BİR dağa yaslanmak, bir çınara yaslanmak, bir taşa yaslanmak, suya yaslanmak ve bir yüreğe yaslanmak…
Yaslanılan mekân dağdır bazen. Korur rüzgârın şiddetinden. Yamaçlarındaki binbir türlü çiçeklerle mest eder ruhu, eğer mevsim ilkbaharsa… Kuşların ve böceklerin sesi çok sesli bir korodur. O ahenkte serbest bırakılan ruh ve beden bütün yorgunluklarından arınır anında. Yeşilin tüm tonlarında rüyalardan rüyalara koşulur. Hele sevdiği gelmişse rüyaya, gözler dahi açılmaz uyanmış olunsa da. Yamaçlardan vadinin tabanına doğru akan kaynak suları, sevginin sevgilideki akışını hatırlatır. Nasıl da nazlı ve ince akar o su… Geçtiği her kıyıya ayrı bir haz verir. Akan mutlu, akıtan bahtiyardır. Yeşilin topaktan kaynaması, sevginin kalpteki kaynamasına benzer. Ne karanlıktan etkilenir ne yağmurdan ne üzerinde gezinmeye çalışan diğer canlılardan. Çünkü zamanıdır her şeye rağmen gösterinin. Sevginin nüfuz ettiği kalbin ilk heyecanına benzer; tüm çiçeklerin farklı renk ve kokularını sergilemesi sanki sevdayla titreşen kalbin ilkbaharıdır. Hani sözcüklerin özenle seçilip kullanıldığı dönem… Ve huzur, tanımlanamayacak zorluktadır. Çünkü yaslanılan koca bir dağdır. Yamaçları engin ve emniyetlidir. Bir sevgilinin göğsü gibi derin bir sevgi siperdir.
Ne güzeldir iki sevginin birbirini kanatlarının altında koruması
Mevsim yaz ise, yaslanılan dağ güneşin yakıcılığından koruyup gölge olur. Volkanlaşmış ruhu ve bedeni sükûnete ulaştırır. Onların kararlı bir halde olması için en kuytu serinliklerini açar her zaman. Bunaltan yaz yağmurları başlayınca da kanatlarının altına alır. Ne güzeldir iki sevginin birbirini kanatlarının altında koruması, ne hoştur mevsimin türüne bakmadan sevgiyle yaslanmak. Belki de yamaçlarındaki ceviz ağaçlarının sırrı budur. Artık yeşil rengini sarıdan yana çevirmeye başlamış, hatta ilk çıkan yeşilliklerin yerlerinde toprağın kızgınlığı hissedilir olmuştur. Elini koysan kavuracak gibi... Kalbe dokunan sevgilinin siteminin yakıcılığının kopyası sanki... Toprak ana. Biz de ondan geldik, bizdeki sevgi de… Kavuruculuğu ondan, yani yaratılıştan... Olgunlaşma dönemidir yaz, sevgilinin koynundaki meyveler gibi. Umulmaz bir zarafetle ikram edilir onca sıcağa rağmen, dağın yamacına sevgiyle yaslanmış sevenine. Sevgiyle dokunuş, sevgiyle bakış meyvelere; tepedeki güneşin yakıcılığından daha yakıcı aşkla bakan gözlere bakış… Bir yaz mevsimi dağa yaslanış, günün yoğunluğunda sevgiliye yaslanış…
Rüzgâr hafiften çıkmış, sararan yapraklar dalında kurumuş, yerlerde kaderine terk edilmişliğin görünüşündeyse dağ, mevsim sonbahardır. Güzel bakan güzel görür misali, o yaprakların hışırtıları ilkbaharın çok sesli korosunun kalın perdeden bir tonudur adeta. Hatta bu sesler çok daha derin izler bırakır kalpte. Sanki olgun insanların sevdaları ve anlayışları gibi... Görüntüde kuru, ama özde çok zarif ve çok sade. Yaslanılınca yaprak seremonisine kalkmak istenmez; ruh ve beden olgunluğunun hazzıyla kendinden geçer. Renklerin en tabii hali gözlenir. Sevgilerin en tabii hali düşünülür uzun uzun. Çeşitliliği düşünülür, sevmenin tek renkli olmadığı, ama sevgilerin üzerindeki sevgiyi de ayrıcalıklı tutmanın gerekliliği… Gözler kapatıldığında portakal renkli güneş ışınlarının sevgiyle dokunarak hızla geçtiği hissedilir. Uzaktaki sevgi ve şefkat dolu ellerin hayalleri okşadığı hissedildiğinde sevdiğine yaslanmanın hazzı yaşanır. Bir rüya görülür yaslanılan mekânın huzuruyla. Uyanıldığında gözleri açmamak için yoğun bir direnç gösterilse de sonunda gözler açılır ki, sonbahar da bitmiştir artık.
Yaslanıp susmasını bilmek gerek o vakit
Kış, karın adıdır nasılsa. Soğuğun resmi, tipinin şiddetlisi… Nasıl yaslanılır ki dağa? Nasıl? Ama yaslanılmalıdır. Yaslanmalısın da. Sevda bu mevsimde çıkar bir sınav gibi karşına. Çünkü bu dağ hep aynı dağdır. İlkbaharını, yazını ve sonbaharını görüp huzurla yaslanılan mekândır. Yaslanmak için mevsimlere ve aylara bağımlı olunmaması düşünülmelidir. Onun üzerine yağan kardan, üzerinde oluşan tipi ve borandan korkulmamalı ve onların donduruculuğunda üşünmüşlük belli edilmeyip, üşünülmemelidir de mümkünse. Kendini bırakmalı sevgiyle karların orta yerine, beyazlarla kaplanmalı tüm beden. Onun koruyuculuğuna güvenilmeli. Belki de o yaslananına farklı yatak olacak, diğer mevsimlerin gevşemişliğinden kurtaracak, muhkem ve sabırlı yapacak. Kar yağarken üzerine, aşkla yaslanmalısın ki, dağın yamaçlarına, baharı olunca o da seni farklı şekilde kucaklasın aynı mekânlarında.
Sevdiklerimizin dört mevsimi vardır. Biz onlara her mevsim yaslanabilmeliyiz. Her hallerinde yanlarında olabilmeliyiz. Onların öfkeli anlarında, ağlamaklı oldukları zamanlarda onlara yaslanmamız, mutlu olduklarında yaslanmalarımızdan daha az etkili değildir. Çünkü dost-sevgili zor zamanların adamıdır. Öğle yaslanmalıdır ki, dört mevsim, onun çilesini alıp onu küçük de olsa bir sıkıntıdan kurtararak, her mevsim ona ihtiyaç duyulan ecza olmalıdır. Çünkü dost-sevgili sorgulama yapmadan yaslanmasını bilendir. Yaslandığı yerin mevsimsel özellikleri onun konusu değildir. Bilir ki, sevginin de dört mevsimi vardır. Kış en zor olanıdır. Sevdiklerimizin kışında onlara yaslanmak, onların üzerine yağan karları eritme eylemidir. Onların yamaçlarında esen fırtınalara karşı küçük siper olmak sevginin tabiatındandır. Çünkü sevgili koca bir dağdır. Seven o dağda bir can. Ömür o dağı keşfetmekle geçer. Yaslanmak istediğinde dağ, ona her zaman hazırdır; mevsimlerinin ruhuna uygun ikramlarından cömertçe sunmak için…
Yaslanılacak bazen bir çınardır. Öylesine kök salar ki, toprağın derinliğine kimseler bilmez ve görmez. Nasıl beslenir, nasıl soluklanır toprağın karanlığında bilinmez. Unutulur, bizi yaşatan ve bizi dinamik tutan kimsenin bilmediği köklerimizdir. Sakladıklarımız, gün yüzüne çıkarmadıklarımız veya çıkaramadıklarımızdır. Var olmak için karanlıkta yaşamak da lazımdır bazen. Görülmek ve fark edilmek yaşamı ortak kullanıma açmaktır çok defa. Bu ise, toprak altındaki köklere gereksiz müdahale anlamına gelir. Bundandır yaslanılacak bir mekândır çınar. Çünkü gövdesi sıradan insanların kavrayacağı kadar küçük olmadığı gibi, dalları da en az yerdekinin derinliği kadar yücedir. Bu bir gönüldeki sevda gibidir, boyutlarına ulaşılamayacak kadar büyük, seyretmekle doyulamayacak kadar asil, yaslanılacak kadar emniyet… Bir sevdanın bir yürekte kök salışı, bir çınarın toprak altındaki kökleşmesi, bir sevdanın bir başka yürekte büyümesi de bir çınarın gökyüzüne genişleyerek büyümesidir azim ve gururla. Bilen bilir, çınarın asaleti bir sevdanın asaletidir. Ondan yaslanılması gerekendir. Çınarın ömrü bir sevdadan daha uzun değilse de ona en yakın olandır. Sevdaların dilden dile bize ulaştığı gibi, çınarın dallarının her birinde de işlenmiş nice sevda öyküleri vardır, bize ulaşan dalları arasında dolaşıldığında hissedilen huzur, sevgilinin kolları arasındaki huzur gibidir. Her daldaki ayrı bir fark ediş, sevgiliye her dokunuştaki ayrı fark edişle özdeştir. Çınarın yaslananına verdiği güven ne ise sevgilinin gönlüne yaslanıldığında hissedilen güven de odur. Ondandır her gönül bir çınardır, ama çınarı korumak da lazımdır. Nasılsa ömrü çok uzunmuş diyip ihmal edilmemelidir. Onun üzerinde yuvalanan kuşların dalları kirletmelerine de izin vermemek yaslananın asli görevidir. Zira seven, sevdiğini her türlü olumsuz dış etkilerden koruyandır.
Yaslanılan taştır zaman zaman. Konuşamaz ve konuşturamaz da… Bana mı demez. Yaslanıp susmasını bilmek gerek o vakit. Sadece susmak ve dinlemek taşın fısıltısını. Okşamak, sevgiyle bakmak, hissiyatsız görünse de... Onun duyup duymasını, hissedip hissetmemesini ön plana çıkarmadan içinden geldiği gibi yaslanmak… Sabır göstermek gerekir; yaslandığında sırtın acısa da… Bu bir taş diyip terk etmemek gerek. Bilinmelidir ki, sevgiyle yontulan taşlardan ölümsüz sanat eserleri oluşturulmaktadır. Bunun için Mardin’e taş ustalarına gitmeye gerek de yoktur. Kalbini vermelidir yaslanan, sadece kalbini… Kalbin kekici, keskisi, cetveli kullanılmalıdır. Ama sevda işlenmelidir motif motif. Sevgi ustalığının sırrına güvenmek ve bilmek gerekir. Ayrıca da taşın taşlığını ve zamanı gelince ağladıklarını da bilmek gerek… Bıkmadan usanmadan sevmek gerekir yaslanılan taşı. Sadece sevda için ve sevdayla yaslanmak gerekir… Bu taşlaşmış diye yaslanmaktan kaçmamak gerekir. Hani taş yontulacak türdense pişman olunmayacaktır. Ama yontulamayan taş ise yapacak bir şey yoktur.
Sevgiyle yaslandı mı insan, kalbinde kaynayan mahşer kutupların buzullarını eritir
Suya yaslanmak; sırılsıklam olmak, nefessiz kalmak sevda havuzunda… Suya yaslanınca olabileceklerdir bunlar. Gönül bazen seveninin bir suya yaslanır gibi yaslanmasını ister kendine. Bazen de kendi onu bir su gibi sarmak ister. Arınmak ister, arındırmak ister yaşamın tüm kirlerinden. İçinde sevgisizlik kokan her şeyi söküp atmak ister. Yaslanınca her türlü sıkıntılarının akıp giden suyla akıp gideceğini düşünür. Yaslandıkça su genleşir ve merkezine alır onu. Zaman olur sıcaklığıyla yakar, zaman olur soğuk olur üşütür. Ilık olduğunda ise ona hayatın içinde hayat bahşeder su. Sanki mevsimsel geçişler gibidir suya yaslanmak. Sevgiyle yaslandı mı insan, kalbinde kaynayan mahşer kutupların buzullarını eritir. Çözülür yüz yılların buzulları ve sevdanın ritminde akar. Akış bir ahenktir, bir huzurdur. Çünkü ona sevgiyle yaslanan bir yürek vardır. Ve bir yüreğe yaslanan başka bir yürek…
Sınav yaptığımız salonun penceresinden tepelere doğru baktım uzun uzun. Uzaktan ve uzun uzun. Sarıçiçeklerle kaplı yamaçlar hadi gel diyor adeta. Sonra yeşilin can alıcı tonları… Gitmek var aslında, bırakıp işi gücü. Hayallere dalarak yürümek var. Yanında ise kahvenin gözlerinden damladığı sevgili… Nasılsa her şey hayalden ibaret değil mi? Reeller reel olmalarının inanılmaz duygusuzluklarındayken, hayallere tutunarak farklı bir yaşam düzleminde başarıyla koşmak hayal gibi değil mi zaten. Varsın bir de hayali sevgili olsun. Beyaz tenine dokunsun çiçeklerin sarısı. Kestane rengindeki saçlarını gelincikler süslesin. Siyah kaşlarının arasına papatyalar dokunsun. Yaşı olgunluğun direği, hayatında ise acılar olsun. Bir zamanlar sevdiğini ve sevildiğini sansın birçokları gibi. Kapalı olan gözü farklılıklara takılsın. Umutlarını bağladığı zor yaşamın kurallarını olduğu yerde bıraksın. İki hayali insan yamaçların çağrısıyla yan yana gelsin.
Hayatın acımasızlığı sıkça vurgulanır. Bu acımasızlığı hayat mı kurgular, yoksa hayatın içindeki bazı parametrelerin çakışmasının doğal bir sonucu mudur? Hayatı çekilmez kılan onca donelerden kaçının hâkimiyiz, hangilerinin esiri? Artık başımızı az da olsa kaldırıp tabiatın muhteşem sunumuna göz atmanın vakti geçmiyor mu? Kim için olanca ihtişamıyla yeşile bürünmüş dağlar ve onların yamaçlarındaki her renk ve kokuda çiçekler? Kim zevk alacak onlardan biz bu ruh halindeyken? Ya uzakta bildiğimiz denizler? Hayali sevgilinin o denize bıraktığı hüzün dolu bakışlar ne zaman son bulacak? Denizlerin çağrısına uymakla yamaçların çağrısına uymak aynı ise artık başımızı kaldırsak mı? Bunlar yaratılmış güzellikler ise, ki güzelliklerdir onlar, o halde bu güzellikleri hiç olmasa hayalimizde yaşatsak. O kadar özgürlüğümüz olsa bari. Yoksa acayiplik hayatın güzelliklerini yok sayarak yaşamakta mı?
Nasılsa kimse onların yüreklerindeki bu giysiyi asla fark etmeyecek
Uzaktaki sevgilinin seyrine doyulmadığı gibi, yamaçların ahengine de doyum olmayacak sanırım. Yamaçlar yetişkinliğin içinde saklı çocuksu duygulara öteler hep. Artık özgürce yamaçlarda koşan çocuk ruhlu yetişkin olmak istiyorum, özgürce ve korkusuzca. Ayağım taşa değsin, düşeyim de burnum kanasın istiyorum. Zarif bir el uzansın, eteğini ters çevirerek, burnumun kanlarını silsin. Yılların yorduğu başımı çiçek kokularının arasında yürümekten yorulmuş dizine koysun. Ela gözlerin içine kahve katreleri insin. Topraklara değen bedenlerimiz, yüreğimiz ve ruhumuza yaratılışımıza ait bir mesaj versin.
Çiçek tarları arasında geçmişi konuşmaktan öte günü konu edinmenin hazzı olsun. Bir an oturup sevgilinin seyrine dalınsın. Sevgilinin ceylanı kıskandıran sekişleri yüreğin çeperlerinde nasıl bir nakış oluyor, onu hissetsin ve yaşasın. Onun çiçekleri koparmamak için toprakta nasıl süründüğünü görüp, sevimli bir tavşanın saklanmasını hatırlasın. Çocukluk çağında kirlenmekten korkulmadığı gibi yine kirlenmekten korkulmasın. Zira kirlenecek olan markalı giysiler olsa da marka almadığımız, patentini tescilletilemediğimiz sevgi dolu yüreğimiz ve ruhumuz arınmış olacak. Çiçekler arasında mutlu olmayı derinden hissetmeli, sonraki zamanlarda da aynı mutluluğu farklı mekânlarda yaşayabilmenin hayali kurulmalı. Yani hayal için de hayale yolculuk edilmeli biraz.
Hayallerin ötesinde bir dağın arkasındaki inde saklanmıyor o sevgili artık. O bir adım ötede. Elini uzatsan tutacaksın işte. Baksan, göreceksin. Solusan, kokusunu alacaksın. Hayal bu ya dememeli, hayali yaşayalım bulunduğumuz noktada. Onunla bu çiçek tarlarında olmasa da başka bir mekânda hayallerle cümlelerden piramitler yapalım. Buna inanıyorum, çünkü hayal etmeden reeli yakalamanın imkânsızlığını düşünüyorum. Ayrıca, hayatı yaşamayı bilen, onu yaşamak isteyen, fakat o süreçte ona tutku veren doneleri de çok olmayan ve platonik bir aşka kendini kısmen mahkûm etmiş bir sevgiliyi hayal ediyorum artık. Şimdi biri onca yazılar ve şiirler yazdığı muhayyilesini, biri de platonik aşkını terk ederek, yamaçların çağrısına uyarak, çiçekler arasında yüreklerini ve ruhlarını özgürce birleştirsinler. Hayatlarının bundan sonraki süreçleri için umutlarını aynı kazanda kaynatıp, hayal ipliklerini aynı boyaya batırsınlar. Sonra o hayali ipliklerden ördükleri elbiselerini çıkarmak için giyip özgürce dolaşsınlar dağın yamaçlarında. Nasılsa kimse onların yüreklerindeki bu giysiyi asla fark etmeyecek…



