
GELMİŞ mi
yahut gitmiş miydiler, kimsecikler bilemedi. Bilmek için bir adım ileri
gidemediler. Bir kapı tıklatıp bir kase çorba veremediler. Burunlarının ucunda
sırat köprüsü kurulmuştu, göremediler. Gülen güldü, ağlayan ağladı; ne gülüşü paylaştılar,
ne bir damla gözyaşını sildiler. “Konuşurdu” dediler, “Bir cümlesini söyleyin!”
deyince bilemediler. Ne zaman gelip gittiler, kime ne söylediler? Vardı bir
sırrı ama eremediler, vardı elbet bir kapısı, giremediler…
Benim görmediklerim, beni
görmeyenlerden çok daha fazlaymış. Fark etmediklerim yanı başımda, farkına vardıklarım
hep uzağımdaymış.
Bir başına kapıyı kapatıp tıka
basa yemek değilse doymak, birinin sevindiğine sevinmiyorsa kalp, koskoca bir
hayatı hiç yerine koymak bu. Gelmekle gitmek arasında koskoca bir hiçtir bu. Yunus,
“Garip” koymuş kendi adını; “Bir garip ölmüş diyeler,/ Üç günden sonra duyalar./
Soğuk su ile yuyalar/ Şöyle garip bencileyin” demiş ya dizelerinde, bu neyin
garipliğidir böyle Derviş Yunus, asırlarca akıp kurumamış ırmaklar gibi coşkun.
Yunus gibiler içlenir de
bu sözleri söylerlerse, bizi hangi söz aklar kim bilir? Nereden gelip nereye
gittiğini bilen, içindeki sırattan dünyada geçen Yunus böyle derse biz ne
diyelim kendimize?
Kendime söylüyor dilim; esince
rüzgâra bırak saçlarını, yağınca yağmura bırak avuçlarını, baharı koklamadan
geçip gitmesin; kartopu oynamadan kar erimesin. “Kim geldi, ne zaman geldi? Hiç
görmedim” demesin biri, geldiğini herkes duysun, gittiğin belli olsun…
Hâlbuki hiç gelmemiş gibi
gidiyorum buralardan. Sesimi yutarak, gözümü kısarak, kulağıma bir şarkı bile
söylemeden, bir elimle diğer elimi tutmadan, aynada gözlerime bakmadan
gidiyorum, kolay mı? Dışından, ötesinden yaşıyorum hayatı. Yazın buzlu ayran,
de ki bir ağaç gölgesi yaşamak, kışınsa sımsıcak bir bardak ıhlamur yudumlamak…
Bunlar bilindik şeyler, suyun kıymetini soracak olsa insan, çöldeki susuza
sorar ama belki de balığa sormalı, varlığın içinde yokluğu düşünsün, vakitlice şükretsin
diye, varlık yokluğu unutturur, varlığı unutmasın diye.
Evren her an genişlemeye
devam ederken, insan gönlü tam ters yöne kapanıyor. Sanki her şey daha dışa
dönük gibi görünse de yalnızlık duygusu devleşiyor. Kardeş kardeşin gözüne
bakmadan, baba evladının hatırını sormadan akşamlar sabah, sabahlar akşam
oluyor. Komşu komşunun zilini çalmadan haftalar, aylar bitiyor. Akraba yüzü
görmeden yıllar geçiyor. Kendine zaman kalmıyor ki insanın…
Tam kendine dönüp bir bakıyor aynaya, yaşanmamış yılların
yorgunluğu çökmüş, çizgilerle dolu bir yüz karşısında. Kendine çarpıyor,
kendine düşüyor, kendine kızıyor insan. Çocuk oynasın, bozmayın oyununu! Yorulsun
oynarken, uyusun kalsın olduğu yerde. Genç sevsin! Aşkından ağlasın, koşsun,
bağırsın, çalıp söylesin. Yaşlansın insan! Torunları dizinde, çocukları
etrafında otursun. Herkes ve her şey
yakıştığı yerde dursun.
Bilmem işte, bana göre
böyle olmalı yaşamak. Bölüşünce mayalanır ekmekler, ayranın dibi hiç görünmez,
bakışınca iki dünya karışır; bir tebessüm, tıkanmış bir damar açar. İlk adım,
ilk merhaba, ilk gülücük, ilk kahve…
Her gün doğan güneşi,
sokakta yürüyen köpeği, çimenlerin kokusunu, taze simitle çayı nasıl özlemez
insan? Sokakta oynayan çocukların sesi, yağmurda şemsiyesi olmayanların aynı
dükkân önünde toplanıp yağmurun dinmesini beklemesi hiç mi tanıdık gelmez, hiç
mi “Hayatın tadı bu!” dedirtmez?
Herkes kendi bestesi,
kendi güftesiyle bir başına çalıp söylüyor gibi. Ama keman bitiyor, saz
başlıyor, saz bitiyor, cümbüş giriyor araya. Dev bir orkestra, bir tek şefin
eline bakıyor. Yaprağın ve rüzgârın sesi, derenin, tepenin, arının, kuşun ve ne
varsa var olmaktan yana, her şeyin sesi kader kaleminden çıkan güfteyi çalıyor.
Aşk neredeyse en güzel şarkı orada! Fakirin eski elbisesini kınarken, şık
olduğunu sanmasın zengin. Fakirin yamasının yırtığı zengine yansır; kendini
perperişan görmemek için onu giydirip öyle baksın aynaya. Düğün varsa kamber de
olsun öyle ya… Biri kederden yanıp kavruladursun, öteki kahkahalarla ortalığı
yıkacak, öyle mi? Komşu aç, ben tok olacağım, o açlıktan kıvranırken ben
uyuyacağım, öyle mi?
Buna yaşamak diyenler
varsa hiç yaşamamışlar. “Hiç” gibi gelmiş, hiç gibi gitmişler; hiç selam
vermeden ve almadan, nefes alarak hiç yaşamadan… Gelmiş mi, gitmiş miydiler
anlaşılmadan?
Koskoca bir ummanı yutar
bir damla. Bazen bir kadın bir adamla küçülür, kaybolur zamanla. Saçlarının,
gözlerinin rengini bilmezler. Kendi kurduğu cümleler yıkılır dilinde, bir
çocuğun coşkusu boğulur kaldırımlarda. Çiğnerler kanatlarını kuşların tel
kafeslerde. Yıllarca yemek yedikleri kabı sıkılıp atarlar, kırılır paramparça…
Anlamak mümkün mü ahir
ömründe “Veda! Veda!” diyerek yürüyen bir çift ayağı? Buruş buruş bir yanağın
üzerinden “Veda!” diyerek akan gözyaşını anlamak mümkün mü? Genç olunca anlamak
zor! Dertsiz başın dertliyi tesellisi zor! Yokken yokluğu anlamak değil, varken
yokluğu bilmek zor! Şükür ve hamd her şey yolundayken bile zor… Sabırsızca
kabına sığmayan bir heyecan ve coşkuyu anlamak zor… Hemen istediği olsun diye
ağlayan bir çocuğun tatlı yanağından yuvarlanan gözyaşını bilmek ve “Sabret!”
demek zor…