İNSAN hep kendi
yankısını duymak ister. Denize atılan çöpün bile kıyıya tekrar gelmesi, insanda
attığı her şeyin geri döneceği hissini uyandırır. Ama ne yazık ki, insanın doğa
kadar sistematik bir ruh iklimi çoğu zaman bulunmamaktadır.
Hayatımız
boyunca şekillendirdiğimiz düşünceler, içinde bulunduğumuz toplumun yapıtaşlarından
ve kültüründen beslendiğimiz ögeler, almış olduğumuz çeşitli eğitimlerin bize
kattıkları gibi, benliğimizi oluşturan ve bugünlere getiren tüm dinamikler,
hayatımızın sonuna kadar birer gölge gibi bizi takip ederler. Tüm bu
birikimleriyle var olan insanın, bir süre sonra hayata sadece kendi aynasından
bakma eğilimi göstererek bu yansımaya takılıp kalması oldukça muhtemeldir.
Süreç,
kişileri görmek istedikleri şekilde görmeye doğru sürükler ve sonrasında sadece
bir yanılsama olarak kalmaya mecbur hissederler. İnsanın hayatı
anlamlandırırken baz aldığı temel disiplinler kadar keskinleşen düşünceleri de önce
yakın çevresini, sonrasında ise ilişki kurduğu her insanı yaralamaktan geri
durmayacaktır. Gördüğü şeylerin gerçekliğine takıntılı hâle gelen bu gerçekleri
dayatmaktan çekinmeyen bir kişi için ahkâm kesmek günlük rutini hâline gelecek
ve çevresindeki insanların bir bir azalışı da kaçınılmaz olacaktır.
İnsan
kaç yaşına gelirse gelsin, hayattan öğreneceği yeni şeyler mutlaka vardır. Çoğu
insan “Ben oldum” dedikten sonra da uzun bir ömür yaşamakta ve bu ömrü kendi
çaresizliğine hapsetmektedir. Oysa tecrübe edilmeyen birçok his, görülmemiş
birçok yer ve okunmamış onca eser varken insanın dünyaya şifrelerini çözmüş ve
bitmiş bir olgu olarak bakması çok üzücüdür. İlmî bir sohbette veya tartışmada
bile sadece bildiklerini aktarmak ve geriye kalanla ilgilenmemek, özellikle de
karşımızdakini dinlerken anlamaya çalışmamak kadar insanı sıradanlaştıran başka
bir durum daha mevcut değildir. İnsanın kendi iç dünyasında her şeye verdiği
notların bulunduğu ve karşı taraftan da sürekli bu notlar çerçevesinde dönütler
almayı beklediği bir hayat, ancak renksiz, kokusuz ve tatsız bir yemeği her gün
yemeye kendini mecbur kılmakla mümkündür.
Hepimizin
tecrübesi ve şekillendirdiği hayat birbirinden farklıyken, tüm bunlara
kendimizi kapatarak bir köşede unumuzu eleyip eleğimizi asmak, özellikle de
Müslüman bir toplumun fertlerine yakışmamaktadır. Ömrünün sonuna kadar yeni
şeyler öğrenmeye çalışan ve bunlarla yeniden şekillenip renklenen, gücünün
yettiği hiçbir şeyden geri durmayan insanlarla karşılaştırıldığında kendi
güvenli alanını oluşturup kaç yıl daha yaşayacağı belli olmayan hayatını bu güvenli
(!) alana mahkûm edenlerin konumu hiç de iç açıcı durmamaktadır.
Kendi
gölgemizin tutsağı ve düşüncelerimizin esiri olmadan temellendirdiğimiz
hayatımızı son ânına kadar vazgeçmeden yaşamak, hem bu dünyaya olan faydamızı,
hem de kendimize olan saygımızı yüceltecektir. Her zaman kendi sesimize eş
değer seslerle bir araya gelemesek de farklı seslere de kulak aşındırmak, hep
aynı yankıyı duymaktan çok daha geliştirici olabilir. Bazen insanın bir ömür
fark edemediği şeyler, belki de onu her düşüncesinden en emin olduğu çağlarda
bulunabilir ya da karşıdaki ses dinlendiğini anladığında, aynı özveri ile
dinleyip bizim düşüncelerimizin doğruluğuna kani gelebilir.
Hayatın tüm getirilerine ve bizden alacağı her şeye açık olmak, insan ruhunu doğadaki her şeyin birbiriyle olan uyumlu huzuru gibi doyuracaktır.