Yankına rastgele(cek)sin

Hani ehl-i hikmet der ya, “Ararsan bulamazsın, fakat bulanlar arayanlardır”… Aslında bulmak için ararsan, elbette bulamazsın. Çünkü bize düşen bulmak değil, aramak. Kimine yolda, kimine de yoldan çıkınca… Fakat er ya da geç rastlar o yankı.

PEK çoğumuzun bildiği bir yankı hikâyesi vardır. Sanırım hatırlamak adına o hikâye ile başlamak gerekir.

Hikâyeye göre bir adam ve oğlu, ormanda yürüyorlardı. Âniden çocuk düştü ve şiddetli bir acı içinde bağırdı: “Ah!”

Hemen sonra dağdan gelen “Ah” sesi onu şaşırttı. Merak içinde “Kimsiniz?” diye haykırdı. Fakat sadece “Kimsiniz?” cevabını aldı. Bu cevap onu kızdırmıştı. Bu kızgınlık içinde tekrar bağırdı: “Siz bir korkaksınız!” ve ses cevap verdi: “Siz bir korkaksınız!”

Babasına baktı ve sordu: “Bu olanlar nedir?“ “Oğlum” dedi adam, “Kulak ver, dikkat et şimdi!”

Sonra baba bağırdı: “Ben sana hayranım!” 

Baba bağırmaya devam etti: “Sen harikasın!”

Ses cevap verdi: “Ben sana hayranım! Sen harikasın!”

Çocuk şaşkındı fakat hâlen ne olup bittiğini anlamamıştı. Baba durumu açıkladı: “İnsanlar bu durumu ‘yankı’ diye isimlendirirler, fakat bu durum tam anlamıyla hayatın kendisidir. Hayat daima senin ona verdiğini sana geri verir. Hayat, senin eylemlerinin bir aynasıdır. Daha fazla sevgi istersen, daha fazla sevgi ver. Daha fazla nezaket istersen, daha fazla nezaket ver. Daha fazla anlayış istiyorsan, daha fazla anlayış ver. İnsanların sana karşı daha saygılı ve sabırlı olmasını istiyorsan, daha fazla saygı ve sabır göster. Doğanın bu kuralı bizim hayatımızın her cephesinde söz konusudur.”

Bugün sizlere aktarmak istediğim konu, şahsen rast geldiğim, kendi yankımın hikâyesi…

Bu arada, “rast gelmek” ifadesini etimolojik anlamından ötürü özellikle seçtim. Farsça bir kelime “rast” ve “düz, doğru, hayırlı” anlamlarına gelmekte. Bu sebeple, aslında hayatta bazı şeylerle karşılaşır, bazı şeylerle ise rastlaşırmışız. Benim rastlantım, “yoldan çıkmışlık” hâli içerisinde gerçekleşti...

***

Malûm, muhtemelen uzun bir süre unutamayacağımız, sık sık muhabbetini edeceğimiz bir yılı geride bırakıyoruz. Pek çok kişi yılsonlarında Z raporu niteliğinde bir değerlendirmeye gider. Fakir, bundan yedi ay kadar önce doğum günü vesilesiyle benzer bir değerlendirmeyi ve neticesinde verdiği “yoldan çıkma” kararını bir yazı ile buradan paylaşmıştı. Ardından süreç içerisindeki rastlantılardan notlar aktarmaya başladım ve yılsonunu getirdik. Bugün geriye dönüp bir değerlendirme yapmaktan ziyâde, üst satırlarda değindiğim yoldan çıkmışlık serüvenimdeki yankıma olan rastlantıdan söz etmek istiyorum.

Hem serüveni hatırlamak, hem de rastlantıyı daha net ifade edebilmek adına bir nevi flashback tekniğiyle ilerlemek yerinde olacaktır.

Her yıl olduğu gibi 2020 yılının Mayıs 26’sında bir değerlendirme ve bazı şeyleri sorgulama hâline bürünmüştüm. Her yıl rutin olarak, “Ne yapıyorum, hangi noktadayım, geçen yıldan hedefim neydi, hayatıma dair neler değişti?” gibi sorgulamalarımdan farklı olarak bu yıl dokunulmazlarıma, kutsallarıma, “Uğruna ölürüm” dediğim dâvâma dair sorular yönelttim kendime. Bu defa hepsini masaya yatırma cesareti göstermiş ve bu derin sorgulamalar için kendime hiç vakit ayırmadığım kadar bir vakit ayırmıştım. Gün sonunda âdeta bir gökdelenin tepesinden yere çakılır gibi yere çakılmıştım da, sonrasında gücümün yettiğince sürünerek çakıldığım yerden yol kenarına çekilmiş, yoldan çıkmıştım. O gün fark ettiğim şey, bir aldatılmışlık ve biraz da aldanmışlıktı.

Aldatılmak ve aldanmak, olay içerisindeki öznelerin payına göre ayrı şeylerdir. Aslında bu aldatılma ve aldanma, biri veya birileri tarafından değildi. Çünkü kendi içinde bir bilinçsizlik mevcûttu. Bunu anlamak için etrafımızda olanları bilmekte yetmiyor(muş); fark etmeliymiş ki, bunlar herkesin bildiği fakat pek azının fark edebildiği şeylermiş.

Elbette bilmek başka, fark etmek daha başka; bakmanın başka, görmenin daha başka olduğu gibi… Ben de o gün çok şey fark etmiştim.

Siyâsilere bakın meselâ, bakmakla yetinmeyin sadece, neyin peşindeler? Yanlış anlaşılmasın, savaşlar ne uğruna, bunca kişi ne için ölüyor? Geri dönüşü olmayan şeyler bunlar; yıkılan şehirlerde onca tarihi mekân… Bunu ne zaman, nasıl fark ederiz?

Mesele yanlış anlaşılmasın, patronların zulmü karşılığında işçilerin de masum olmayan hâlleri bu duruma dâhil. Kendi çevremizdeki insanlar, sevdiklerimiz, hattâ ailemizin her bir üyesi için geçerli…

Hedeflerimize ve hayâllerimize bakmalıyız. Bir ev, bir araba, iyi bir meslek, diploma ya da daha çok para… Hem de hemen her muhabbetimize kattığımız, ya kazanılacak olan ya da başkasının kazandığı para… Bunlara ek olarak, bugün hemen herkesin kendini sınırladığı saplantılı ideolojilerine bağlı olarak peşine düştüğü yol, yolculuk, uğruna ölünecek şey olan bir dâvâ…

O gün aldığım kararla bu yoldan ya da diğerlerini de içine katarak bu yollar bütününden çıkma kararı almıştım. Bu kolay olmamıştı fakat belki de bazı yola çıkmalar, yoldan çıkmakla başlardı. O gün Konfüçyüs’e atfedilen bir sözü çok düşünmüş ve yazımda da aktarmıştım: “Ya bir yol bul, ya bir yol aç ya da yoldan çekil!” Geçmişime bakıyorum, yol bulamadım. Hâlime bakıyorum, yol açacak birikim göremedim…

Ve devamında şunu eklemiştim: “Ey insan olma uğraşında çaba sarf eden varlık! Dünya bize yaşatılandan, öğretilenden ve fark ettiklerimizden daha başka bir yer, bunu seziyorum. Ve bugün sezgilerimin peşinden gitmek adına, insanların bugüne kadar ortaya koyduğu ve benim bugüne dek içine düştüğüm ne kadar yol varsa hepsini terk ediyorum. Son kez tüm insanlığı iman ettiğim Rabbe emanet ediyor, her ne kadar yoldan çekilmeye kıyasla edebe mugayir görünse de ilk kez yoldan çıkıyorum…”

O gün fark ettiğim şeylerden biri de, en tepesinden yere çakıldığım gökdelen, aslında hepimize ayrı ayrı koşulsuz olarak sunulanmış. Yani bize ait zannettiğimiz, başkalarının düşünceleri…

Aynı yazıda o gökdelene dair bir tarif yapmıştım:

Başkalarının düşünceleri, sınırsız hizmet veren gökdelen gibidir ve her insan koşulsuz bu gökdelene sahiptir. Ben ise şimdi, bana sunulmuş o gökdeleni yıkıp, yerine tuğlalarını kendim döşediğim barakamı inşâ etmek istiyorum. Aslında ‘benden kendime’ diye tarif edeceğim bu yoldan çıkmışlık eve yani kendime olan yolculuğumdur ki diğer yandan malûm benden bir hicrettir de…

Gelelim bu yoldan çıkmak adına sürünerek yolun kenarına geldiğim noktaya ve oradaki rastlantıya… O günden sonrası için âdeta çöküp kaldığım yol kenarında sırtımı bir duvara dayayıp içinden çıktığım dünyayı seyreylemeye durmuştum. Nice hırslara tanıklık ettim, amansız koşuşturmacalar, boş yere kırılan onca kalp, anlamsız ömür harcayanlar… Dayanamadım! Ara sıra çöküp kaldığım yerden yazdığım sözlerle, buradaki yazılarımla, onlara bağırmaya başladım. Karınca kararınca, kendimce, yanıldığımızı, yenildiğimizi, kendimizi kaybettiğimizi, aybettiğimizi haykırmaya çalıştım.

Ben bağırdıkça bir yankı yükseldi sırtımı dayadığım duvarın ardından. Şaşakalmışlık hâli ile yüzümü içinden çıktığım dünyadan, sırtımı dayadığım duvara döndüm. Ben ona seslendikçe o yankılandı. Sanki o güne kadar ihtiyacım olana erişmiştim de hazzına doyulmaz bir hâlin içerisindeydim. Şaşkınlıktan olsa gerek, kendi yankımla senli benli olmuştum; belki de ben ve kendilik tam da buydu. Meğer benim sırtımı dayadığım duvar, senin kendi içinde örülü duvarların bir yanıymış. Ben ise bunu fark ettiğim andan itibaren o yankının kaynağına ulaşmak istedim. Gücüm yettiğince o yankıya yöneldim, içinden çıktığım dünyaya sırtımı döndüm. Ellerimi o duvara dayadım ve sırf duvarın ardındaki yankıyı daha fazla duyabileyim diye susmamaya çalıştım, kendimle sohbetlerimi arttırdım.

Ama sen de bilirsin ki, o ardımdaki dünyanın gürültüsü bitmez, dindirmeye gücüm yetmezdi de. Fark etmiştim; ben on bağırıyordum da yankı bir dönüyordu o gürültüden. Bu sebeple yankı ile baş başa kalabilmek ve onu kusursuz duyabilmem için duvarı aşmam gerekiyordu. Şimdi o duvarı aşmak istediğim noktadayım. Aslında sen daha şanslısın. Çünkü o duvarlar sana ait; sahibi de sensin. İstesen, istediğin gibi aşardın o duvarı. Fakat benim için o duvarı aşmanın sadece üç yolu vardı. İlki yıkmaktı ama yıkamazdım. Her ne kadar yankıya ulaşmak için yapsam da bunu, ardında bir sen vardı. Bilmeden, istemeden üzerine yıkabilirdim o duvarı. Yani canı yanabilir, kalbi kırılabilirdi, gücüne gidebilirdi.

İkinci yol ise tırmanarak aşmaktı ki bu da samîmiyetsiz olanıydı. Hırsızlık gibi bir şey varsayılabilir. Sen’in rızâsı var mıdır bilmeden, birtakım yöntemlerle, kurnazlıklarla o duvar aşılabilirdi; ancak benim ulaşma isteğim bu değildi, böyle olmamalıydı!

Bu sebeple üçüncüsüne gitmek istedim. Daha fazla dinlemek zorundaydım ki isteğim, bana kapıyı tarif etmesiydi. Sonrasında elbette doğru anahtarı bulmak bana düşeniydi. Eğer başarabilirsem, hani olur da o kapı açılırsa, oturup yeniden düşünebilirdik, hem de birlikte…

Dilese içeri kabul olurdum; koşarak uzaklaşır, bilmediğimiz diyarlara doğru olabildiğince uzaklaşırdık. Dilese bizim gibi nice yoldan çıkmışa, tutunamamışa ulaşmak adına kaçtığımız dünyaya geri dönerdik ki fakat yine birlikte dönerdik…”

Evet, benim yankı hikâyem de böyleydi. Hani ehl-i hikmet der ya, “Ararsan bulamazsın, fakat bulanlar arayanlardır”… Aslında bulmak için ararsan, elbette bulamazsın. Çünkü bize düşen bulmak değil, aramak. Kimine yolda, kimine de yoldan çıkınca… Fakat er ya da geç rastlar o yankı.

Hayatta ekip biçtiğimizden ötesi yok. Bu sebeple son cümle olarak kimine öğüt, kimine ümit, kimine duâ, kimine bedduâ olacak bir sözle sonlandıralım o vakit: “Yankına rastgele(cek)sin!”