Yalnızsan, tut ellerimden!

Uzun bir süre görüşemedik yüreği hüzün kadınla. Bir gün yine kapımı çaldığında gözleri güneş, dili bülbül, gönlü çocuk cıvıltıları gibi sevimliydi. Heyecanla boynuma sarıldı ve “Yazdım!” dedi.

SUSTU, öylece sustu. O içinde kıvrılıp yatan sızının acısını duya duya, hüzünle sustu sonuçsuz… Kâinatta her nesnenin kendi yerini bilerek sessizce durması gibi sustu. Bir adım attı; geceyi geceye bağlayıp yıldızlardan yardım dilenir gibi, ayın aydınlığından medet umar gibi sustu. Uzun bir sükûnetin kısa huzûruyla sustu. Sonra sanki konuşmayı unutacağından korkar gibi açtı ağzını, kendi öyküsünün cümlelerini bir haykırışta endişe ve acıyla gökyüzüne fırlattı, kelime kelime yere düşen hikâyenin yüzünde gülümseme, rûhunda sevinç olanlarını yakalamak ister gibi çırpındı...

Kahkahalarla gülerek etrafında dönerken, hâlâ elleri havada hayat hikâyesinin mânâ dolu kelimelerini yakalamaya çalışıyordu, bir anda katıla katıla ağlamaya başladı. Yanaklarından yol yol süzülen yaşlar avuçlarına doluyordu. Çıkardığı seslerden gülüyor muydu, ağlıyor mu, ayırt edememeye başlamıştım yine.

Gülüyordu galiba… Hayır, ağlıyor… Hem gülüyor, hem ağlıyordu… Bu bölünmüşlük hâlinin ne kadar sürdüğünü bilmiyorum ama yavaş yavaş dinginleşti. İçinin fırtınalarının neye ne kadar zarar verdiği bilinmez, lakin bir çocuk mâsumiyetiyle olduğu yere çöktü; avuçları sımsıkı kapalı... Sonra telâşla yüzünü yokladı, akan gözyaşlarının dinmediğini sanarak hâlâ ıslak olan yüzünü elinin tersiyle sildi, saçlarını düzeltti sakince ve susarak.

Belli ki gönlü yorgun, yüreği kırıktı. Dalgın dalgın mırıldanır gibi konuşmaya başladı.

“Gözlerim ne zaman gözlerine değdi? Dün? Dünden önceki gün? Daha daha önceki gün? Bilmiyorum… Belki aylar var, meftûn olduğum gözleri gözlerimle buluşmadı. Biliyorum, beni görmüyor. Varlığımın farkında bile değil. Var mıyım, yok muyum? Aldığım soluğun onun için önemli mi olduğunu bilmiyorum” dedi yüreği hüzün kadın.

“Çok şey mi istiyorum? Sadece yaşadığım hayat içinde farkında olunmak bütün arzum. Karanlık içinde olmamalıyım, kendimi unutmadan, hiçbir şeyi gözden kaçırmadan, bütün cesaretimle ellerimi, yüzümü, gözlerimi, içimde esen fırtınaları, mutluluk esintilerini tanımadan bu bahçeden geçip rûhumun caddelerinde bilinçsizce yürümemeliyim. Benim arzu ve isteklerimle, aynı evi paylaştığım canla huzûra ermek, korkmadan, utanmadan gözlerimizin içine bakmak ve ben ya da sen değil, ‘biz’ olmak istiyorum. Ömrümüz bizim yaşayacağımız bir tiyatro oyunu ise, her perdeyi inancımızı katarak, çalıntı bakışlarla değil, samimî gülümsemelerle oynamak istiyorum. Yaşadığımız hayatta önümüze çıkan kapıları aralarken birbirimizden kuvvet almak ve olayların rengine birlikte boyanmak istiyorum. Ama her seferinde hıçkıra hıçkıra ölüyorum…”

Konuştukça, döküldükçe yüzüne bir rahatlama gelmişti. Onu dinlediğimi hissettirmek için kısık bir sesle “Anlıyorum seni” dedim, “Çok iyi anlıyorum”.

Anlaşılmak belli ki sevindirmişti onu, iştiyâkla devam etti:

“Her şeyin, ama her şeyin bir öncesi var. Ve biz farkında olsak da, olmasak da, zaman akıp giderken yaşadığımız olaylar, incindiğimiz veya incittiğimiz canlar, hissettirdiğimiz veya hissedip mutluluk duyduğumuz sevgiler, yarım kalmış ifadesiz bakışlar, geç kaldığımız yürekler, hayatımıza Japon yapıştırıcısıyla yapıştırılmışçasına bir türlü kurtulamadığımız, her gördüğümüzde bizi negatif etkileyen gözler…

Hemen hemen hepimiz bizi şekilden şekle sokan iç veya dış bükey aynalarda -hayatımızda bir kere de olsa- kendimizi seyredip gülmüşüzdür. Ben o aynalarda dolaşırken babacığım yanımdaydı; ben uzayan kafam, ufacık bedenim veya uzamış kol ve bacakla nohut kadar kafamı gördükçe aynaları hızla geçip gitmek isterken, babamsa baba kuvvetiyle beni tutup, ‘Kaçmak yok, bak nasıl komiksin!’ diye her ayna önünde uzun uzun kalmamı sağlamıştı. Bu durumdan mutlu değildim, lakin gözlerimi kendimden çekip babamın görüntüsüne kilitlemiş, aynaların sonuna kadar katıla katıla gülmüş ve ayna gezimizi mutlu bitirmiştim. Babamın hayret dolu bakışları bana çevrildiğinde, küçücük aklımla ‘Kendime değil, sana baktım ve çok eğlendim babacığım’ demiştim de babam, fuar yerinde bir hayli koşturmuştu beni ‘Seni gidi seni!’ diyerek…

Sonraki yıllarda yaşadığım hiçbir hâdisede aynalar gözümün önünden gitmediler; canımın acıdığı zamanlarda bile gülümsemek için bir bahanem oldu. Elbette her zaman, her şey istediğim gibi gitmedi. Başıma gelen her hâdisede karanlık bahçeler, kırık dökük duygular, alkışlar, methiyeler… Her insan gibi, doğduğum an itibariyle bir filmin başrol oyuncusu olarak repliklerimi oyun akışına göre kendim belirledim elbette. Ve çoğu zaman yaşadığım birçok hâdisenin sonunda kendimle baş başa kaldığımda, ‘Keşke şunu da söyleseydim, öyle değil de böyle deseydim’ gibi içimde ukdesi kalan, zaman zaman da beni huzursuz eden birçok cümle biriktirdim. Ne yaşadıysam kabulüm!

Dedim ya, her olayı kendimce güzelleştiriyorum. Olduğu gibi kabulleniyorum, lakin eşimin artık bana uzaklığına katlanamaz oldum. Oysa yıllar yıllar önce ona, ‘Ben her sıkıntıya göğüs gerebilirim, zorlukları aklımla, fikrimle hâlledebilirim. Haksızlıklara susup Rabbime havale edebilirim. Kırık dökük, beni acıtan her hâlden sen yanımda olursan kolaylıkla sıyrılabilirim. Yeter ki yanımda ol ve ellerimi hiç bırakma!’ demiştim. Sadece yüzümü değil, gönlümü, gözümü, yüreğimi, rûhumu aydınlatan tebessümüyle bana bakıp, ‘Ben hep yanında olacağım! Ellerimi elinde ve sırtında hissedeceksin!’ demiş, söz vermişti. Ama unuttu…”

“Acaba unuttu mu? Yoksa sen onun ilgisine alışıp hep daha fazlasını mı ister oldun? Bunu hiç düşündün mü?” diye sordum yüreği hüzün kadına.

Onu ilk tanıdığım suskunluğuna büründü bir an. Omuzlarını kaldırıp indirdi, dudağını büküp sessizce ve de soran gözlerle, “Bilmem, sen öyle mi hissettin?” dedi.

“Bilmiyorum” dedim, “Bildiğim tek şey, eşini çok sevdiğin. Bana anlattıklarını ona da söylemelisin”. “Denedim, ama ya ağlıyorum ya da ne konuşacağımı unutuyorum” dedi. “O zaman yaz! Bütün samimiyetin ve sevginle yaz ona!” dedim. “Peki!” dedi mâsum mâsum.

Uzun bir süre görüşemedik yüreği hüzün kadınla. Bir gün yine kapımı çaldığında gözleri güneş, dili bülbül, gönlü çocuk cıvıltıları gibi sevimliydi. Heyecanla boynuma sarıldı ve “Yazdım!” dedi.

“Kış güneşinin rengine aldandı sanırım gözlerim. Ölümüm gelsin diye bekler oldu bedenim. Rengârenk arzular dolaşıyor oysa rûhumda, ama gözlerimin rengini unuttuğun için hüzünlerimde boğulup korkular yaşıyorum. Kendime itiraf edemediğim acılar zinciri, boynuma sarılmış yağlı urgan gibi… Dilimden dökülen kelimeler, ağrıyan yüreğimin ağır işçileri… Bütün naftalin kokulu yaşadıklarımdan sıyrılıp, sahipsizliğimle sarmaş dolaş gidiyorum! Ben dilimde, yüreğimden düşen mutluluğun yazılmamış şarkılarıyla gidiyorum. Yalnızsan, bırakırım bakışlarımı, sende kalsın! Daha da yalnızsan, tut ellerimden!”

“Soran gözlerle baktım yüzüne, gülümsedi. “Ben senin ellerini hiç bırakmadım, sen beni bıraktın!” dedi bana. İşte o zaman içime döndüm, onun gözleri ve duygularıyla baktım, kendimi okudum, anladım! O da kendiyle hemhâl oldu…

Kısacası, biz birbirimizi tekrar anladık ve aynı yolun birimizin sağından, diğerimizin de solundan yürüdüğünü fark ettik. Artık el ele, yolun ortasından, sağından veya solundan, kısacası istediğimiz yerinden birlikte yürümeye karar verdik. Seni seviyorum dostum, seni çok seviyorum!”