Yaratılış kompozisyonu

Şimdi şatafatlı, gürültülü ve anarşisi bol madde âlemine dönebiliriz. Ne var ki, artık âlemde kusursuz bir sistemler bütünü olduğunu ve tüm bunların da Rabbin ayetleri olduğunu keşfetmiş bir kalbe sahibiz. İşte bu kalp, Yaradan’ın mülkünde insana, toprağa, hayvana ve yaşadığı kâinata bile isteye zarar verebilir mi? Bu kalp, Yaradan’ı her yerde ve her şeyde göre göre ona ibadetsiz bir ömür sürebilir mi?

ŞİMDİ dünyadan çıkış vakti!

Gökten bir su damlıyor yere. Onlarca yağmur damlası içinde bir tek damlaya dikkat çekiyor kâinat. O damlanın bütün zahmetli yolculuğu aklı meşgul ediyor. Bir zaman, yeryüzünden gökyüzüne buhar hâlinde yükselmiş ve toz zerrelerine tutunarak hayatta kalmıştı.

Sonra o zerreler bir emirle bir araya gelmiş de yüklü yağmur bulutlarını oluşturmuştu. O bir damla tıpkı diğer damlalar misali yere inerken, ölçü tam da gereken nispetteydi. Can yakmayacaktı bir kere, küçük ve yumuşaktı. Çok yavaş olsa yetişemezdi can vermeye; çok hızlı da olmamalıydı, etkisi yıkıcı olabilirdi yoksa…

O bir damlacık, İlÂhî emirle birlikte yere, gereken zamanda, gereken boyutta ve gereken hızda indi. Toprak kandı suya, tohumlar yeşerdi, bitkiler, otlar, çayırlar can buldu. Doldu taştı kuyular, barajlar; insan suya kandı. Hepsi gereken ölçüyü şaşmadan öylece oluveriyordu.  Sonra bu damlayı her yerde görür oldu gözler. Ağaçlarda, kuşlarda, insanda ve dahi bütün can taşıyan mahlûkatta o bir damladan başlayan emektar yolculuğun kudreti vardı.

Bütün bu düzen tek bir şeyi fısıldıyordu. Bu, bir yaratılış kompozisyonuydu. Bu, kâinatın Sahibince şaşmadan yıllar yılı tekrar ettiriliyor, çok basit görünen bu döngü, çok büyük bir hikmet olarak Dünya gezegenini canla, hayatla donatıyordu. Yollar, sokaklar, evler suyla temizleniyor, eller, ayaklar, başlar suyla serinliyor, kurumuş kursaklar suyla can buluyor, bir damlanın öyküsünde trilyonlarca hücrenin yeniden var oluşu saklanıyordu.

Bir kuş uçuyor gökte. Kanatları havanın sürtünme kuvvetini dengeliyor, geniş ve güçlü göğüs kemikleri kanat çırpma eylemine katkı sağlıyor, bacaklar bile uçma kabiliyetini destekleyecek bir dengede kanatlara ekleniyordu. Bir kuş gökte öyle kusursuzca salınırken, böyle basit görünen denge, ne kudretli bir el tarafından var edilmişti oysa. Basit görünmesi yalnızca bunun, sürekli ve sektesiz bir döngüde idame etmesindendi. Yoksa bir kuşun havada var olabilmesinde pek çok etken vardı. Yer çekimi, vücut ağırlığı, itme kuvveti ve havanın aerodinamik direnci… Öyle bir şaheserdi ki bu “kuş” denilen canlı, vücudu yerçekimine göre hafifçeydi ve bu, havada kalması için birincil etkendi. Sadece hafiflik de yetmezdi. O basit tüycüklerden meydana gelen kanatların bile bir ölçüsü, bir ahengi vardı. Kanat üstleri daha genişçe, kanat altları daha kısıtlıydı. Böylece hava basıncı kanat üstünde azalırken kanat altında artıyor, kaldırma kuvveti bir kuşun vücudunda gereken nispete erişmiş oluyordu. Kanat çırpma hareketini kolaylaştırması için kemik içlerinde ilik değil, hava kesecikleri vardı.

Bir tohum bitiyor yerde. Toprağın vücuduna temas ediyor evvelâ. Tohum, topraktan besleniyor, orada ısınıyor, suya kanıyor ve kabuğunu kırıyordu. Bir ufacık taneden bir devasa bitki, ağaç ve yemiş çıkıyordu. O tane başta sert, cansız ve pasif bir vaziyetteyken dölleniyor, embriyo meydana geliyor, can buluyordu. Önce yeşerip boy veriyor, sonra kendi kimliğinde göğe doğru başını kaldırıp verimli bir zamana kadar büyümeye devam ediyordu. Nihayet toprağa kök sala sala açılıp saçılıyor, meyve veriyor, sebze veriyor, çiçek veriyordu. Bütün bunların olabilmesinde nem ve sıcaklık lâzımdı. Ama aşırı ya da yetersiz olsaydı biri, o bitki oracıkta, daha can bulamadan çürür giderdi. Toprağın bedeninde öyle bir sistem vardı ki her tohum gereken şefkati ve sıcaklığı orada buluyor, önce gereken besini alıyor, sonra da cömertçe veriyordu.

Bir sesin tabiata salınıp da hiç kaybolmadan, ama yaşam alanlarını işgal etmeden var olmasında, gün ışıklarının kırıla kırıla insanın mekânına ve bedenine gereken ölçüde ve gereken besinle süzülmesinde, rüzgârın tevazuuyla tozları savurup tohumları topraktan toprağa ve damlaları yerden göğe taşıyıp durmasında, Güneş’in, Ay’ın, Dünya’nın ve tüm Güneş Sistemi’nin geceyi ve gündüzü nihayetsiz bir döngüde var edebilmesinde, insanın anne rahminde bir atımlık su iken eli ayağı, gözü kulağı ve tüm fizikî donanımı ve beşerî kodlarıyla büyüyüp de hayata karışmasında hep bir denge, ölçü ve İlâhî Kudret’in “Ol!” emri vardı.

İnsan dünyadan çıkıp da dünyaya şöyle bir göz attığında bütün ayetleri görüyordu. Yer de ayetti, gökler de. Kuşların kanatları, yağmurun tek bir damlası, “tohum” denilen kabuk, toprağın şefkati, rüzgârın gayreti hep ayetti. İnsanın beş duyu organıyla günde beş kez Rabbine durması da ayetti. O beş duyu organına hizmet eden kusursuz sistemi hamd etmesi ve bu hamd ile nasıl bir kâinatta nasıl bir varlık olarak yaşayıp gittiğini keşfetmesi gerekirdi.

Şimdi şatafatlı, gürültülü ve anarşisi bol madde âlemine dönebiliriz. Ne var ki, artık âlemde kusursuz bir sistemler bütünü olduğunu ve tüm bunların da Rabbin ayetleri olduğunu keşfetmiş bir kalbe sahibiz. İşte bu kalp, Yaradan’ın mülkünde insana, toprağa, hayvana ve yaşadığı kâinata bile isteye zarar verebilir mi? Bu kalp, Yaradan’ı her yerde ve her şeyde göre göre ona ibadetsiz bir ömür sürebilir mi?

“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”  (Fatiha, 2)