
KOALİSYON, seçim sonrası yapılan bir hükûmet ortaklığıydı. Türk
siyasetinde, hep pamuk ipliğine bağlı oldu bu ortaklıklar. Ve istikrarsızlığın
en büyük sebebi olarak gösterildiler senelerce. Ancak ittifak, seçimden önce
beyan edilen bir ortaklık sistemi.
Hep ABD’deki seçim sistemine gıpta ederek bakmışımdır.
En önemli iki özelliği, başkanlık sisteminin oturttuğu iki kutuplu siyasî yapı
ve seçmenine karşı kendini sorumlu hisseden seçilmişlerin çokluğu idi bence.
Meclis’in yönetime olan denetim etkisini geliştirebilirsek vekilin seçmene
karşı sorumluluğunu arttırabilir miyiz bilmiyorum, ama siyasetin iki kutupta
birleşmesi işini hâllettik bile.
Yeni sisteminde, hükûmeti birlikte kurma şartı olmadan
da sadece ortak hedeflerle, güvenilen bir lideri başkan seçmek için bir araya
gelebiliyor partiler. Bugün Millet İttifakı’nın perde arkasındaki ortaklarının
bile muhtemel hükûmette alacakları bakanlıklar konuşulurken, MHP ve BBP’nin
hiçbir mâkâm beklentisi olmadan bir ittifak kurdukları unutulmamalıdır.
İttifakların hâkim olduğu yeni seçim sistemi, yeni
hükûmet sistemimizin bir mecburiyeti aslında. Yani ittifak için “Olsa da olur,
olmasa da!” diyebilmemiz mümkün değil. Sistem bizi, “Ya taraf olursun, ya
bertaraf!” noktasına getirmiş durumda. Bu eğer bir suç ise, tek suçlusu, artık
yüzde 50 bandını tek başına zorlayamayan AK Parti’dir!
Partiler farklı reflekslerle bu yeni duruma adapte
olmaya çalışıyorlar. Durum ve ihtimâller özetle şöyle:
Yerel seçimlerde olduğu gibi, güçlü partinin başkan
adayı ortaklar tarafından desteklenip meclis üyeliklerine her parti kendi adayı
ile girebiliyor. Milletvekilliği seçimlerinde, belli bir potansiyeli olan
ortaklar kendi adayları ile oy oranı Meclis’e girmesine hiçbir şartta
yetmeyecek ortaklar da güçlü partilerin listelerine soktukları adaylar ile
girebiliyorlar. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ise farklı bir hesap gerektiriyor.
Ya 2018’de muhalefetin yaptığı gibi farklı adaylarla yarışa katılıp seçimi
ikinci tura taşıma şansı aranabiliyor ya da iktidar kanadının yaptığı gibi tek
adayla yüzde 50+1’i ilk turda bulmak mantıklı olabiliyor.
Resmî ittifak ortağı olmadan, bir tarafa dışarıdan
destek vermek de bir alternatif. Tamamen bu ortaklıkların dışında kalıp kendi
yağıyla kavrulmaya çalışan, iki tarafa da kendini yakıştıramayıp ideallerinden
taviz vermeyenler de var tabiî.
Sonuçta partilerin çoğu, yakın oldukları cephenin
güçlenmesi ya da karşı tarafın kaybetmesi amacıyla birlikte hareket
edebiliyorlar. Muhalefetin tercihi (ki HDP tarafından yerel seçim öncesi net
olarak ortaya konulmuştu), kaybettirmek üzerine bir ortaklık kurmak. Amaç
kazandırmak değil de kaybettirmek olunca, siyaseten aynı kulvarda olmayanları
aynı cephede ve aynı sıklette olmayan partileri ise aynı masada eşit şartlarda
görmek pek anormal olmuyor.
24 Ağustos’ta yazmıştım, “Kılıçdaroğlu, yapacaklarını
tekil birinci şahıs ekiyle anlatmaya başladı”. Bu duruma İyi Parti’den tepki,
benden birkaç hafta, tekil konuşmaların başlamasından bir ilâ bir buçuk ay
sonra geldi. Hâlbuki Akşener, çok daha önce buna “Dur!” diyebilecek cesareti
göstermeliydi bence.
Ne var ki Akşener, kendi müdahale etmeye bile cesaret
edemeyip, siyaset etiğine aykırı bir şekilde, Genel Başkan Yardımcısı Cihan
Paçacı’yı görevlendirmiş. Tabiî bu bir görevlendirme değil de Paçacı’nın
işgüzarlığı ise durum çok daha vahim demektir. Zira azarlayıcı bir üslûpla
ittifakın, hem de büyük ortağının genel başkanını eleştirmek, bir genel başkan
yardımcısının son işi olabilirdi. Hâlâ görevde olması, bu konudaki sorumluluğun
Akşener’de olduğunu ya da Akşener’in yetersiz başkanlığını gösterir.
Paçacı’nın, sonrasında yaptığı “Ben genel bir durum
tespiti yaptım, Kılıçdaroğlu’na söylemedim” şeklindeki savunması ise kendisini
de yalanlayan komiklikler olarak kaldı. “Millet İttifakı temel ilkeler
öncülüğünde sağlıklı bir şekilde ve emin adımlarla, seçimler yoluyla iktidar
hedefine yürüyor” demesi dahi her ne olursa olsun bu ittifaka mecbur
olduklarının ikrarıydı.
Bu mecburiyet defalarca gündemimize geldi aslında. İyi
Parti ile HDP’nin yakınlaşma çabaları bunun için en net örnekti meselâ! Babacan
ve Davutoğlu’nun, senelerce mücadele ettikleri CHP zihniyetinin başını çektiği
ittifaka kapılarını kapatmamaları da aynı mecburiyeti hissettiklerini
gösteriyor bize. O mecburiyet, her siyasî partinin hayâlini kurduğu iktidara
gelmek için değil, iktidarı düşürmek için maalesef.
“Maalesef” diyorum, çünkü başarılı olamasalar da bu
yıkma zihniyeti Türkiye’ye zarar veriyor. Muhalefet, yapacaklarıyla değil,
yıkacaklarıyla oy toplamaya çalışıyor. Ezkaza seçim kazansalar, seçmene
sunacakları bir proje yok ellerinde. Yapmayacakları yüzünden sorumlu da
hissetmeyecekler kendilerini. “Nasıl yendik ama devi!” diyerek böbürlenecekler
bir süre, sonrası Türkiye için hüsran!