Yaratılış (2)

“Solcu” denilince kendini beğenen, kibirli, cimri, nefsine düşkün, ölüm ötesi (ahiret) hayata inanmayan ve inananlarla alay eden; “sağcı” denilince mütevazı, yardımsever, çevreyi düşünen, Allah-u Teâlâ’ya iman eden, ahirete hazırlanan, akıl sahibi şahsiyetleri anlamamız lâzım. Bir de üçüncü bir sınıf vardır: Nefs-i mutmain olmuş, sol beynini sağ beyniyle birlikte faal kullanan, akl-ı meâd sahibi Müslümanlar…

Aklın ve nefsin faaliyetleri

NEFSİN ne olduğunu bilmeyen, nefsinin düşünce ve isteklerinin aklının faaliyeti olduğunu sanabilir. Akıl ile nefsin faaliyeti yani çalışması farklı şeylerdir. Nefs bir arzunun olmasını isterken, akıl onu çirkin veya yanlış bulur, mânî olur. Akıl bir işin gerçekleşmesine karar verirken, nefs onu istemez, türlü mazeretler üretir. Aklın kararlılığı karşısında çırpınır, direnir, adeta isyan eder. Akıl iyinin, sevabın, doğrunun yanındadır; nefs ise tam tersi, kötünün, günahın, yanlışın tarafındadır. Bu neden böyle? Her şeyi yaratan bu şekilde takdir etmiş de ondan. Daha önce, zaman zaman bahsettiğimiz “Zıtlık Kanunu”, varlıkların temel hususiyetidir.

Nefsin birinci hususiyeti kendini beğenmesi, üstün görmesi, kibirli ve gururlu olmasıdır. Kendini herkesten üstün görür, arzu ve isteklerine herkesin boyun eğmesini ister. Bu hâliyle şirke düşmüş olur.

İmam-ı Rabbanî (kuddise sirruh), nefs-i emmarenin kötülüğünü, hastalığını ve ilacını bildirdiği mektubunda şöyle buyurur: “İnsanların nefs-i emmaresi mevki almak, başa geçmek sevdasındadır. Onun bütün arzusu şef olmak, herkesin kendisine boyun bükmesidir. Kendisinin bir kimseye muhtaç olmasını, başkasının emri altına girmesini istemez. Nefsin bu arzuları ilâh olmak, mabud olmak, herkesin kendisine tapınmasını istemek demektir. Allah-u Teâlâ’ya şerik, ortak olmayı istemektir. Hatta nefs o kadar alçaktır ki, ortaklığa razı olmayıp amir, hâkim yalnız kendisi olsun, her şey yalnız onun emri ile olsun ister. Hadis-i kutsîde Allah-u Teâlâ buyuruyor ki, ‘Nefsine düşmanlık et! Çünkü nefsin, benim düşmanımdır’. Demek oluyor ki, nefsi kuvvetlendirmek, herkesin üstünde olmak, herkesi aşağı görmek gibi isteklerini yapmak, Allah-u Teâlâ’nın bu düşmanına yardım ve onu kuvvetlendirmek olur ki bunun ne kadar feci, korkunç bir suç olduğunu anlamalıdır.”

Kişi, nefsinin isteklerini yerine getirdikçe nefs kuvvetlenir, iştahı daha da artar. Arzuları da… Gururu, kibri tavan yapan nefs, başkalarının (doğru ve yanlış) söylediklerine de kulağını kapamıştır. Tek doğrusu, kendi bildiği arzu ve istekleridir.

Meşhur filozoflardan Eflatun ve Aristo, söylediklerimizin bariz misâlleridir. Eflatun, hocası Sokrat’ın yolundan ayrılmış, Eflatun’un talebesi Aristo da hocasını beğenmemiştir. Bunların nefisleri zirvede olduğundan, yanlarında başkalarını görmek istemezler. İnsanları idare eden şahsiyetlerin çoğunda benzer misâller bulabiliriz. Mısır firavunları, bilhassa Musa (aleyhisselâm) zamanındaki Firavun ve İbrahim’i (aleyhisselâm) ateşe atan hükümdar Nemrud kendixini ilâh olarak kabul ettiğinden, peygamberlerin getirmiş olduğu tevhidi yani “Allah’tan başka ilâh yoktur” tebliğini asla kabul etmediler.

Nefsin ikinci özelliği de gadab, şehvet ve hırs gibi kötü hususiyetleri kendinde toplamasıdır. Bu hususiyetler hayvanlarda da fazlasıyla vardır. Fakat hayvanlarda nefs yoktur. Çünkü hayvanlarda akıl yoktur. Tilki gibi bir kısım hayvanlarda zekâ varsa da akıl yoktur. Zekâ ve akıl farklı melekelerdir. Hayvanlara akıl verilmediği için fiilleri günah veya sevap olmaz. Aklını kaybeden (deli olan) insanda da akıl bulunmadığından, yaptıklarından mesul tutulmaz. Sevap ve günah işleyemez. Her ne kadar yaptıkları çirkin şeyler olsa da…

Akıl ve nefs aynı bedende bulunan iki yoldaş gibidir (Şekil-1).

 

Hayat yolculuğunda beden aracının şoförlüğünü kim yapacaktır? Akıl mı, nefs mi? İşte bütün mesele bu! Kararı insanın iradesi verecektir. Tercih nefsten yana ise ne büyük bedbahtlık, ne büyük ziyan. Emir ve yasaklar gibi hiçbir sınırlamayı kabul etmeyen nefs, Allah-u Teâlâ’nın emirlerini yapmak istemez, yasaklarını ise yapmak için koşar. Nefse yasaklardan kaçmak, emirlere uymaktan daha zor gelir. Buradan, nefs için yasakları (günahları) işlememenin emirlere (sevaplara) uymaktan daha önemli olduğu anlaşılır.

Nefsin mânâsı ve çeşitleri

İmam-ı Gazalî, “İhya-u Ulûmi’d-Dîn” adlı eserinin “Acaibi’l-Kalb” bölümünde, “nefs” kelimesinin mânâsını ikiye ayırırken, “Birincisi, insanda gazab ve şehvet kuvvetlerini toplayan bir mânâda kullanılmasıdır. Tasavvuf erbabı ekseriya bu kelimeyi bu mânâda kullanır. Zira onlar nefs demekle insanda kötü vasıfları toplayan bir aslı kastederler ve ‘Nefs ile mücadele edip onu kırmak lâzımdır’ derler” şeklinde tarifler. İkinci mânâyı ise, “İnsanın hakikati ve kendisi demektir” diye açıklar. Biz burada nefsin hususiyetlerini anlatırken birinci mânâsını kastetmekteyiz.

İnsanı Allah-u Teâlâ’ya isyana teşvik eden, kötüye, günaha sevk etmek isteyen bu nefse “nefs-i emmare” adı verilmektedir. Gazalî’nin ikinci mânâda ele aldığı “nefs-i levvâme” ve “nefs-i mutmainne” çeşitleri de var.

Kıyamet Sûresi 2’nci ayette buyuruluyor ki, “Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim ki”… Bu, Müslüman hâlidir. İşlediği bir fiilden dolayı nedamet (pişmanlık) duymakta, kendi kendine “Yazıklar olsun sana, bunu nasıl yaptın? Neticenin kötü olacağını nasıl düşünmedin? Rabbim, Rahmân ve Rahîm’sin, günahımı affet!” şeklinde yakınmaktadır. Her Müslümanın (hele bu devirde) içine düşebileceği hâldir ki, Rabbimiz bu hâle yemin ettiğine göre, sonu tövbe olan bu nedametin makbul olduğunu gösteriyor. Eğer kişi nefsi ile sıkı bir mücahedeye ve mücadeleye girişir, onu tamamen temizler ve teskin edebilir veya Allah-u Teâlâ’nın rahmeti ve ikramı ile böyle bir netice elde ettirilirse, Fecr Sûresi 27-28’inci ayet-i kerimelerde bildirilen, “Ey huzur içinde olan nefs, dön Rabbine sen O’ndan razı, O senden razı olarak” şeklindeki nefs-i mutmainneye kavuşulmuş olur.

İmam-ı Rabbanî (kuddise sirruh), nefs mutmainne olunca beyindeki yerinden ayrılarak göğse yerleştiğini haber vermektedir. Mutmain nefs, emmarenin tersi olarak kötülükleri, günahları istemez, Allah-u Teâlâ’nın razı olduğu fiil ve hareketleri arzu eder. Çok kıymetli fakat çok zor ele geçen bu makam ancak peygamberlere ve onlara tam uyanlara mahsustur. Peygamberler halk arasında onlardan biri gibidirler. Yerler, içerler, gezerler. Fakat kalpleri daima (her an) Rabbi zikretmektedir. Günahı arzulayan nefisleri de ıslah olduğundan tehlikeden korunmuş olurlar. “Halk arasında Hakk ile beraberdirler”. Dışarıdan bakanlar, “Bu peygamberin bizden ne farkı var? Bizim gibi hayat sürmektedir” derler. Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmektedir: “Dediler: ‘Bu nasıl peygamber? (Bizim gibi) yemek yiyor, çarşılarda yürüyor. Ona bir melek indirilip de (bu suretle) beraberinde (kendisini tasdik eden) bir inzarcı (yasakçı) bulunmalı değil miydi?’” (Furkan, 7)

Yaşayışını kendilerine benzettiği peygamberlerin nefislerini de kendi pis ve alçak nefisleri gibi olduğunu zannetmektedirler. Kendileri gibi dünya düşkünü, şehvet ve hırs dolu kalp sahibi sanmaktadırlar. Hâdiseleri değerlendirirken nefislerinin cazibesi, etkisi altındadırlar. Vardıkları netice de yanlış ve çirkin oluyor.

Davut (aleyhisselâm), komutanını harbe gönderir. Harpte ölen komutanın dul kalan karısı güzel yüzlü. Daha sonra bununla Davut (aleyhisselâm) evlenir. İftiralar, düzmeceler ardından yayıldıkça yayılır. Hikâyeler, romanlar ve filmlerle günümüze kadar tekrarlanır durur bu iftira. Neymiş? Davut (aleyhisselâm) önceden kadını görmüş de tutulmuş, âşık olmuş, “Ne yapayım, nasıl edeyim de bu güzele sahip olayım?” diye düşünürken, yardımcısı, “Komutanı savaşmaya gönder, harbin ortasında askerler onu terk ederek ölümüne sebep olsun. Sen de muradına erersin” demiş, o da öyle yapmış. Düzmecenin bu kadarına da pes doğrusu! Bırakınız peygamberi, normal bir insanın bile düşünmekten imtina edeceği ihanet ve kötülüğü yakıştırmak ancak iradesini nefs-i emaresinin eline vermiş olanların kurgulayabileceği bir senaryodur. Kalpleri körleşmiş, nefisleri canavarlaşmış olanlar, hâdiseleri kendi hâllerine mutabık olarak değerlendirirler.

Kişi, nefsinin isteklerini yerine getirdikçe nefs kuvvetlenir, iştahı daha da artar. Arzuları da…

Akıl ve çeşitleri

İmam-ı Gazalî, İhya’sında, aklı “yaratılıştaki bir garize ve kendisiyle eşyanın hakikati idrak edilen asil bir nur” olarak tarif eder. Zekâ ve ahmaklığın fıtrî olduğunu kabul eder. “Ahmak ve gabi (geri zekâlı) insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehim, insanın yaratılışında olacak. Yaratılışında akıl ve fehimden (anlamaktan) mahrum olanlar, bunları sonradan temin edemezler. Ancak bunların asılları kimde varsa, o, denemelerle ve tecrübelerle bunları inkişaf ettirebilir, geliştirebilir” der. Tirmizî kaynaklı bir hadis-i şerifi nakletmektedir: “Şanı âlî olan Allah-u Teâlâ, kulları arasında aklı parça parça taksim etti. İki kişi amelde, iyilikte, oruç ve namazda müsavi oldukları hâlde akılda, Uhud dağının yanında zerre gibi birbirinden ayrılırlar. Allah-u Teâlâ kulları arasında akıl ve yakinden daha efdal bir şey bölüştürmemiştir.”

Aklın fıtrî olduğu, doğuştan her insana verildiği anlaşılmaktadır. Dikkate değer husus, düşünmek ve muhakeme yapmak suretiyle devamlı akıl çalıştırılırsa, aklın gücünün (kapasitesinin) artabileceğidir. Aklını kullanmayanlarda bu gelişme olmamaktadır. Şu misâli verebiliriz: Herkese çok özelliği olan (aynı marka) bir cep telefonu veriliyor. Çoğu, elindeki telefonun hangi özelliğinin olduğunu tetkik etmediğinden bilmemekte, yalnız konuşma olarak kullanmaktadır. Bazıları hem konuşmakta, hem de mesajlaşmaktadır. Bir kısmı da konuşmakta, mesajlaşmakta, diğer servislere girebilmektedir. Telefonun bütün özelliklerini kullanabilen birkaç kişi vardır. Herkese aynı telefon verildiği hâlde faydalananlar farklı olmaktadır. Burada kabahat telefonda değil, telefonu verende değil, cihazın özelliklerini öğrenmeyip noksan kullananlardadır.

Kur’ân-ı Kerim’de akıl ile alâkalı birçok ayet bulunmaktadır. Aklın çalıştırılması, geliştirilmesi ve ondan istifade edilmesi istenmektedir.

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır.” (Âl-i İmran, 190)

“Hakikat, Biz onu aklınızı kullanasınız diye Arapça bir Kur’ân yaptık.” (Zuhruf, 3)

“(Ki O) temiz akıl sahipleri için bir hidayet rehberi ve bir zikirdir.” (Mü’min, 54)

“İşte bu (Kur’ân), onunla tehlikelerden haberdar edilsinler, O’nun (Allah’ın) ancak bir tek tanrı olduğunu bilsinler, (doğruyu yanlışı ayırt edebilen) selim akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye (bütün) insanlara bir tebliğdir.” (İbrahim, 52)

“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman, onlar, ‘Hayır, biz atalarımız neye uyduysa ona uyarız’ derler. Ya ataları akletmemişler (akıllarını çalıştırmıyorlarsa) ve doğru yolu bulmadılarsa, ne olacak?” (Bakara, 170)

“Onlara, ‘İnsanların (Müslümanların) inandığı gibi inanın’ denildiğinde, ‘Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?’ derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar şüphesiz kendileridir. Fakat bilmezler.” (Bakara, 13)

“(Allah) hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Selim akıl sahiplerinden başkası iyi düşünmez.” (Bakara, 269)

“İşte Allah, akıllarınız ersin diye size ayetlerini böyle açıklar.” (Bakara, 242)

Kişiyi yöneten aklın ve yönlendiren nefsin karargâhı beyindir. Nefs, bedene ve hayata sıkı sıkı bağlı olan beynin sol lobuna yerleşmiştir. Akıl ise düşünme, hayâl kurma, muhakeme gibi manevî merkezlerin bulunduğu beynin sağ lobuna karargâh kurmuştur. Beynin sağ ve sol lobları, ortadaki bağlantıyla birbiriyle irtibatlıdır. Nefsin akla olan etkisine ve tesirine göre akıl, menfi veya müspet derecelenir (Şekil-2).


Akl-ı meaş

Her çeşit kötülüğü arzulayan, kural tanımaz, günaha aldırmaz olan nefs-i emmare, akla nüfus ederek onu da kendine benzetmeye çalışır. Akıl işlenmemiş yani ham ise, başlangıçta nefs-i emmareye karşı koymaya çalışsa da sonunda mağlûp olur.

Dizginleri ele geçiren nefs, kişiyi istediği yöne doğru sevk eder. Akl-ı meaş olanlar dünya düşkünü insanlardır. Hak hukuk tanımaz, helâl haram bilmez, istedikleri gibi yer, içer, zevklerini tatmin için (neticenin ne olacağına aldırmadan) her türlü kötü fiiliyatı işlerler. Günümüz dünya insanının kahir ekseriyetinin aklı bu sınıftadır.

Akl-ı sakîm

Bir Müslüman, kimi zaman nefsine mağlûp olarak günah işleyebilir. Sonra sakin bir zamanda düşünür. “Nasıl oldu da nefsime uydum?” diye nedamet duyar, pişman olur. Tövbe istiğfar ederek doğru yol üzerinde yürümeye çalışır. Belli bir sürede nefsi aklının kontrolü altındadır. Fakat insanın temel hususiyetidir ki, unutkan ve kolay aldanandır. Şeytanı pusudadır ve son mağlûbiyetinin rövanşını almak istemektedir. Şartlar hazır olduğunda nefse fiskos eder. Nefs, aklı tahrik eder. Olgun olmayan akıl aldanır. Yanlış kararla kötü işler yapar.

Merhameti sonsuz olan Allah-u Teâlâ, kişinin sağ yanındaki meleğe emreder ve melek “Ey filancı, ne yaptın, bu günahı nasıl işledin, yarın Rabbine bunun hesabını nasıl vereceksin?” diye ilham ettiğinde Müslüman ayılır, “Yazıklar olsun bana!” diye dövünüp durur, çok pişman olur, tövbe-i istiğfar eder. Bu ve buna benzer sahneler Müslümanın hayatında tekraren devam eder. Günümüz Müslümanlarının çoğunun aklı bu derecededir.

Akl-ı selîm

Gelişmiş olan akıl, nefsi hükmü altına almıştır. İyiyi kötüyü açık olarak ayırt edebilen akıl, Allah-u Teâlâ’nın yasaklarına ve emirlerine kesin olarak riayet eder. Ahirete ait bilgilere şeksiz ve şüphesiz iman eder. Aklı kişiye, dünyanın geçici bir mekân olduğu, kâinatta gördüğü ve bildiği her şeyin ilmi ve kudreti sonsuz olan bir yaratıcı tarafından yoktan yaratıldığına imanın zarurî olduğunu söyler. Nefsi (şeytanın da tahrikiyle) zaman zaman etkilese de kendini çabuk toparlar. İstiğfarda bulunur. Rabbini çokça zikreder.

Akl-ı selîm sahibi, havf ve reca arasındadır. Rabbinin rızasından mahrum olmaktan daima korku içerisindedir. Fakat beri yandan Rahmân ve Rahîm olan Rabbinin merhamet ve ikramından ümitlidir. Ümidini hiç kaybetmez. Cemiyetimizde sayıları az da olsa bu derecede muhterem Müslümanlar bulunmaktadır.

Akl-ı meâd

İnsanı doğru yoldan çıkarmak isteyen nefs, tezkiye edilip tamamen temizlenirse “mutmain” hâle dönüşür. Nefs-i emmarenin aksine hep iyiye, güzele, hayra yönelir. İmam-ı Rabbanî (kuddise sirruh) bu mevzuda, “Nefs-i mutmainne makamına oturduktan sonra akıl da yerinden çıkarak nefsin yanına gider ve akl-ı meâd ismini alır. Her ikisi birleşerek çalışmaya başlar” buyurmaktadır.

Başlangıçta Rabbine düşmanlık eden nefs, her an O’nun rızasını gözeten bir mertebeye erişmiştir. Başta akla karşı çıkarken, şimdi onun yardımcısı olmuştur. Birlikte Rabbin rızası için faaliyette bulunurlar.

Akl-ı meâd, Allah-u Teâlâ’nın seçkin kulları olan peygamberlerin hâlidir. Peygamberlere tam uyan ümmetlerinden evliyalara da bu makam nasib olur.

Kişiyi yöneten aklın ve yönlendiren nefsin karargâhı beyindir. Nefs, bedene ve hayata sıkı sıkı bağlı olan beynin sol lobuna yerleşmiştir. Akıl ise düşünme, hayâl kurma, muhakeme gibi manevî merkezlerin bulunduğu beynin sağ lobuna karargâh kurmuştur.

Kur’ân-ı Kerim’in mucizesi

Fen inkişaf ettikçe İslâmiyet’teki emir ve yasakların hikmetini daha iyi anlıyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de bildirilen insana ve kâinata ait ifadelerin hakikî mânâları daha sarih anlaşılıyor. Teknik araç ve gereçlerin gelişmesi, insan biyolojisinin mükemmelliğini gözler önüne seriyor. Birkaç ayet-i kerimeyle misâlini verdiğimiz akıl melekesi ile alâkalı ifadeler, en önemli uzvumuz olan beynimize, yapısına ve faaliyetlerine dikkatleri çekiyor.

Beynin yapısını inceledikçe ve esrarengiz labirentlerinde dolaştıkça, hayranlık ve hayret uyandıran yepyeni bilgilere ulaşıyoruz. Ortalama ağırlığı 1,2-1,4 kilogram arasında olan bu uzvumuzda ortalama 100 milyar sinir hücresi (nöron) ve bir o kadar destek hücresi ile hücreler arasında muazzam iletişim ağları bulunmaktadır. Bu ağların uzunluğu, (art arda sıralandığında) 160 bin kilometreyi bulmaktadır. Düşünebiliyor musunuz, bu mesafe (yerin ekvator çevresi 40 bin kilometre olduğuna göre) Arz’ın çevresini dört defa sarmaktadır.

Asıl mesele, beynin yapısından ziyade bünyesindeki merkezlerin fonksiyonlarının neler olduğunu bilebilmekte. İlerlemeler kaydedilmişse de çözülmemiş sırlar ziyadesiyle mevcut. “İnsan bu, meçhul” diyen ve Nobel ödülünü kazanmış ünlü Fransız cerrah ve fizyolog Alexis Carrel’den (1873-1944) yana tıp, çok merhale kat etmişse de yeni bilgilerin yanı sıra cevaplandırılması gereken daha yeni soruların adedinin artmasına engel olamamıştır. Uzaya açılan insanoğlunun görmediği yıldız sistemlerini ve galaksileri keşfetmesi gibi, insan âleminin derinliklerine inildikçe karmaşık sırlarla karşılaşması, doğru-yanlış cetvelinin yeniden değerlendirilmesini zarurî kılmıştır.

 

İzahına çalıştığımız “sağ ve sol” kelimeleri, baskın olarak, sağ beyin yarımküresini ve sol beyin yarım küresini kullananları işaret etmektedir. Sağı kullananlara “sağcı”, solu kullananlara “solcu” diyoruz. Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlerde “sağ yemin”, “sol ise şimal” kelimelerine tekabül etmektedir. Yalnız ayet-i kelimelerde geçen sağcı ve solcu kelimelerini daha şümullü düşünmemiz icap eder.

Sağcılar ve solcular

Beyin, önden arkaya doğru derin bir yarıkla iki yarım küreye ayrılır. Sağ ve sol yarım küreleri birbirine bağlayan (“nasırlı cisim” ve “beyin üçgeni” adı verilen) iki köprü vardır. Yarım kürelerden kesit alındığında, 3 ilâ 4 milimetrelik kabuk kısmına “korteks” adı verilir. Önemli merkezlerin çoğu kortekste bulunur. “Üst beyin” adı verilen bu alan, şuurlu yaptığımız hareketlerin kumanda merkezidir. Şuurumuzun olmadığı faaliyetler (kimyasal salgılar, dengeler, vücut ısısının ayarlanması, tansiyon, sindirim, boşaltım gibi) alt beyinde organize edilir.

Üst beyin, ortada derin bir yarıkla ikiye ayrılır. Cihetleri itibariyle “sağ ve sol beyin” olarak adlandırılır. California Üniversitesi üyelerinden Prof. Robert Ornstein, beyin faaliyetleri hakkında denekler üzerinde yaptığı çalışmalarda, üst beynin alt beyni programladığı sonucunu elde etmiştir. Beynin sol yarım küresi (sol beyin) konuşma, yazma, okuma, ölçme, matematik işlemleri faaliyetlerine uygun vaziyettedir. Karakter olarak sol beyin kuralcıdır. Belirlediği kuralları değiştirmek istemez. Yeniliklere kapalıdır. Davranışları sınırlıdır. Sol beyni aşırı kullananalar tutucudurlar. Yeniliklerden korkarlar. Rahatlarına düşkündürler. Değişimlere karşı koyar, çarpışırlar. Mevcut durumu koruma dürtüsü ile hareket ettiklerinden yenilik düşmanı olurlar. Rahatlarına düşkün olmaları ise yeniliklere kapıları kapatmalarına sebep olmaktadır.

Beynin sağ yarım küresi (sağ beyin) renk ve ahenk, mekân tayini, resim, müzik, mimari gibi sanatsal faaliyetlere uygundur. Tahayyül etme, sezgi, buluş ve icat bu bölümde gelişmiştir. Karakter olarak sağ beyin yenilikçidir. Matematikle alâkalıdır, problem çözücüdür. Mevcut sınır ve kuralları tanımaz. Saf ve temizdir. Bu sebeple aldatılabilir.

Yapılan araştırmalar insanların çoğunun baskın olarak sol beynini kullandığını gösteriyor. “Beynindeki uyuyan devi uyandır” sloganıyla tanınan Tony Buzon, “Aklını En İyi Şekilde Kullan” adlı eserinde, ABD’deki insanların yüzde 70’inin sol beyninin faaliyette olduğunu söylüyor.

Tıp mütehassıslarının ifade ettiği şekilde, sol beyin faaliyetleri daha çok vücut uzuvlarının çalışması ile alâkalıdır. Görülen ve elle tutulan maddenin kendisidir temel mevzu. Maddeci yapısı, ihtiyaçlarının maddiîolmasından kaynaklanmaktadır. İhtiyaçlarını elde edememe kaygısı içe dönük ve yalnız şahsî menfaatini gözetir olmasına sebep olmuştur. Özetle sol beyin, elle tutulur ve gözle görülür olana önem vermektedir. Şahsını düşünür, cimridir. Özüne bakar, çevreden uzaktır. Rahatına düşkündür, tembeldir. Sol beyin maddecidir, mânâya önem vermez. Bütün bu hususiyetler nefse uygundur. “Nefsin karargâhı sol beyindir” diyebiliriz.

Sağ beyinse solun aksine düşünmeye, muhakemeye, mantık ve akıl yürütmeye, sanat ve edebiyata yöneliktir. Çevre ve değişimine önem verir. İstikbâle ve istikbâlde olabileceklere meraklıdır. Hayâl ve tahayyüle kabiliyetlidir. Özetle, sağ beyin maneviyatçıdır. Madde ötesi alanlara, ahiret mevhumlarına alâka duyar. Bütün bu hususiyetlere şamil olan aklın karargâhı sağ beyindir. İyi düşünen, doğru karar veren, adaletli hüküm koyan kişiler için kullanılan “sağduyulu” tabiri buradan ileri gelmektedir.

Yukarıda izahına çalıştığımız “sağ ve sol” kelimeleri, baskın olarak, sağ beyin yarımküresini ve sol beyin yarım küresini kullananları işaret etmektedir. Sağı kullananlara “sağcı”, solu kullananlara “solcu” diyoruz. Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlerde “sağ yemin”, “sol ise şimal” kelimelerine tekabül etmektedir. Yalnız ayet-i kelimelerde geçen sağcı ve solcu kelimelerini daha şümullü düşünmemiz icap eder.

“Solcu” denilince kendini beğenen, kibirli, cimri, nefsine düşkün, ölüm ötesi (ahiret) hayata inanmayan ve inananlarla alay eden; “sağcı” denilince mütevazı, yardımsever, çevreyi düşünen, Allah-u Teâlâ’ya iman eden, ahirete hazırlanan, akıl sahibi şahsiyetleri anlamamız lâzım. Bir de üçüncü bir sınıf vardır: Nefs-i mutmain olmuş, sol beynini sağ beyniyle birlikte faal kullanan, akl-ı meâd sahibi Müslümanlar… Allah-u Teâlâ’nın rızasına kavuşarak “yakin” derece elde etmiş olanlar… Onlara ileriye, öne geçmelerine istinaden “öncü” diyebiliriz.

 

“İşte bu (Kur’ân), onunla tehlikelerden haberdar edilsinler, O’nun (Allah’ın) ancak bir tek tanrı olduğunu bilsinler, (doğruyu yanlışı ayırt edebilen) selim akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye (bütün) insanlara bir tebliğdir.” (İbrahim, 52)

Vâkıa Sûresi (Hasan Basri Efendi Meâli)

7-10: “Siz de (kıyamette) üç sınıf olmuşsunuzdur. Sağcılar(a gelince,) o sağcılar ne (mutlu)durlar. Solcular(a gelince,) o solcular ne (bedbaht)tırlar. Hayır, yarışlarında tâ öne geçip kazananlar(a gelince), onlar (orada da) öncüdürler.”

38-50: “(Sayılmış nimetler) sağcılar için, (bunların birçoğu) evvelki(ümmet)lerden, (birçoğu da) sonraki(ümmet)lerdendir. Solcular, (onlar) ne solcudurlar. (Zerrelere bile nüfus eden ateş) sıcaklığı ve kaynar bir su ve bir de kapkara dumandan bir gölge içindedirler. Ki (o gölge) ne serin, ne de faydalıdır. Çünkü onlar bundan evvel şehvetlerine düşkündüler. O büyük günah üzerinde ısrar ederlerdi. Bir de, ‘Biz öldüğümüz, bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi diriltilip kaldırılacağız?’ derlerdi, ‘Evvelce geçmiş atalarımız da mı?’. De ki, ‘Şüpheniz hem evvelkiler, hem sonrakiler, malûm bir günün belirlenmiş vaktinde mutlaka toplanacaklardır.” (Devam edecek…)