Yangına düşen hayâlin gölgesi

Sevgi kimdir, sevgi nedir? Sevgi, kaybetmek nedir, yürek nasıl kor olur, hayâller nasıl yiter, öğrenecekti. Ama o çocuktu işte, kaybetmenin soğuk uğultusu, kulakları sağır eden bir korkunun çığlığıydı belki de…

GÖKYÜZÜ maviliğinde boyanmış merdiven küpeştesi, bu soğuk eğri beton basamakların üzerine hoş sedalı yaz yağmurunun damlacıklarını arz-ı endam ederek bırakıyordu.

Ve bulutlar çekilip güneşin süzülen ışığıyla buluşunca oldukça parlak maviye inat basamaklarda daha da karanlık gölgeler izini bırakıyordu. Oysa geniş ufukların, engin denizin rengi değil miydi mavi?

Ezber ettiği bu sokaklarda ıslanan toprakları minik elleriyle yoğurup hayâlindeki oyuncakları ve şekerlemeleri kıvama gelen çamurla buluşturuyordu. Her tutamı ayrı hareket eden lüle lüle saçları beyaz yüzünü yer yer çamura boyasa da balçıkla dolu oyuncağı olurdu. Bir oyuncak mağazasına girmiş gibi bütün oyuncaklar onundu artık. Küçük bedeni yorgun düşene kadar tadını çıkarırdı bu toprak kokulu oyuncaklarının. Annesinin şefkatli ellerinde yıkanıp temizlendikten sonra yorgun fakat huzurla gözkapaklarını derin bir nefes alarak uykunun kollarına bırakırdı.

Bir gün daldığı bu tatlı uykunun sabahında gözlerini açtığı an annesinin ona aldığı oyuncak bir bebekle buluştu gülümseyen yüzü. Gerçekle rüya arasındaki şaşkınlığı ve heyecanıyla mavi gözlerini kırpıştırıp yüzüne düşen saçlarını elinin tersiyle ittiriyordu yüzünden. Tahlil doğru çıkmıştı, bu bir rüya değildi ve gerçekten bir oyuncak bebeği vardı artık. Havaya atılmış rengârenk bir ışık gibi yatağından fırlayıp annesinin boynuna sımsıkı sarıldı. Bir şekerleme tadındaki heyecanın kanatları kelebek uçuruyordu. Sevinçle merdivenden inen ayakları bu sabah Sevgi’yi bir adım daha öne itiyordu. Alıp verdiği nefes hızına kalbi de kayıtsız kalmıyor, ruhunun özgür huzurunu dışarıya hissettiriyordu.

Bir Cumartesi günüydü. Yine oyuncağıyla baş başaydı. Teyzesi ve kızı Nilgün, misafirliğe gelmişti. Sevinci ve mutluluğu daha da artmıştı. Teyzesinin kızıyla yaşıt sayılırlardı ve birlikte camiye gider, dua öğrenirlerdi. Sonrasında sokakta oyunlar oynar, tâ akşam olup da yorgun düşene kadar koştururlardı.

Beraber bahçeye çıktılar, papatyaların etrafından biraz koştular, yere düşüp güldüler. Her şey ne kadar güzeldi. Bahar gelmiş, çiçekler açmıştı. İkisinin de yüzünde o baharın tazeliği ve saflığı vardı. Sevgi, Nilgün’e, “Bak, sana ne göstereceğim?” diyerek koşa koşa gidip daha bir gün önce çamurdan yaptığı çeşit çeşit oyuncaklarını ve annesinin aldığı bebeğini getirdi. Nilgün’ün gördüğü bu güzel oyuncaklar ve bebek karşısında şaşkınlığın verdiği heyecanla bezeli ruh hâlinin yansımasıyla “Bunları bana verir misin?” dediğinde ne diyeceğini bilememenin şaşkınlığına kapılmıştı. Seviyordu Nilgün’ü. Oyuncakları vermek istemese de Nilgün ona hep gülümsüyordu. Sevgi, önce derin bir nefes alarak, “Vermek isterim ama” diyerek yutkundu ve ekledi: “Ama sen bu akşam gideceksin…”

Sevgi çok mahcup olmuştu. Nilgün, cazibesine kapıldığı oyuncak bebeğe safiyane bir hâlle bakıyor, dalıyordu. O da yutkunuyordu. Büyükanneleri pencereden onları izliyor, konuşmalarını dinliyordu. Seslendi: “Sevgi! Nilgün misafir yavrucuğum. Hem temelli onun olmayacak. Birkaç günlüğüne babaannesine ziyarete gidip gelecekler, gelince getirir bebeğini…”

Sevgi az önce bebeği ile Nilgün arasında kalırken, şimdi de bebeği, Nilgün ve anneannesi arasında kalmıştı. Hissettiği ikilemin acısıyla gözleri hafiften kızarmıştı. “Tamam anneanne” deyip ekledi: “Ama geri getirirse vereceğim!”

Nilgün, gökyüzündeki kuşların kanat çırpması gibi ellerini çırpıyordu. İçi sevinç ve mutlulukla dolup taşıyordu.

Nilgün ve sahip olduğu ilk bebeği gitmişti Sevgi’nin. Başkaları bilmezdi Sevgi’nin düşlerini. Düşlerini bilmeyenler beklentilerini zaten bilmezdi. Giden oyuncaktı belki ama Sevgi’nin hayâlleri de ödünç verilmiş gibiydi. Yapayalnız kalmıştı adeta.

Birkaç gün sonra teyzesi ile Nilgün’ün evlerine gelişini uzaktan görünce hissettiği sevinç, kaybedilen zamandaki o derin bekleyişin verdiği derin sıkıntıyı unutturmuş, dünya birden küçülürken gözbebekleri büyümüştü. Şımarıkça rüzgârda salınan bir yaprak gibi tek nefeste Nilgünlerin kapısına varmıştı bile.

Teyzesi ise ona sarılıp “Ben Sevgi’yi hiç bırakır mıyım?” diyerek, az sonra vereceği o acı haberin yansımasının Sevgi’de oluşturacağı ıstırabı hafifletmeye çalışıyordu. Kucaklaşmanın ardından sabırsızlıkla ve yüzünde gülücüklerle sordu Sevgi: “Bebeğim nerede Nilgün?”

“Tarladan topladığımız domatesleri salça yapmak için ateş yakmıştık, bebeğin de kazayla o ateşe düştü ve yandı kuzum. Ama üzülme, ben sana ilk fırsatta yenisini alacağım” diye karşılık verdi teyzesi. Sevgi, donuk gözlerle “Nasıl?” diye sadece beş harfli bir kelime söyleyebildi.

Sevgi kimdir, sevgi nedir? Sevgi, kaybetmek nedir, yürek nasıl kor olur, hayâller nasıl yiter, öğrenecekti. Ama o çocuktu işte, kaybetmenin soğuk uğultusu, kulakları sağır eden bir korkunun çığlığıydı belki de…