Yara bandı ve şeftali çiçeği

Hayır, ben bu adamı bedenen orada olmasa da görüyorum. Alışkanlık mı yoksa? Sanmıyorum; zira alıştığımız şeyler zamanla umursamadıklarımız listesinin maddelerini çoğaltmaktan başka işe yaramıyor. Oysa bu adam malûm listede, bir madde olmanın ötesinde bir anlama sahip…

BİNBİR çeşit ağacın rengârenk çiçekleriyle süslediği mevsimdeyiz; aylardan Nisan. Yürüdüğüm bu yolda, insanın içini ferahlatan, gözlerini sürurla dolduran bahsettiğim o güzellikleri görmesem de biliyorum; şimdi parklarda çiçekten görünmez olmuş dallarıyla ağaçlar, kuş sesleriyle cıvıl cıvıldır.

İnsan görmese de bilir değişmeyen bazı döngüleri. Kış geldiğinde bilir ki soğuk olur, kar yağar, beyaza bürünür dünya; ilkbahar geldiğinde de dağlar, ovalar gelincik ve papatya tarlalarına döner. Parklar, bahçeler yemyeşil olur, çiçek açar bütün ağaçlar, meyveye durur. Okurken bile sayfanın kenarlarından sarkmış şeftali ağacının o pembe çiçekli dallarını görebiliyor olmalısınız. (Nalan görmemişti.) Belki de gördüğünüz, size selâm veren kiraz ağacının dalıdır. Değil mi? O zaman erik olmalı. Hayır mı? İyi bakın, size gülümseyen, bembeyaz çiçeklerle süslenmiş bir badem ağacı olmasın? Göremediniz mi? O hâlde sizin için yapabileceğim bir şey yok. Sizi, dünyayı nasıl kurtaracağınıza dair oluşturduğunuz nöronlarınızla başbaşa bırakıyorum; zihin dünyanıza dönün ya da bu öyküyü okumaya devam edin!

Bugün Pazar… Çalışan, okuyan herkese tatil. Bana değil. “Bana değil” derken zorunlu bir mesaiden bahsetmiyorum. Meslekî anlamda uğraşım gereği gece, gündüz, yürürken, otururken, hatta uyurken bile yapabileceğim bir işim var benim. Şaşırmış olabilirsiniz, biliyorum. Öyle ama… Ben eliyle, koluyla değil, beyniyle çalışan bir adamım. Bazen gördüğüm rüyalar bile bana ilham olur. Neden olmasın hem? İnsan rüyasında da yaşamıyor mu? İnsanoğlu ve insankızı rüyasını yaşayamıyor olsa da rüyasında da yaşayan bir varlıktır sonuçta. Uyku yaşamaktan sayılmıyor mu yoksa? (Aslında sayılmasa fena olmazdı, ömrümüz uzardı. Biri de çıkıp “Uzun ömür ne işe yarardı?” diye sorabilir. Neyse, bu konu çok su kaldırır. En iyisi konuyu buradan kaldırmak. Başa dönelim.)

Bugün Pazar… Çalışan, okuyan herkese tatil. Bana değil. Ben zaten, gece uyuyarak dinlenebilecek olan insanoğlunun tatile değil, evet, dinlenmeye ihtiyacı olduğuna inananlardanım. Hatta ibret nazarıyla yeryüzünde dolaşılması gerektiğine de inananlardanım. Lâkin dünya çapında devasa bir sektöre dönüştürülmüş otel, deniz, kum anlamsızlığından ve muhteşem özelliklerle yaratılmış olan güneşin sefil arzular için araç hâline getirilmesinden yana değilim. Bir işi bitirdiğinde başka bir işe yönelmesi emredilenlerin, “Oynama şıkıdım şıkıdım” diye oynayarak tezat içinde geçirdikleri ve bitiminde pelteye dönüştükleri günlere “dinlenme zamanı” diyemedim hiç. Bunları daha önce de düşündüğümü hatırlayarak sahile doğru yürürken, ardından, tatil pazarlaması yapan bir arkadaşıma da anlattığım ve onun “Lütfen kalk git” diyen bakışlarıyla karşılaştığım geldi aklıma. (Bir şey daha geldi aklıma şimdi; konudan uzaklaştım sanırım. Başa dönelim.)

Bugün Pazar… Çalışan, okuyan herkese tatil. Bana değil. Dışarıdayım. Üzerinde çalıştığım bir metin için oluşturmaya çalıştığım motto konusundaki tıkanıklığıma faydası olur düşüncesiyle yola vurdum kendimi; gürültüsü bol bir yola… İçimiz gibi… İçimizdeki gürültüden bazen kendimizi bile duymadığımız zamanlar olur ya, bu cadde öyle. Sola doğru bakıyorum, sürekli alışveriş yaptığım market tarafına… Gözümün çoktan ezberinde olan o adam orada… Dönüşte, market çıkışı selâm versem mi? Ya “Merhaba” dediğimde bir şey alacağımı zannedip umutlanırsa? Vazgeçiyorum. Korna sesleri ve motor hırıltıları benim muhteşem (!) aforizmalar üretmek için düşünmeme engel olacak anlaşılan. Boşuna yorulmuş olmamak için kendimi sahile atmalıyım bir an önce. Suların enginliğine sığınmalıyım, suların derinliğine ve dinginliğine… Kayalarla hasbihâline şahit olmalıyım dalgaların. “O suların içinde inci tanesi gibi aradığım şeyi bulunca da dönerim” diyorum kendimden emin şekilde. Gelirken kasaba, markete uğrar, alacağım malzemelerle yapacağım basit bir yemekle de bölüşürüm mutluluğumu kendimle.

Evet, doğru tahmin ettiniz. Nalan’la birkaç ay önce ayrıldık. O yüzden bir süredir yalnız yaşıyorum. Dolayısıyla da pişirdiklerimi yalnız yiyorum. Ayrılık sebebini sormayın, söyleyemem. Aile sırrı olduğundan değil, tam aksine, sır olamayacak kadar basit olmasından. Neyse, sizi merakta bırakmaya gönlüm elvermedi. Ucundan çıtlatayım biraz: O, şeftalinin kendisinden, kokusundan ve en acısı, çiçeğinden nefret ediyor ve bir çiçeği sevmemek benim anlayabileceğim bir ruh hâli değil. Evlenmeden önce bunu bilmiyor muydum? Biliyordum elbette ama bu derece sorun olacağını sanmıyordum. Aslında hâlâ sorun değil, zaten sorun şeftali de değil. Sanırım alıştık birbirimize… Alışınca da hayat bizi Nalan’ın umursanmazlar listesine dâhil etmiş olmalı. Bilmiyorum. Bildiğim, bir akşam eve geldiğimde Nalan’ın yemek masasının üzerine küçük bir not bırakarak evden gitmiş olduğu. Görünen o ki, şu fast food kültürü evliliklerimize bile sirayet etmiş. Hızlı yaşıyor, hızlı tüketiyoruz. Her şeyi… İnsana, insanlığa ait ne varsa…

Gidişinin ayrıntısı üzerinde durmadım hiç, sormadım, sorgulamadım. Gelişini de sorgulamamıştım.

Uzun süredir metin yazarlığı yaptığım prodüksiyon şirketinde yönetmen yardımcısı olarak işe başladıktan üç ay sonra “Benimle evlenir misin?” diye sorduğunda da nedenini, niçinini sorgulamamıştım. Kapısı her daim açık olan gönül diyorlar buna; bu mekâna gelene de, gidene de “Neden?” diye sorulmazmış. Gelen öz niyetiyle gelir, nasibi kadar kalır, nasibi kadar alır. Nalan da nasibi kadarını aldı ve gitti. Hoş geldi, (notta yazdıklarına rağmen) umarım hoş gitmiştir…

Sahilde işler umduğum gibi gitmedi. Bu, deniz hışırtısıyla, sahil sessizliğiyle açılacak bir tıkanıklık değil anlaşılan. Bulmayı ümit ettiğim inciyi bulamadım. Elim boş dönüyorum. “Kafam boş” mu demeliydim? Dönüşte hızlandırıyorum adımlarımı. Kasap, market yolun diğer tarafında kaldı, karşıya geçmeliyim ama ışığa takılıyorum. Lâmba direğindeki irice düğmeye dokununca soğuk, metalik bir ses geliyor direkten; geçiş talebim alınmış. Teşekkür etsem mi direğe?

Direkten gelen “Lütfen bekleyin” uyarılarının ardından, “Şimdi geçebilirsiniz” talimatıyla birlikte sabırla beklediğim trafik lâmbası kırmızıdan yeşile dönüyor. “Zaten yanacağından eminsen, o ışık, er ya da geç yanıp senin yolunu açacak ve emniyetli bir şekilde karşıya geçmeni sağlayacaktır. Sana düşen, birazcık sabırdır” diyorum kendime. Kendime bunları neden diyorum? Bilge olan hangi ben, bilgiye ihtiyacı olan hangi ben? Işığa doğru yürürken, meslek hastalığı işte, “Yakalayın yeşil ışığı” diye eski bir reklâm sloganının ışığı yanıyor zihnimde. Cadde geniş, bir an önce karşıya geçmek için adımlarımı hızlandırmalıyım; yeniden kırmızıya dönmeden…

İşte, elinde tuttuğu küçük karton kutusuyla orada! Bu adamı neden sürekli görüyorum? Çünkü adeta duvarla bütünleşmişçesine hep aynı yerde duruyor. O nedenle görmemen mümkün değil. Gerçekten bu yüzden mi? Hayır, ben bu adamı bedenen orada olmasa da görüyorum. Alışkanlık mı yoksa? Sanmıyorum; zira alıştığımız şeyler zamanla umursamadıklarımız listesinin maddelerini çoğaltmaktan başka işe yaramıyor. Oysa bu adam malûm listede, bir madde olmanın ötesinde bir anlama sahip. Onun markete her gidişimde gözüme takılmasının nedeni, duvarla yapışık duran bedeni mi, sattığı ürünle birlikte fiyatını duyurmaya çalışırken yarısı boğazına takılıp kalan cılız sesi mi? Bir gün, sattıklarının hepsini birden alıp adamı erkenden evine gönderme düşüncemi bir türlü gerçekleştirememenin vicdan azabı mı? Gıyabında verdiğim sözü yerine getiremeyişin oluşturduğu gönül borcu mu? Daha ihtiyaçlı olanların varlığını göstermeye çalışan mütevekkil yanım mı? Hepsi mi, hiçbiri mi?

Market kapısının az uzağında, yaz kış üzerinden çıkarmadığı lacivert montu ve kucağında tutmaya çalıştığı küçük karton kutuyla o adam hep burada. İyice küçülmüş gözleri ve dışa bakan iri kulaklarıyla kırklı yaşlarında ufak tefek bir adam… Vardır ya hani, varlığına alıştığımız insanlar olur, gözümüzün önünden çekip gitseler de kalbimizin içinde fink atarlar, varlıklarının izleri hatıraları, zihnimizin unutmak yanıyla savaşır ve hep galip gelir ya hani, hep kalbimizin çeperlerinde dolaşıp zaman zaman acımasızca kanatırlar ya o duvarları ya da “Bana her şey seni hatırlatıyor” şarkısı eşliğinde bir türlü düşmedikleri yakamızda fiyonk gibi taşıdıklarımız vardır ya, bu adam, tam olarak öyle olmasa da caddenin karşısına geçmeden trafik ışıklarında durup her baktığımda varlığı ile yokluğunu gözlerimin sorguladığı bir adam oldu uzun zamandır.

O, oturduğum evin birkaç yüz metre ilerisinde, sürekli alışveriş yaptığım marketin önünde küçük; hatta çok küçük bir tezgâhta yara bandı satıyor. Marketin duvarının çıkıntısına dizdiği üç beş kutu yara bandını satmaya çalışırken hem sesli, hem görüntülü reklâm yapmayı da ihmâl etmiyor. “On tane yara bandı 1 lira” yazan karton kâğıdın önünde ayakta duruyor, yazılanı okur gibi her beş saniyede bir “On tane yara bandı 1 lira” diye sesleniyordu markete gelip gidenlere…

Tabiî bu arada, yoldan geçenlere sesini duyurmayı da ihmâl etmiyor. Her gördüğümde ne çok şey sormak istedim ona. “Evin, çoluk çocuğun var mı? Nerede yaşıyorsun? Akşama yiyecek yemeğin var mı? Boş kutunun içinde kaybolan o üç beş bozuklukla akşam evine götürebileceğin ne kadar yiyecek alabileceksin ki? Elleri dolu poşetlerle marketten çıkan insanlara imreniyor musun hiç? Kriz, enflasyon, pahalılık çığlıkları atılmasına rağmen sürekli doldur boşalt yapan ve şu her gün önünde dikildiğin marketin raflarına dizilmiş binbir çeşit yiyecekten hiçbirini canın çekmiyor mu?”

Zam furyası başladığında en çok onu merak etmiştim. Acaba kaç lira olacaktı on tane yara bandı. Marketten çıkışta fark ettim, kartondaki fiyat da, o cılız sesindeki rakam da değişmişti. Artık, “10 tane yara bandı 1 buçuk lira” diye fısıldıyordu umutsuzca. Yüzde yüz, yüzde iki yüz zam yapmış olmalarına rağmen bir türlü doymak bilmeyen yağ, un ve şeker kartellerine inat, bizimki yüzde elli zam yapmış. Biz şimdi nasıl saracağız yaralarımızı(!)? Domatesin kilosunun yirmi lirayı bulduğu bugünlerde kaç yara bandı satman lâzım senin be adam? Eve gelene kadar düşünüyorum, benim duygusal matematiğim bu hesabın içinden çıkamıyor!

***

Akşam yemeği için mutfağa yönelirken başka bir hesapla uğraşmaya başlıyor zihnim. Soyduğum patatesleri hangi şekilde doğrasam? Küp küp doğramaya karar veriyorum. Sapından sıkı sıkıya kavradığım Nalan’ın şef bıçağı buna itiraz ediyor ve patates yerine sol avucuma boydan boya oldukça derin bir kesik atıyor. Hissettiğim acıyla garip bir ses çıkıyor ağzımdan. Üst komşumun duymuş olabileceğini varsayarak utanıyorum.

Parmaklarım arasından mini bir şelâle hâlinde damlayarak eviyenin deliğine doğru çizgi hâlinde akan kana baktım acıyla bir müddet. Akan kan, çekilen acı bir gerekliliğin sonucu olsa gerekti. Hayatın dili, yaşamın bizimle konuşma biçimlerinden biriydi bu belki de. Bir şey anlatıyor olmalıydı. Yoksa Nalan gittiğinden beri hiç elime almadığım ve onun çok sevdiğini söylediği şef bıçağını bugün bu saatte neden kullanma gereği duymuştum? Avucumun içinde boydan boya derin bir yarık oluşturan bu bıçağın bir yandan Nalan, diğer yandan yara bandı satıcısı ile anlaşmış olma ihtimâli olabilir miydi?

Avucumun içine birkaç kâğıt mendil sıkıştırarak hızla çıktım evden. Adamı göremedim, yerinde ortaokul çağlarında bir çocuk vardı. Kim olduğunu sordum. Oğluymuş. Kaç kardeş olduklarını sordum, evlerinin kira olup olmadığını, nasıl geçindiklerini… Aklımdaki bütün soruların cevabını aldım küçük çocuktan. Arada, “Abi, elin kanıyor!” demesine aldırmadan sıraladım merak ettiklerimi. Sonra, “Hepsini ver” dedim başımla kutuları işaret ederek. “Hepsini mi?” dedi. Hayret ve şaşkınlıkla baktı yüzüme. Tereddüt ettiğini görünce yineledim. “Kutuların içindekilerin hepsini alıyorum” dedim. Duruma bir anlam veremediğinin farkındaydım çocuğun ve muhtemelen ömrünün sonuna kadar unutamayacağı bir şaşkınlığı yaşıyordu o an. “Bir ihtiyacınız olduğunda mutlaka beni bul” diye birkaç tez tembihleyerek ayrıldım çocuğun yanından elimdeki kutularla.

“Hayat işte!” dedim yine kendi kendime eve döndüğümde. Onu, bir yara bandı satıcısıyla paylaşmak zor geldiğinde hayat, sana bu işi kolaylaştırıyor. Bazen bizim canımızdan çıkmadığı için vermek istemediklerimizi, acıdan kıvrandırarak, canınızı yakarak ve kanımızı akıtarak alabiliyor. Evde bir yandan bunları düşünüyor, bir yandan da hâlâ avucumdan damlayan kanı durdurmaya çalışıyordum ki kapının zili çaldı. Beklediğim kimse yoktu. Yara bandı satıcısının oğlu ya da kendisi olabileceği geldi aklıma. “Bu kadar çabuk mu?” dedim.

Karşımda, öz önce konuştuğum o çocuk ya da uzun zamandır gözümün aşina olduğu lacivert montlu adamı bulacağımdan emin bir şekilde uzattım sağ elimi kapı koluna. Kapıyı açtığımda, karşımda, elinde nereden kopardığını bilemediğim bir dal şeftali çiçeği ile yanındaki küçük bavula yaslanmış Nalan duruyordu...