
ŞİMDİ dünyadan çıkış
vakti!
Gökten
bir su damlıyor yere. Onlarca yağmur damlası içinde bir tek damlaya dikkat
çekiyor kâinat. O damlanın bütün zahmetli yolculuğu aklı meşgul ediyor. Bir
zaman, yeryüzünden gökyüzüne buhar hâlinde yükselmiş ve toz zerrelerine
tutunarak hayatta kalmıştı.
Sonra
o zerreler bir emirle bir araya gelmiş de yüklü yağmur bulutlarını
oluşturmuştu. O bir damla tıpkı diğer damlalar misali yere inerken, ölçü tam da
gereken nispetteydi. Can yakmayacaktı bir kere, küçük ve yumuşaktı. Çok yavaş
olsa yetişemezdi can vermeye; çok hızlı da olmamalıydı, etkisi yıkıcı
olabilirdi yoksa…
O
bir damlacık, İlÂhî emirle birlikte yere, gereken zamanda, gereken boyutta ve
gereken hızda indi. Toprak kandı suya, tohumlar yeşerdi, bitkiler, otlar,
çayırlar can buldu. Doldu taştı kuyular, barajlar; insan suya kandı. Hepsi
gereken ölçüyü şaşmadan öylece oluveriyordu.
Sonra bu damlayı her yerde görür oldu gözler. Ağaçlarda, kuşlarda,
insanda ve dahi bütün can taşıyan mahlûkatta o bir damladan başlayan emektar
yolculuğun kudreti vardı.
Bütün
bu düzen tek bir şeyi fısıldıyordu. Bu, bir yaratılış kompozisyonuydu. Bu,
kâinatın Sahibince şaşmadan yıllar yılı tekrar ettiriliyor, çok basit görünen
bu döngü, çok büyük bir hikmet olarak Dünya gezegenini canla, hayatla donatıyordu.
Yollar, sokaklar, evler suyla temizleniyor, eller, ayaklar, başlar suyla
serinliyor, kurumuş kursaklar suyla can buluyor, bir damlanın öyküsünde
trilyonlarca hücrenin yeniden var oluşu saklanıyordu.
Bir
kuş uçuyor gökte. Kanatları havanın sürtünme kuvvetini dengeliyor, geniş ve
güçlü göğüs kemikleri kanat çırpma eylemine katkı sağlıyor, bacaklar bile uçma
kabiliyetini destekleyecek bir dengede kanatlara ekleniyordu. Bir kuş gökte
öyle kusursuzca salınırken, böyle basit görünen denge, ne kudretli bir el tarafından
var edilmişti oysa. Basit görünmesi yalnızca bunun, sürekli ve sektesiz bir
döngüde idame etmesindendi. Yoksa bir kuşun havada var olabilmesinde pek çok
etken vardı. Yer çekimi, vücut ağırlığı, itme kuvveti ve havanın aerodinamik
direnci… Öyle bir şaheserdi ki bu “kuş” denilen canlı, vücudu yerçekimine göre
hafifçeydi ve bu, havada kalması için birincil etkendi. Sadece hafiflik de
yetmezdi. O basit tüycüklerden meydana gelen kanatların bile bir ölçüsü, bir ahengi
vardı. Kanat üstleri daha genişçe, kanat altları daha kısıtlıydı. Böylece hava
basıncı kanat üstünde azalırken kanat altında artıyor, kaldırma kuvveti bir
kuşun vücudunda gereken nispete erişmiş oluyordu. Kanat çırpma hareketini
kolaylaştırması için kemik içlerinde ilik değil, hava kesecikleri vardı.
Bir
tohum bitiyor yerde. Toprağın vücuduna temas ediyor evvelâ. Tohum, topraktan
besleniyor, orada ısınıyor, suya kanıyor ve kabuğunu kırıyordu. Bir ufacık
taneden bir devasa bitki, ağaç ve yemiş çıkıyordu. O tane başta sert, cansız ve
pasif bir vaziyetteyken dölleniyor, embriyo meydana geliyor, can buluyordu.
Önce yeşerip boy veriyor, sonra kendi kimliğinde göğe doğru başını kaldırıp
verimli bir zamana kadar büyümeye devam ediyordu. Nihayet toprağa kök sala sala
açılıp saçılıyor, meyve veriyor, sebze veriyor, çiçek veriyordu. Bütün bunların
olabilmesinde nem ve sıcaklık lâzımdı. Ama aşırı ya da yetersiz olsaydı biri, o
bitki oracıkta, daha can bulamadan çürür giderdi. Toprağın bedeninde öyle bir
sistem vardı ki her tohum gereken şefkati ve sıcaklığı orada buluyor, önce
gereken besini alıyor, sonra da cömertçe veriyordu.
Bir
sesin tabiata salınıp da hiç kaybolmadan, ama yaşam alanlarını işgal etmeden
var olmasında, gün ışıklarının kırıla kırıla insanın mekânına ve bedenine
gereken ölçüde ve gereken besinle süzülmesinde, rüzgârın tevazuuyla tozları
savurup tohumları topraktan toprağa ve damlaları yerden göğe taşıyıp
durmasında, Güneş’in, Ay’ın, Dünya’nın ve tüm Güneş Sistemi’nin geceyi ve
gündüzü nihayetsiz bir döngüde var edebilmesinde, insanın anne rahminde bir
atımlık su iken eli ayağı, gözü kulağı ve tüm fizikî donanımı ve beşerî
kodlarıyla büyüyüp de hayata karışmasında hep bir denge, ölçü ve İlâhî Kudret’in
“Ol!” emri vardı.
İnsan
dünyadan çıkıp da dünyaya şöyle bir göz attığında bütün ayetleri görüyordu. Yer
de ayetti, gökler de. Kuşların kanatları, yağmurun tek bir damlası, “tohum”
denilen kabuk, toprağın şefkati, rüzgârın gayreti hep ayetti. İnsanın beş duyu
organıyla günde beş kez Rabbine durması da ayetti. O beş duyu organına hizmet
eden kusursuz sistemi hamd etmesi ve bu hamd ile nasıl bir kâinatta nasıl bir
varlık olarak yaşayıp gittiğini keşfetmesi gerekirdi.
Şimdi
şatafatlı, gürültülü ve anarşisi bol madde âlemine dönebiliriz. Ne var ki,
artık âlemde kusursuz bir sistemler bütünü olduğunu ve tüm bunların da Rabbin
ayetleri olduğunu keşfetmiş bir kalbe sahibiz. İşte bu kalp, Yaradan’ın
mülkünde insana, toprağa, hayvana ve yaşadığı kâinata bile isteye zarar verebilir
mi? Bu kalp, Yaradan’ı her yerde ve her şeyde göre göre ona ibadetsiz bir ömür
sürebilir mi?
“Hamd, Âlemlerin
Rabbi Allah’a mahsustur.” (Fatiha, 2)