PEK çoğumuzun bildiği
bir yankı hikâyesi vardır. Sanırım hatırlamak adına o hikâye ile başlamak
gerekir.
Hikâyeye
göre bir
adam ve oğlu, ormanda yürüyorlardı. Âniden çocuk düştü ve şiddetli bir acı
içinde bağırdı: “Ah!”
Hemen sonra dağdan
gelen “Ah” sesi onu şaşırttı. Merak içinde “Kimsiniz?” diye haykırdı. Fakat
sadece “Kimsiniz?” cevabını aldı. Bu cevap onu kızdırmıştı. Bu kızgınlık içinde
tekrar bağırdı: “Siz bir korkaksınız!” ve ses cevap verdi: “Siz bir
korkaksınız!”
Babasına baktı ve
sordu: “Bu olanlar nedir?“ “Oğlum” dedi adam, “Kulak ver, dikkat et şimdi!”
Sonra baba bağırdı:
“Ben sana hayranım!”
Baba bağırmaya
devam etti: “Sen harikasın!”
Ses cevap verdi:
“Ben sana hayranım! Sen harikasın!”
Çocuk şaşkındı
fakat hâlen ne olup bittiğini anlamamıştı. Baba durumu açıkladı: “İnsanlar bu
durumu ‘yankı’ diye isimlendirirler, fakat bu durum tam anlamıyla hayatın
kendisidir. Hayat daima senin ona verdiğini sana geri verir. Hayat, senin
eylemlerinin bir aynasıdır. Daha fazla sevgi istersen, daha fazla sevgi ver. Daha
fazla nezaket istersen, daha fazla nezaket ver. Daha fazla anlayış istiyorsan,
daha fazla anlayış ver. İnsanların sana karşı daha saygılı ve sabırlı olmasını
istiyorsan, daha fazla saygı ve sabır göster. Doğanın bu kuralı bizim
hayatımızın her cephesinde söz konusudur.”
Bugün
sizlere aktarmak istediğim konu, şahsen rast geldiğim, kendi yankımın hikâyesi…
Bu
arada, “rast gelmek” ifadesini etimolojik anlamından ötürü özellikle seçtim.
Farsça bir kelime “rast” ve “düz, doğru, hayırlı” anlamlarına gelmekte. Bu
sebeple, aslında hayatta bazı şeylerle karşılaşır, bazı şeylerle ise rastlaşırmışız.
Benim rastlantım, “yoldan çıkmışlık” hâli içerisinde gerçekleşti...
***
Malûm,
muhtemelen uzun bir süre unutamayacağımız, sık sık muhabbetini edeceğimiz bir
yılı geride bırakıyoruz. Pek çok kişi yılsonlarında Z raporu niteliğinde bir
değerlendirmeye gider. Fakir, bundan yedi ay kadar önce doğum günü vesilesiyle
benzer bir değerlendirmeyi ve neticesinde verdiği “yoldan çıkma” kararını bir
yazı ile buradan paylaşmıştı. Ardından süreç içerisindeki rastlantılardan
notlar aktarmaya başladım ve yılsonunu getirdik. Bugün geriye dönüp bir
değerlendirme yapmaktan ziyâde, üst satırlarda değindiğim yoldan çıkmışlık
serüvenimdeki yankıma olan rastlantıdan söz etmek istiyorum.
Hem
serüveni hatırlamak, hem de rastlantıyı daha net ifade edebilmek adına bir nevi
flashback tekniğiyle ilerlemek yerinde olacaktır.
Her
yıl olduğu gibi 2020 yılının Mayıs 26’sında bir değerlendirme ve bazı şeyleri
sorgulama hâline bürünmüştüm. Her yıl rutin olarak, “Ne yapıyorum, hangi
noktadayım, geçen yıldan hedefim neydi, hayatıma dair neler değişti?” gibi
sorgulamalarımdan farklı olarak bu yıl dokunulmazlarıma, kutsallarıma, “Uğruna
ölürüm” dediğim dâvâma dair sorular yönelttim kendime. Bu defa hepsini masaya
yatırma cesareti göstermiş ve bu derin sorgulamalar için kendime hiç vakit
ayırmadığım kadar bir vakit ayırmıştım. Gün sonunda âdeta bir gökdelenin
tepesinden yere çakılır gibi yere çakılmıştım da, sonrasında gücümün yettiğince
sürünerek çakıldığım yerden yol kenarına çekilmiş, yoldan çıkmıştım. O gün fark
ettiğim şey, bir aldatılmışlık ve biraz da aldanmışlıktı.
Aldatılmak
ve aldanmak, olay içerisindeki öznelerin payına göre ayrı şeylerdir. Aslında bu
aldatılma ve aldanma, biri veya birileri tarafından değildi. Çünkü kendi içinde
bir bilinçsizlik mevcûttu. Bunu anlamak için etrafımızda olanları bilmekte
yetmiyor(muş); fark etmeliymiş ki, bunlar herkesin bildiği fakat pek azının
fark edebildiği şeylermiş.
Elbette
bilmek başka, fark etmek daha başka; bakmanın başka, görmenin daha başka olduğu
gibi… Ben de o gün çok şey fark etmiştim.
Siyâsilere
bakın meselâ, bakmakla yetinmeyin sadece, neyin peşindeler? Yanlış
anlaşılmasın, savaşlar ne uğruna, bunca kişi ne için ölüyor? Geri dönüşü
olmayan şeyler bunlar; yıkılan şehirlerde onca tarihi mekân… Bunu ne zaman,
nasıl fark ederiz?
Mesele
yanlış anlaşılmasın, patronların zulmü karşılığında işçilerin de masum olmayan
hâlleri bu duruma dâhil. Kendi çevremizdeki insanlar, sevdiklerimiz, hattâ
ailemizin her bir üyesi için geçerli…
Hedeflerimize
ve hayâllerimize bakmalıyız. Bir ev, bir araba, iyi bir meslek, diploma ya da
daha çok para… Hem de hemen her muhabbetimize kattığımız, ya kazanılacak olan ya
da başkasının kazandığı para… Bunlara ek olarak, bugün hemen herkesin kendini
sınırladığı saplantılı ideolojilerine bağlı olarak peşine düştüğü yol,
yolculuk, uğruna ölünecek şey olan bir dâvâ…
O
gün aldığım kararla bu yoldan ya da diğerlerini de içine katarak bu yollar
bütününden çıkma kararı almıştım. Bu kolay olmamıştı fakat belki de bazı yola
çıkmalar, yoldan çıkmakla başlardı. O gün Konfüçyüs’e atfedilen bir sözü çok
düşünmüş ve yazımda da aktarmıştım: “Ya
bir yol bul, ya bir yol aç ya da yoldan çekil!” Geçmişime bakıyorum, yol
bulamadım. Hâlime bakıyorum, yol açacak birikim göremedim…
Ve
devamında şunu eklemiştim: “Ey insan olma uğraşında çaba sarf eden varlık!
Dünya bize yaşatılandan, öğretilenden ve fark ettiklerimizden daha başka bir
yer, bunu seziyorum. Ve bugün sezgilerimin peşinden gitmek adına, insanların
bugüne kadar ortaya koyduğu ve benim bugüne dek içine düştüğüm ne kadar yol
varsa hepsini terk ediyorum. Son kez tüm insanlığı iman ettiğim Rabbe emanet
ediyor, her ne kadar yoldan çekilmeye kıyasla edebe mugayir görünse de ilk kez
yoldan çıkıyorum…”
O
gün fark ettiğim şeylerden biri de, en tepesinden yere çakıldığım gökdelen,
aslında hepimize ayrı ayrı koşulsuz olarak sunulanmış. Yani bize ait zannettiğimiz,
başkalarının düşünceleri…
Aynı
yazıda o gökdelene dair bir tarif yapmıştım:
“Başkalarının düşünceleri, sınırsız hizmet
veren gökdelen gibidir ve her insan koşulsuz bu gökdelene sahiptir. Ben ise
şimdi, bana sunulmuş o gökdeleni yıkıp, yerine tuğlalarını kendim döşediğim
barakamı inşâ etmek istiyorum. Aslında ‘benden kendime’ diye tarif edeceğim bu
yoldan çıkmışlık eve yani kendime olan yolculuğumdur ki diğer yandan malûm
benden bir hicrettir de…
Gelelim bu yoldan çıkmak adına sürünerek yolun kenarına
geldiğim noktaya ve oradaki rastlantıya… O günden sonrası için âdeta çöküp
kaldığım yol kenarında sırtımı bir duvara dayayıp içinden çıktığım dünyayı
seyreylemeye durmuştum. Nice hırslara tanıklık ettim, amansız koşuşturmacalar,
boş yere kırılan onca kalp, anlamsız ömür harcayanlar… Dayanamadım! Ara sıra
çöküp kaldığım yerden yazdığım sözlerle, buradaki yazılarımla, onlara bağırmaya
başladım. Karınca kararınca, kendimce, yanıldığımızı, yenildiğimizi, kendimizi
kaybettiğimizi, aybettiğimizi haykırmaya çalıştım.
Ben bağırdıkça bir yankı yükseldi sırtımı
dayadığım duvarın ardından. Şaşakalmışlık hâli ile yüzümü içinden çıktığım
dünyadan, sırtımı dayadığım duvara döndüm. Ben ona seslendikçe o yankılandı.
Sanki o güne kadar ihtiyacım olana erişmiştim de hazzına doyulmaz bir hâlin
içerisindeydim. Şaşkınlıktan olsa gerek, kendi yankımla senli benli olmuştum;
belki de ben ve kendilik tam da buydu. Meğer benim sırtımı dayadığım duvar, senin
kendi içinde örülü duvarların bir yanıymış. Ben ise bunu fark ettiğim andan
itibaren o yankının kaynağına ulaşmak istedim. Gücüm yettiğince o yankıya
yöneldim, içinden çıktığım dünyaya sırtımı döndüm. Ellerimi o duvara dayadım ve
sırf duvarın ardındaki yankıyı daha fazla duyabileyim diye susmamaya çalıştım,
kendimle sohbetlerimi arttırdım.
Ama sen de bilirsin ki, o ardımdaki dünyanın
gürültüsü bitmez, dindirmeye gücüm yetmezdi de. Fark etmiştim; ben on
bağırıyordum da yankı bir dönüyordu o gürültüden. Bu sebeple yankı ile baş başa
kalabilmek ve onu kusursuz duyabilmem için duvarı aşmam gerekiyordu. Şimdi o
duvarı aşmak istediğim noktadayım. Aslında sen daha şanslısın. Çünkü o duvarlar
sana ait; sahibi de sensin. İstesen, istediğin gibi aşardın o duvarı. Fakat
benim için o duvarı aşmanın sadece üç yolu vardı. İlki yıkmaktı ama yıkamazdım.
Her ne kadar yankıya ulaşmak için yapsam da bunu, ardında bir sen vardı.
Bilmeden, istemeden üzerine yıkabilirdim o duvarı. Yani canı yanabilir, kalbi
kırılabilirdi, gücüne gidebilirdi.
İkinci yol ise tırmanarak aşmaktı ki bu da samîmiyetsiz
olanıydı. Hırsızlık gibi bir şey varsayılabilir. Sen’in rızâsı var mıdır
bilmeden, birtakım yöntemlerle, kurnazlıklarla o duvar aşılabilirdi; ancak
benim ulaşma isteğim bu değildi, böyle olmamalıydı!
Bu sebeple üçüncüsüne gitmek istedim. Daha fazla dinlemek
zorundaydım ki isteğim, bana kapıyı tarif etmesiydi. Sonrasında elbette doğru
anahtarı bulmak bana düşeniydi. Eğer başarabilirsem, hani olur da o kapı
açılırsa, oturup yeniden düşünebilirdik, hem de birlikte…
Dilese içeri kabul olurdum; koşarak uzaklaşır,
bilmediğimiz diyarlara doğru olabildiğince uzaklaşırdık. Dilese bizim gibi nice
yoldan çıkmışa, tutunamamışa ulaşmak adına kaçtığımız dünyaya geri dönerdik ki
fakat yine birlikte dönerdik…”
Evet, benim yankı hikâyem de böyleydi. Hani ehl-i
hikmet der ya, “Ararsan bulamazsın, fakat bulanlar arayanlardır”… Aslında
bulmak için ararsan, elbette bulamazsın. Çünkü bize düşen bulmak değil, aramak.
Kimine yolda, kimine de yoldan çıkınca… Fakat er ya da geç rastlar o yankı.
Hayatta ekip biçtiğimizden ötesi yok. Bu sebeple son cümle olarak kimine öğüt, kimine ümit, kimine duâ, kimine bedduâ olacak bir sözle sonlandıralım o vakit: “Yankına rastgele(cek)sin!”