Yaradan’ı işittin mi?

Yaşamın gayesini her nerede, hangi zevkte, hangi duyguda arıyor olursak olalım, gaye ve görev, O’na kul olmaktır. Bundan kaçmaya çalışmak ve duymamak üzere kulakları tıkamak, işitilene itaat etmemek üzere kalbi ve ruhu dünyevî temayüllerle meşgul etmek, hesap gününde bize ancak büyük bir azap olarak dönecektir.

İŞİTME olayının gerçekleşmesinde iki ana eleman gerekiyor, değil mi? Ses ve sesi işitecek sistem… Bu ikisi de kâinatta mevcut. Ve ikisinin de meydana geliş ve işleyiş sürecinde eksiksiz bir çalışma pratiği de var. Yaradan, insanı çeşitli duyu ve duyumlarla donatmış. Hem sadece insanı değil, her canlının kendince bir iletişim sistemi var. Her canlı, kendi türüne bir şey anlatabilme ve onu işitebilme kabiliyetine sahip. Elbette kâinatın süsü hayvanların iletişime geçme şekliyle biz insanlarınki hayli farklı.

O zaman bize gelelim. Adıyla sanıyla “insan” olan varlığa… Allah’ın sıfatlarından vererek lütfettiği şerefli varlığa…

İnsan bedeninde yaklaşık yüz trilyon hücre olduğu biliniyor. Hücrelerin içinde de atomları meydana getiren moleküller ve makromoleküller teşkilatlanmış durumda. Canlının tüm özelliklerini içinde barındıran bu hücrelerin organlarla şaşmaz bir münasebeti var. Her organa verilmiş işlevsel görev, bu hücrelerin koordineli çalışmasıyla meydana geliyor. Yani insan mânâ ikliminde İlâhî bir değerle hayata dâhil olurken, onun duyu ve hareket kabiliyetinde de iç organizmada çeşitli askerler var. Hepsi O’nun emriyle insana hizmet ediyor. Pek çok eylemi gerçekleştirebiliyor olmamız, Yaradan’ın ilmi ve şefkatiyle var ettiği bu eşsiz sisteme bağlı.

Bütün fizikî kabiliyetler bir yana, işitmek gibi çok mühim bir duyu istidadımız var. Kulak kepçesi dıştan gelen sesi topluyor, toplanan ses kanaldan kulak zarına iletiliyor, kulak zarı sesin etkisiyle titreşiyor, titreşim orta kulaktaki kemikçiklerin hareketine neden oluyor, son kemik üzengi aldığı titreşimi salyangoza ulaştırıyor, bu yapının içinde bir sıvı mevcut ve titreşime dâhil olan sıvının hücreleri harekete geçirmesiyle birlikte işitme siniri beyne sinyal gönderiyor. Beynin de en büyük görevlerinden biri bu sinyalleri anlamlandırma ve karşılama süreci. Böylece işitme olayı meydana geliyor. Bu harika sistemin basamaklara sahip oluşu da yaratılıştan bu yana var olan her şeyin sebeplere dayandırılması ve belli bir zamana yayılması gibi İlâhî hikmetleri fısıldıyor. Bir aksama ve hastalık olmadığı sürece ilk nefesten son nefese kadar, ekstra bir gayret gerekmeksizin bu ve benzer duyumları tekrar edip duruyoruz. Bir şeyi dinlemezken de duyuyoruz, anlamaya zaman ve emek harcamadan da duyuyoruz.

Duymak her şekilde vuku buluyor. Fakat anlama ve anlamlandırma, anladığımıza göre bir pozisyon alma gibi insanî gayelerimiz var. En basitinden, sevgi bağıyla iletişimde olduğumuz insanları duymamız yeterli bir alışveriş şekli değil. Duymak eylemine gayretle anlamayı, en azından anlamaya çalışmayı da dâhil etmek mecburiyetindeyiz.

Süreğen sağlıklı insan ilişkilerinde formül ve istikamet bu kadarla da bitmiyor. Duyduğumuz ve anlamaya gayret ettiğimiz pek çok ses titreşiminin devamında birtakım hareket dizisine de mecbur olabilmekteyiz. Tıpkı öğretmenin ses telleri bir ödev verirken titrediğinde ve sizin kulağınızdan beyninize sinyal gönderildiğinde bunu duymuş ve hatta anlamış, idrak etmiş olmak yetmiyor. Ödevi teslim etmediğinizde “Duydum” ve “Anladım” demenin hiçbir getirisi olmayacaktır.

Farz-ı misâl, anne-babanızın o şefkat dolu ses telleri sizi bir işi yapmaya yönlendiren cümle kalıplarıyla titrediğinde, duyduğunuz ve anladığınız yönergeyi hayata geçirmekle mükellefsiniz. Ve tüm insan ilişkilerinde duymanın ve anlamanın harekete evrilmesi elzem olan daha pek çok ses titreşiminden bahsetmek mümkün. Anlıyoruz ki, anlamak ve duymak için gereken ses ve kulak mevcudatı yeterli gelmiyor. Eyleme geçmemiş hiçbir duyum, muhatabını tatmin etmiyor.

Akla ve vicdana uygun bir vetireden bahsettiğimi düşünüyorum. Peki, işitmenin ses olmadan meydana geldiği durumlar yok mu? Bazen bir bakış, ses titreşimleriyle beyne iletilen bir sinyalden çok daha fazla şey anlatmıyor mu? Sitemli bir bakış ya da sevgi yüklü bir göz süzme, pek çok işitme hareketinden daha güçlü duyumları meydana getiriyor. Burada da görme eylemiyle işitiyoruz söylenmeyenleri. Daha doğrusu, gözlerle söylenenleri… Gözü ve kulağı, ikisini birden devre dışı bıraktığımızda da dokunma ve koku duyuları bize pek çok şeyi anlatmaya yetiyor. Tabiatı anlamak, sevgiyi hissetmek ve daha nice duygunun alışverişinde gözsüz ve kulaksız bir işitme eylemi gerçekleştirebiliyoruz.

Bazen sevdiğimiz insanlar, özlediğimiz yerler, hayâlimizde yaşattığımız anlar çok uzakta olduğunda, beş duyu organıyla iletişim kurmanın imkânsız hâle geldiği vasatlarda bile hissedebiliyor, hasret ve arzuyla yine bir şeyleri duyuyoruz. O yüzden belki de duymak, sadece kulağın eylemi olarak değil, bütün hissedişleri tanımlayan bir fiil olarak karşımıza çıkıyor.

Bütün kâinatı, tabiatı, okyanusları, dağları, yeraltındaki canlıları ve oluşumları, tüm kalplerin fısıltılarını, söylenmeyenleri, gizlenenleri, gökleri, yeri, bulutları, güneşi ve ne kadar mahlûkat ve ondan cereyan eden titreşim varsa, o titreşimlerin özündeki gizleri duyuyor muyuz?

Ama bu soruyu bu kadar uzatmaya ne gerek vardı? Kısa ve net bir şekilde sormak gerekirse, “Yaradan’ı işittik mi”?


Yaradan’ı nasıl duyarız?

Duymak ve duyuma konu olan teçhizattan yeteri kadar geniş bir çerçevede bahsettik. Fakat şimdi işitmeye konu olan şey, kâinattaki bir tını değil, o kâinatın tek sahibi olan Yaradan. Cenab-ı Allah…

Biz Peygamber değiliz elbette, Allah’ın sesini işitmek, direkt O’ndan, aracısız bir söz duymak bizim harcımız değil. Fakat bu, Allah’ın bize hitap etmediğini ve bizim de O’nu duymaktan mahrum olduğumuzu göstermiyor. İnsanı ve tabiatı duyar gibi duymak değil, bu, kalp ve ruh ile duymak. Kulağın ve verdiği sinyaller aracılığıyla beynin eşlik ettiği duyma eylemiyle binbir ses titreşiminin muhatabı oluyor, çeşitli hareketleri bu titreşimlerin muhtevasına göre belirliyoruz. Pek çok olay ve durum karşısında karar verme sürecimizi, değer verdiklerimiz tarafından kâinata salınmış titreşimlere göre şekillendiriyoruz. Basit bir organla iş birliği içinde yapıyoruz tüm bunları; “kulak”…

Kulağın dâhil olduğu bir duyma eylemi, hayatî kararları vermede, anlamada, hissetmede ve daha pek çok duygu ve insanî yönelimde büyük bir etkiye sahipken kalbin ve ruhun duyma olayı bu kadar basite indirgenebilir mi?

Hem kalp ve ruhun duyma sürecinde en kıymetlisi Yaradan’ı işitmekken, insanî duyguların yörüngesinde de etkileri büyük. Âşık olduğumuzda, nefret ettiğimizde, dilemmaya düştüğümüzde, şefkat hissettiğimizde, vicdana geldiğimizde hep kalbin ve ruhun duyma kabiliyetinden faydalanıyoruz.

Peki, Yaradan bizi muhatap alırken bizim O’nu işitmemizi engelleyen ne ki bu denli sağır olmayı başarabiliyoruz? Peki, işitmek yetiyor mu? İşte burada Yaradan bir şey diyor, kalp ile duymak gerek: “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: ‘Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.’ Şöyle de dediler: ‘İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız Sana’dır.’” (Bakara, 285)

Ne hoş bir incelik var bu ayette! İşitmek eyleminden hemen sonra başka bir eylemden bahsediyor Yüce Allah, “itaat etmek”… Yani işitmenin bir devamı var. Eğer Allah bize peygamber gönderdiyse, bize iyiyi, doğruyu anlatan bir kitap indirdiyse, önce işiteceğiz, sonra da itaat edeceğiz. Peki, yapmazsak? Onun da cevabı var: “Ey ehl-i kitap! Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada size elçimiz geldi. Gerçekleri size açıklıyor ki (kıyamette), ‘Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi’ demeyesiniz. İşte size müjdeleyici ve uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.” (Maide, 19)

Biz Yüce Allah’ı kulakla işitme kabiliyetine sahip olmayabiliriz ama O’nu gönderdiği peygamber ve indirdiği kitap ile işitmekle, işittiğimize itaat etmekle mükellefiz. Aslında daha da aşikâr etmek gerekirse, sadece bunun için varız!

Yaşamın gayesini her nerede, hangi zevkte, hangi duyguda arıyor olursak olalım, gaye ve görev, O’na kul olmaktır. Bundan kaçmaya çalışmak ve duymamak üzere kulakları tıkamak, işitilene itaat etmemek üzere kalbi ve ruhu dünyevî temayüllerle meşgul etmek, hesap gününde bize ancak büyük bir azap olarak dönecektir.

Yaradan ne diyor?

Allah, bize bir hayat çizgisi veriyor. Yönümüzü belirlememiz için bize Resulünü gösteriyor ve Kelâmını duymamızı istiyor. Kur’ân’sız ve Hazreti Muhammed’siz yaşanan bir ömrün kişiye ziyandan başka bir şey olmadığını son nefesi vermeden fark etmemizi istiyor.

“Dünyalık mal hırsıyla kalbini karartma, ibadetsiz bir ömürde seni var edeni, sana nimet vereni unutma, kâinatı ve insanı incitme!” diyor Yaradan. “Bunları yaparken kendi terazinle değil, Kur’ân’ın belirlediği kıstaslarla yol al” diyor. “Bu senin için, dünya ve ahiret hayatın için en büyük kazanç” diyor. “Haramla günahla, onların vaat ettiği geçici zevklerle sonsuz saadet mekânı olan Cennet’i heba etme” diyor. İşittin mi hiç? Onca günahına rağmen tövbeni kabul etmek için seni bekleyen Rabbini duydun mu? Ne kadar şeytana ve nefsine yenik düşmüş de olsan, seni çağıran Rahmân’ı dinledin mi? Seni sonsuza kadar huzur ve saadette yaşatmayı vaat eden Yaratıcı’nın dünya imtihanhanesinde senden beklediği davranışlara gayret ettin mi? Bu sorular insanın en içsel soruları olsa gerek. Ölmeden önce içe sorulacaklar listesinde muhakkak bulunmalı sanırım. Cevabını da çok düşünmeye gerek yok. Yaradan her kuluna sesleniyor, bir şey diyor. İşitmemiz gerek! İşittikten sonrası malûm; harekete geçmeden duymak işlevi burada da geçersiz.