SUSTU, öylece sustu. O
içinde kıvrılıp yatan sızının acısını duya duya, hüzünle sustu sonuçsuz… Kâinatta
her nesnenin kendi yerini bilerek sessizce durması gibi sustu. Bir adım attı;
geceyi geceye bağlayıp yıldızlardan yardım dilenir gibi, ayın aydınlığından
medet umar gibi sustu. Uzun bir sükûnetin kısa huzûruyla sustu. Sonra sanki
konuşmayı unutacağından korkar gibi açtı ağzını, kendi öyküsünün cümlelerini
bir haykırışta endişe ve acıyla gökyüzüne fırlattı, kelime kelime yere düşen
hikâyenin yüzünde gülümseme, rûhunda sevinç olanlarını yakalamak ister gibi
çırpındı...
Kahkahalarla
gülerek etrafında dönerken, hâlâ elleri havada hayat hikâyesinin mânâ dolu
kelimelerini yakalamaya çalışıyordu, bir anda katıla katıla ağlamaya başladı. Yanaklarından
yol yol süzülen yaşlar avuçlarına doluyordu. Çıkardığı seslerden gülüyor muydu,
ağlıyor mu, ayırt edememeye başlamıştım yine.
Gülüyordu
galiba… Hayır, ağlıyor… Hem gülüyor, hem ağlıyordu… Bu bölünmüşlük hâlinin ne
kadar sürdüğünü bilmiyorum ama yavaş yavaş dinginleşti. İçinin fırtınalarının
neye ne kadar zarar verdiği bilinmez, lakin bir çocuk mâsumiyetiyle olduğu yere
çöktü; avuçları sımsıkı kapalı... Sonra telâşla yüzünü yokladı, akan
gözyaşlarının dinmediğini sanarak hâlâ ıslak olan yüzünü elinin tersiyle sildi,
saçlarını düzeltti sakince ve susarak.
Belli
ki gönlü yorgun, yüreği kırıktı. Dalgın dalgın mırıldanır gibi konuşmaya
başladı.
“Gözlerim
ne zaman gözlerine değdi? Dün? Dünden önceki gün? Daha daha önceki gün? Bilmiyorum…
Belki aylar var, meftûn olduğum gözleri gözlerimle buluşmadı. Biliyorum, beni
görmüyor. Varlığımın farkında bile değil. Var mıyım, yok muyum? Aldığım soluğun
onun için önemli mi olduğunu bilmiyorum” dedi yüreği hüzün kadın.
“Çok
şey mi istiyorum? Sadece yaşadığım hayat içinde farkında olunmak bütün arzum. Karanlık
içinde olmamalıyım, kendimi unutmadan, hiçbir şeyi gözden kaçırmadan, bütün
cesaretimle ellerimi, yüzümü, gözlerimi, içimde esen fırtınaları, mutluluk
esintilerini tanımadan bu bahçeden geçip rûhumun caddelerinde bilinçsizce
yürümemeliyim. Benim arzu ve isteklerimle, aynı evi paylaştığım canla huzûra
ermek, korkmadan, utanmadan gözlerimizin içine bakmak ve ben ya da sen değil, ‘biz’
olmak istiyorum. Ömrümüz bizim yaşayacağımız bir tiyatro oyunu ise, her perdeyi
inancımızı katarak, çalıntı bakışlarla değil, samimî gülümsemelerle oynamak
istiyorum. Yaşadığımız hayatta önümüze çıkan kapıları aralarken birbirimizden
kuvvet almak ve olayların rengine birlikte boyanmak istiyorum. Ama her
seferinde hıçkıra hıçkıra ölüyorum…”
Konuştukça,
döküldükçe yüzüne bir rahatlama gelmişti. Onu dinlediğimi hissettirmek için
kısık bir sesle “Anlıyorum seni” dedim, “Çok iyi anlıyorum”.
Anlaşılmak
belli ki sevindirmişti onu, iştiyâkla devam etti:
“Her
şeyin, ama her şeyin bir öncesi var. Ve biz farkında olsak da, olmasak da,
zaman akıp giderken yaşadığımız olaylar, incindiğimiz veya incittiğimiz canlar,
hissettirdiğimiz veya hissedip mutluluk duyduğumuz sevgiler, yarım kalmış
ifadesiz bakışlar, geç kaldığımız yürekler, hayatımıza Japon yapıştırıcısıyla
yapıştırılmışçasına bir türlü kurtulamadığımız, her gördüğümüzde bizi negatif
etkileyen gözler…
Hemen
hemen hepimiz bizi şekilden şekle sokan iç veya dış bükey aynalarda
-hayatımızda bir kere de olsa- kendimizi seyredip gülmüşüzdür. Ben o aynalarda dolaşırken
babacığım yanımdaydı; ben uzayan kafam, ufacık bedenim veya uzamış kol ve bacakla
nohut kadar kafamı gördükçe aynaları hızla geçip gitmek isterken, babamsa baba
kuvvetiyle beni tutup, ‘Kaçmak yok, bak nasıl komiksin!’ diye her ayna önünde
uzun uzun kalmamı sağlamıştı. Bu durumdan mutlu değildim, lakin gözlerimi
kendimden çekip babamın görüntüsüne kilitlemiş, aynaların sonuna kadar katıla
katıla gülmüş ve ayna gezimizi mutlu bitirmiştim. Babamın hayret dolu bakışları
bana çevrildiğinde, küçücük aklımla ‘Kendime değil, sana baktım ve çok eğlendim
babacığım’ demiştim de babam, fuar yerinde bir hayli koşturmuştu beni ‘Seni
gidi seni!’ diyerek…
Sonraki
yıllarda yaşadığım hiçbir hâdisede aynalar gözümün önünden gitmediler; canımın
acıdığı zamanlarda bile gülümsemek için bir bahanem oldu. Elbette her zaman,
her şey istediğim gibi gitmedi. Başıma gelen her hâdisede karanlık bahçeler,
kırık dökük duygular, alkışlar, methiyeler… Her insan gibi, doğduğum an
itibariyle bir filmin başrol oyuncusu olarak repliklerimi oyun akışına göre
kendim belirledim elbette. Ve çoğu zaman yaşadığım birçok hâdisenin sonunda
kendimle baş başa kaldığımda, ‘Keşke şunu da söyleseydim, öyle değil de böyle
deseydim’ gibi içimde ukdesi kalan, zaman zaman da beni huzursuz eden birçok
cümle biriktirdim. Ne yaşadıysam kabulüm!
Dedim
ya, her olayı kendimce güzelleştiriyorum. Olduğu gibi kabulleniyorum, lakin
eşimin artık bana uzaklığına katlanamaz oldum. Oysa yıllar yıllar önce ona, ‘Ben
her sıkıntıya göğüs gerebilirim, zorlukları aklımla, fikrimle hâlledebilirim. Haksızlıklara
susup Rabbime havale edebilirim. Kırık dökük, beni acıtan her hâlden sen
yanımda olursan kolaylıkla sıyrılabilirim. Yeter ki yanımda ol ve ellerimi hiç
bırakma!’ demiştim. Sadece yüzümü değil, gönlümü, gözümü, yüreğimi, rûhumu
aydınlatan tebessümüyle bana bakıp, ‘Ben hep yanında olacağım! Ellerimi elinde
ve sırtında hissedeceksin!’ demiş, söz vermişti. Ama unuttu…”
“Acaba
unuttu mu? Yoksa sen onun ilgisine alışıp hep daha fazlasını mı ister oldun?
Bunu hiç düşündün mü?” diye sordum yüreği hüzün kadına.
Onu
ilk tanıdığım suskunluğuna büründü bir an. Omuzlarını kaldırıp indirdi,
dudağını büküp sessizce ve de soran gözlerle, “Bilmem, sen öyle mi hissettin?”
dedi.
“Bilmiyorum”
dedim, “Bildiğim tek şey, eşini çok sevdiğin. Bana anlattıklarını ona da
söylemelisin”. “Denedim, ama ya ağlıyorum ya da ne konuşacağımı unutuyorum”
dedi. “O zaman yaz! Bütün samimiyetin ve sevginle yaz ona!” dedim. “Peki!” dedi
mâsum mâsum.
Uzun
bir süre görüşemedik yüreği hüzün kadınla. Bir gün yine kapımı çaldığında
gözleri güneş, dili bülbül, gönlü çocuk cıvıltıları gibi sevimliydi. Heyecanla
boynuma sarıldı ve “Yazdım!” dedi.
“Kış
güneşinin rengine aldandı sanırım gözlerim. Ölümüm gelsin diye bekler oldu
bedenim. Rengârenk arzular dolaşıyor oysa rûhumda, ama gözlerimin rengini unuttuğun
için hüzünlerimde boğulup korkular yaşıyorum. Kendime itiraf edemediğim acılar
zinciri, boynuma sarılmış yağlı urgan gibi… Dilimden dökülen kelimeler, ağrıyan
yüreğimin ağır işçileri… Bütün naftalin kokulu yaşadıklarımdan sıyrılıp, sahipsizliğimle
sarmaş dolaş gidiyorum! Ben dilimde, yüreğimden düşen mutluluğun yazılmamış
şarkılarıyla gidiyorum. Yalnızsan, bırakırım bakışlarımı, sende kalsın! Daha da
yalnızsan, tut ellerimden!”
“Soran
gözlerle baktım yüzüne, gülümsedi. “Ben senin ellerini hiç bırakmadım, sen beni
bıraktın!” dedi bana. İşte o zaman içime döndüm, onun gözleri ve duygularıyla baktım,
kendimi okudum, anladım! O da kendiyle hemhâl oldu…
Kısacası,
biz birbirimizi tekrar anladık ve aynı yolun birimizin sağından, diğerimizin de
solundan yürüdüğünü fark ettik. Artık el ele, yolun ortasından, sağından veya
solundan, kısacası istediğimiz yerinden birlikte yürümeye karar verdik. Seni
seviyorum dostum, seni çok seviyorum!”