Yapmak üzerine kurulanlarla yıkmak üzerine kurulanlar

Başarılı olamasalar da bu yıkma zihniyeti Türkiye’ye zarar veriyor. Muhalefet, yapacaklarıyla değil, yıkacaklarıyla oy toplamaya çalışıyor. Ezkaza seçim kazansalar, seçmene sunacakları bir proje yok ellerinde. Yapmayacakları yüzünden sorumlu da hissetmeyecekler kendilerini. “Nasıl yendik ama devi!” diyerek böbürlenecekler bir süre, sonrası Türkiye için hüsran!

KOALİSYON, seçim sonrası yapılan bir hükûmet ortaklığıydı. Türk siyasetinde, hep pamuk ipliğine bağlı oldu bu ortaklıklar. Ve istikrarsızlığın en büyük sebebi olarak gösterildiler senelerce. Ancak ittifak, seçimden önce beyan edilen bir ortaklık sistemi.

Hep ABD’deki seçim sistemine gıpta ederek bakmışımdır. En önemli iki özelliği, başkanlık sisteminin oturttuğu iki kutuplu siyasî yapı ve seçmenine karşı kendini sorumlu hisseden seçilmişlerin çokluğu idi bence. Meclis’in yönetime olan denetim etkisini geliştirebilirsek vekilin seçmene karşı sorumluluğunu arttırabilir miyiz bilmiyorum, ama siyasetin iki kutupta birleşmesi işini hâllettik bile.

Yeni sisteminde, hükûmeti birlikte kurma şartı olmadan da sadece ortak hedeflerle, güvenilen bir lideri başkan seçmek için bir araya gelebiliyor partiler. Bugün Millet İttifakı’nın perde arkasındaki ortaklarının bile muhtemel hükûmette alacakları bakanlıklar konuşulurken, MHP ve BBP’nin hiçbir mâkâm beklentisi olmadan bir ittifak kurdukları unutulmamalıdır.

İttifakların hâkim olduğu yeni seçim sistemi, yeni hükûmet sistemimizin bir mecburiyeti aslında. Yani ittifak için “Olsa da olur, olmasa da!” diyebilmemiz mümkün değil. Sistem bizi, “Ya taraf olursun, ya bertaraf!” noktasına getirmiş durumda. Bu eğer bir suç ise, tek suçlusu, artık yüzde 50 bandını tek başına zorlayamayan AK Parti’dir!

Partiler farklı reflekslerle bu yeni duruma adapte olmaya çalışıyorlar. Durum ve ihtimâller özetle şöyle:

Yerel seçimlerde olduğu gibi, güçlü partinin başkan adayı ortaklar tarafından desteklenip meclis üyeliklerine her parti kendi adayı ile girebiliyor. Milletvekilliği seçimlerinde, belli bir potansiyeli olan ortaklar kendi adayları ile oy oranı Meclis’e girmesine hiçbir şartta yetmeyecek ortaklar da güçlü partilerin listelerine soktukları adaylar ile girebiliyorlar. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ise farklı bir hesap gerektiriyor. Ya 2018’de muhalefetin yaptığı gibi farklı adaylarla yarışa katılıp seçimi ikinci tura taşıma şansı aranabiliyor ya da iktidar kanadının yaptığı gibi tek adayla yüzde 50+1’i ilk turda bulmak mantıklı olabiliyor.

Resmî ittifak ortağı olmadan, bir tarafa dışarıdan destek vermek de bir alternatif. Tamamen bu ortaklıkların dışında kalıp kendi yağıyla kavrulmaya çalışan, iki tarafa da kendini yakıştıramayıp ideallerinden taviz vermeyenler de var tabiî.

Sonuçta partilerin çoğu, yakın oldukları cephenin güçlenmesi ya da karşı tarafın kaybetmesi amacıyla birlikte hareket edebiliyorlar. Muhalefetin tercihi (ki HDP tarafından yerel seçim öncesi net olarak ortaya konulmuştu), kaybettirmek üzerine bir ortaklık kurmak. Amaç kazandırmak değil de kaybettirmek olunca, siyaseten aynı kulvarda olmayanları aynı cephede ve aynı sıklette olmayan partileri ise aynı masada eşit şartlarda görmek pek anormal olmuyor.

24 Ağustos’ta yazmıştım, “Kılıçdaroğlu, yapacaklarını tekil birinci şahıs ekiyle anlatmaya başladı”. Bu duruma İyi Parti’den tepki, benden birkaç hafta, tekil konuşmaların başlamasından bir ilâ bir buçuk ay sonra geldi. Hâlbuki Akşener, çok daha önce buna “Dur!” diyebilecek cesareti göstermeliydi bence.

Ne var ki Akşener, kendi müdahale etmeye bile cesaret edemeyip, siyaset etiğine aykırı bir şekilde, Genel Başkan Yardımcısı Cihan Paçacı’yı görevlendirmiş. Tabiî bu bir görevlendirme değil de Paçacı’nın işgüzarlığı ise durum çok daha vahim demektir. Zira azarlayıcı bir üslûpla ittifakın, hem de büyük ortağının genel başkanını eleştirmek, bir genel başkan yardımcısının son işi olabilirdi. Hâlâ görevde olması, bu konudaki sorumluluğun Akşener’de olduğunu ya da Akşener’in yetersiz başkanlığını gösterir.

Paçacı’nın, sonrasında yaptığı “Ben genel bir durum tespiti yaptım, Kılıçdaroğlu’na söylemedim” şeklindeki savunması ise kendisini de yalanlayan komiklikler olarak kaldı. “Millet İttifakı temel ilkeler öncülüğünde sağlıklı bir şekilde ve emin adımlarla, seçimler yoluyla iktidar hedefine yürüyor” demesi dahi her ne olursa olsun bu ittifaka mecbur olduklarının ikrarıydı.

Bu mecburiyet defalarca gündemimize geldi aslında. İyi Parti ile HDP’nin yakınlaşma çabaları bunun için en net örnekti meselâ! Babacan ve Davutoğlu’nun, senelerce mücadele ettikleri CHP zihniyetinin başını çektiği ittifaka kapılarını kapatmamaları da aynı mecburiyeti hissettiklerini gösteriyor bize. O mecburiyet, her siyasî partinin hayâlini kurduğu iktidara gelmek için değil, iktidarı düşürmek için maalesef.

“Maalesef” diyorum, çünkü başarılı olamasalar da bu yıkma zihniyeti Türkiye’ye zarar veriyor. Muhalefet, yapacaklarıyla değil, yıkacaklarıyla oy toplamaya çalışıyor. Ezkaza seçim kazansalar, seçmene sunacakları bir proje yok ellerinde. Yapmayacakları yüzünden sorumlu da hissetmeyecekler kendilerini. “Nasıl yendik ama devi!” diyerek böbürlenecekler bir süre, sonrası Türkiye için hüsran!