyla konuşmaktan ayrılır.
Çünkü logos, “hem düşünmeyi, hem de konuşmayı kapsar”. Dil dünyamızda ise konuşmak
yani söz mevzubahis olduğunda, eski bir ifade olan “nutk”, logosu tam anlamıyla
karşılar.
“Nutk”
denildiğinde iki türünden bahsedilir ki; biri nutk-u dâhilî (iç
konuşma/düşünme), diğeri nutk-u hâricîdir (dış konuşma). Toparlarsak, “insan, düşünen ve konuşan bir canlıdır”.
Netîce olarak, bu tanımla birlikte hem dâhilî, hem hâricî sözün önem noktasında
hakkı teslim edilmiş denebilir.
İlk
paragraftan bu yana çizdiğimiz dairelerle anlaşılan o ki, hikmet mektepleri
tarihî süreçle birlikte rûh ve beden üzerine ne kadar muhtelif tartışma yürütse
ve buna mukabil ne kadar yorum üretse de, ancak tüm yaratılışların arifesinde bir
söz varlığında uzlaşmış görünmekte.
Sonuç
olarak, “Rûh mu önce yaratıldı, yoksa birlikte mi yaratıldılar?” gibi birçok soruyu
düşünmeye devam edeceğiz. Ancak sanırım, “Her yaratılışın arifesi sözdür” denilebilir.
Ya da “Yaratılışın arifesi, ‘Kün’” de...
Elbette marifetin cevap vermekte değil, soru sormakta olduğuna inanlardanız. O hâlde bu yazıyı da bir soru ile sonlandıralım: “Yaratılışın arifesi ‘Kün’, peki, kıyametin arifesi ne ola?”