Yalnızlık psikolojisi

Toplum içinde yalnızlaşan insan, yalnızlığını ve yalnızlığın getirmiş olduğu psikolojik sorunlarını gidermek için hayvanlara sığınıyor, evlerinde kedi-köpek besliyor, onlarla vakit geçiriyor, eğer varsa evlatlarına, yakınlarına ve diğer insanlara göstermediği sevgiyi, saygıyı, bağlılığı onlara gösteriyor ve onlara hizmet etmekten büyük zevk alıyor.

YARATILMIŞ ne kadar varlık varsa, benzer ve zıt yönleriyle her şey “bir”den ve “tek”ten fazla yaratılmıştır. Çünkü Yaratan “bir ve tek”, yaratılan ise “çok” olmak durumundadır. Bu, ontolojik olarak bir zorunluluk yasasıdır. Aksi ise, imkân ve mümkünat dâhilinde olmayan bir zarûret arz eder. 

İşte, “insan” denilen varlık da böyledir! “Ezvâc olmak (çift olmak)” onun ontolojik karakteridir. İlk insanlardan bugüne gelinceye kadar bu hep böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır. Çünkü Allah’ın kanunlarında (Sünnetullah) hiçbir eksiklik ve değişme olmaz. Eksiklik ve değişme ancak beşerin kanunlarında olur. Toplumsal açıdan gündelik hayata taallûk eden meselelerde değişmelerin olması da son derece normal, anlaşılır ve tabiî bir durumdur. Yeter ki bu değişimler Allah’ın koyduğu temel ilke ve yasalara aykırı olmasın ve onlarla savaşım hâlinde bulunmasın!

İnsan sosyal bir varlıktır. Yaratılışın ontolojik amaç ve anlamlılığı istikâmetinde bir toplum içinde yaşamak zorundadır. Bu bir tercih değil, zorunluluktur. Bu zorunluluk, yaratılış kanunlarının ve insan olmanın gereğidir. Aklı başında olan tüm sosyologlar bu hakkı teslim ederler. Ünlü mütefekkir Nurettin Topçu da “ihtiyaçlar” ve “dayanışma” nokta-i nazarından hareketle bu zorunluluğun kaçınılmaz olduğunu, hatta bunun “gönüllü bir esaret”e dönüştüğünü ifâde etmektedir.

Dolayısıyla toplumsal dayanışma zorunludur. Başka bir deyişle insan, ihtiyaçlarının karşılanması noktasında bir başkasına muhtaç olduğu için kaçınılmaz olarak bir toplum içinde yaşamak zorundadır. Zâten fıtraten insanoğlunun yaratılış kodlarında potansiyel olarak bu vardır. 

O hâlde sosyal bir varlık olarak insanın çokluğu ifâde eden bir toplum içinde yaşaması, ontolojik olarak kaçınılmaz bir olgudur. Yâni “yalnızlık (kemiyyet ve keyfiyet olarak)” hiçbir konuda insana mahsus olan bir hâl değildir. Bu, eşyanın tabiatına aykırıdır. “Yalnızlık (kemiyyet ve keyfiyet olarak)”, sadece “bir” ve “tek” olan ve dahi Zâtî ve subûtî sıfatları itibariyle hiç kimseye, hiçbir varlığa muhtaç olmayan, tüm nâkısalardan münezzeh ve arınmış olan Allah’a mahsus bir hâldir. O’nun eşi, benzeri ve zıddı yoktur. 

Diyalektik düşünce Allah için geçerli değildir. Diyalektik olgusu, olsa olsa yaratılmış varlıklar için geçerlidir. Allah tez, antitez ve sentezlere sığmayacak kadar büyüktür. Onun için Allah’ın “yalnızlık (psikolojik bir sorun olarak)” diye bir derdi yoktur.

İnsanoğlunun ise böyle bir derdi vardır. Hem de bu konuda çok dertlidir. O zaman, “İnsan denilen varlık, neden kesret (çokluk, toplum, cemiyet) içinde yalnız olduğunu hisseder ve neden yalnızlık duygusunu yoğun bir şekilde yaşar?” sorusunu sormak lâzımdır. İşte bu soru, zor bir sorudur ve zor olduğu kadar, son derece karmaşık ve girift bir meseledir.

Bu mesele multidisipliner bir konu olmasına rağmen spesifik olarak sosyal psikolojinin ilgi alanına girer. Bu konuda Muzaffer Şerif başta olmak üzere Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Nurettin Topçu gibi ilim ve düşünce adamlarının çalışmalarına bakmak lâzımdır. “Cemiyet içinde ferdi” ya da toplum içindeki bireyin hâllerini bu bilim dalı (sosyal psikoloji) mârifetiyle ve dahi mezkûr mütefekkirlerin düşüncelerinden müstefîd olarak anlamaya çalışmakta büyük fayda vardır.

Israrla ve sürekli olarak vurguladığımız veçhile “insan” denilen varlık, zorunlu olarak bir toplum içinde yaşar ve bu zorunluluk nokta-i nazarından hareketle aile kurar ve bir aile içinde sosyalleşerek büyür. Normal şartlarda bu sosyalleşme bu şekilde ilânihâye devam eder gider. 

Aile kurmak ve kurulan bir ailede yaşamak, psikolojik bir sorun olan insanın yalnızlığını büyük ölçüde giderir ve yalnızlık duygusunun yaşanmasının önünde büyük bir set oluşturur. Onun için aile kurumu bu mânâda son derece önemli ve stratejik bir kurum olarak karşımızda durmaktadır. Ancak, çağımızda modernizmin etkisi ve hedonist bir felsefeyle yaşamak arzusunda olan insanlar ya aile kurmamaya başladılar ya da çağımızın anomisine yakalanarak sosyo-patolojik hastalıklara dûçâr oldular.  

Diğer yandan, aile yapılarında meydana gelen değişmeler, dejenerasyonlar, bölünme, parçalanma ve çökmeler, özelde çocuk ve gençlerin, genelde de insanların kesret (çokluk, toplum) içinde yalnızlık duygusunu yaşamalarına yol açtı. Aynı zamanda bu olumsuz durum, çocuk, genç, yetişkin demeden insanlarda önemli ölçüde sosyo-psikolojik travmaların yaşanmasına da zemin hazırlamış oldu. Onun için modernizm ve modernizmi besleyen, palazlandıran, büyüten tüm “-izm”ler, insanlara çok pahalıya mâl oldu ve bu meyanda insanlara çok büyük kötülük ettiler. İnsanların cemiyet içinde yalnızlaşmasına, yalnızlık hastalığına dûçâr olmasına maalesef büyük katkı sağladılar! 

Ayrıca, ruhunu kaybederek cesede dönüşmüş eğitim programları ve eğitim kurumları sayesinde cemiyetçilikten ferdiyetçiliğe, ferdiyetçilikten de bireyciliğe terfi eden insanlar, bu yalnızlık hastalığına öyle müptelâ olmuşlar ki artık kimse kimseye güvenmiyor, kimse kimseyi tanımıyor, kimse kimseyle görüşmek istemiyor, kimse kimsenin yardımına koşmuyor, komşuluk ilişkileri bitmiş, akrabalık ilişkileri bitmiş, boşanmalar artmış, gençler artık yuva kurmaktan korkar hâle gelmiş, psikoloğa ve psikiyatrlara gidenlerin sayısında önemli artışlar olmuş, internet ve dijital ortam bireyi yalnızlaştırmış, sosyalleşememiş sosyal medya bireyselliği artırmış vesaire, vesaire, vesaire… 

Ve dahi köyler boşalmış, şehirler metropolleşmiş, mega kentler oluşmuş, caddelerde sel gibi akan insanlar, insanlar ve birbirlerini tanımayan kalabalıklar…

Üstad Necip Fazıl’ın feryadı gibi insanın bağırası geliyor: “Durun kalabalıklar! Bu sokak, çıkmaz sokak…”

Bu sokak, öyle bir çıkmaz sokak ki, toplum içinde yalnızlaşan insan, yalnızlığını ve yalnızlığın getirmiş olduğu psikolojik sorunlarını gidermek için hayvanlara sığınıyor, evlerinde kedi-köpek besliyor, onlarla vakit geçiriyor, eğer varsa evlatlarına, yakınlarına ve diğer insanlara göstermediği sevgiyi, saygıyı, bağlılığı onlara gösteriyor ve onlara hizmet etmekten büyük zevk alıyor. 

Bu yalnızlık patolojisi artık öyle bir hâl aldı ki bir evde bir kedi ya da köpek de yetmiyor, çiftlercesi sahipleniliyor, bakımı ve beslenmeleri özenle yapılıyor, âdeta onlara tapınılıyor. Artık evlerde ve arabalarda insanlardan çok köpekler, sokaklarda insanlardan çok kedi ve köpekler görünür olmaya başladı. Bu gidişle ileride, belki de resmî geçit törenleri bu kedi ve köpeklerle yapılır olacak. Neden olmasın, değil mi? Hatta ileride insanları köpekler yönetirse buna da şaşmamak gerekir, değil mi?

Durun ey insanlar! Bu sokak da çıkmaz sokak.