Yalnızca

Buruş buruş bir yanağın üzerinden “Veda!” diyerek akan gözyaşını anlamak mümkün mü? Genç olunca anlamak zor! Dertsiz başın dertliyi tesellisi zor! Yokken yokluğu anlamak değil, varken yokluğu bilmek zor! Şükür ve hamd her şey yolundayken bile zor…

GELMİŞ mi yahut gitmiş miydiler, kimsecikler bilemedi. Bilmek için bir adım ileri gidemediler. Bir kapı tıklatıp bir kase çorba veremediler. Burunlarının ucunda sırat köprüsü kurulmuştu, göremediler. Gülen güldü, ağlayan ağladı; ne gülüşü paylaştılar, ne bir damla gözyaşını sildiler. “Konuşurdu” dediler, “Bir cümlesini söyleyin!” deyince bilemediler. Ne zaman gelip gittiler, kime ne söylediler? Vardı bir sırrı ama eremediler, vardı elbet bir kapısı, giremediler…

Benim görmediklerim, beni görmeyenlerden çok daha fazlaymış. Fark etmediklerim yanı başımda, farkına vardıklarım hep uzağımdaymış.

Bir başına kapıyı kapatıp tıka basa yemek değilse doymak, birinin sevindiğine sevinmiyorsa kalp, koskoca bir hayatı hiç yerine koymak bu. Gelmekle gitmek arasında koskoca bir hiçtir bu. Yunus, “Garip” koymuş kendi adını; “Bir garip ölmüş diyeler,/ Üç günden sonra duyalar./ Soğuk su ile yuyalar/ Şöyle garip bencileyin” demiş ya dizelerinde, bu neyin garipliğidir böyle Derviş Yunus, asırlarca akıp kurumamış ırmaklar gibi coşkun.

Yunus gibiler içlenir de bu sözleri söylerlerse, bizi hangi söz aklar kim bilir? Nereden gelip nereye gittiğini bilen, içindeki sırattan dünyada geçen Yunus böyle derse biz ne diyelim kendimize?

Kendime söylüyor dilim; esince rüzgâra bırak saçlarını, yağınca yağmura bırak avuçlarını, baharı koklamadan geçip gitmesin; kartopu oynamadan kar erimesin. “Kim geldi, ne zaman geldi? Hiç görmedim” demesin biri, geldiğini herkes duysun, gittiğin belli olsun…

Hâlbuki hiç gelmemiş gibi gidiyorum buralardan. Sesimi yutarak, gözümü kısarak, kulağıma bir şarkı bile söylemeden, bir elimle diğer elimi tutmadan, aynada gözlerime bakmadan gidiyorum, kolay mı? Dışından, ötesinden yaşıyorum hayatı. Yazın buzlu ayran, de ki bir ağaç gölgesi yaşamak, kışınsa sımsıcak bir bardak ıhlamur yudumlamak… Bunlar bilindik şeyler, suyun kıymetini soracak olsa insan, çöldeki susuza sorar ama belki de balığa sormalı, varlığın içinde yokluğu düşünsün, vakitlice şükretsin diye, varlık yokluğu unutturur, varlığı unutmasın diye.

Evren her an genişlemeye devam ederken, insan gönlü tam ters yöne kapanıyor. Sanki her şey daha dışa dönük gibi görünse de yalnızlık duygusu devleşiyor. Kardeş kardeşin gözüne bakmadan, baba evladının hatırını sormadan akşamlar sabah, sabahlar akşam oluyor. Komşu komşunun zilini çalmadan haftalar, aylar bitiyor. Akraba yüzü görmeden yıllar geçiyor. Kendine zaman kalmıyor ki insanın…

Tam kendine dönüp bir  bakıyor aynaya, yaşanmamış yılların yorgunluğu çökmüş, çizgilerle dolu bir yüz karşısında. Kendine çarpıyor, kendine düşüyor, kendine kızıyor insan. Çocuk oynasın, bozmayın oyununu! Yorulsun oynarken, uyusun kalsın olduğu yerde. Genç sevsin! Aşkından ağlasın, koşsun, bağırsın, çalıp söylesin. Yaşlansın insan! Torunları dizinde, çocukları etrafında  otursun. Herkes ve her şey yakıştığı yerde dursun.

Bilmem işte, bana göre böyle olmalı yaşamak. Bölüşünce mayalanır ekmekler, ayranın dibi hiç görünmez, bakışınca iki dünya karışır; bir tebessüm, tıkanmış bir damar açar. İlk adım, ilk merhaba, ilk gülücük, ilk kahve…

Her gün doğan güneşi, sokakta yürüyen köpeği, çimenlerin kokusunu, taze simitle çayı nasıl özlemez insan? Sokakta oynayan çocukların sesi, yağmurda şemsiyesi olmayanların aynı dükkân önünde toplanıp yağmurun dinmesini beklemesi hiç mi tanıdık gelmez, hiç mi “Hayatın tadı bu!” dedirtmez?

Herkes kendi bestesi, kendi güftesiyle bir başına çalıp söylüyor gibi. Ama keman bitiyor, saz başlıyor, saz bitiyor, cümbüş giriyor araya. Dev bir orkestra, bir tek şefin eline bakıyor. Yaprağın ve rüzgârın sesi, derenin, tepenin, arının, kuşun ve ne varsa var olmaktan yana, her şeyin sesi kader kaleminden çıkan güfteyi çalıyor. Aşk neredeyse en güzel şarkı orada! Fakirin eski elbisesini kınarken, şık olduğunu sanmasın zengin. Fakirin yamasının yırtığı zengine yansır; kendini perperişan görmemek için onu giydirip öyle baksın aynaya. Düğün varsa kamber de olsun öyle ya… Biri kederden yanıp kavruladursun, öteki kahkahalarla ortalığı yıkacak, öyle mi? Komşu aç, ben tok olacağım, o açlıktan kıvranırken ben uyuyacağım, öyle mi?

Buna yaşamak diyenler varsa hiç yaşamamışlar. “Hiç” gibi gelmiş, hiç gibi gitmişler; hiç selam vermeden ve almadan, nefes alarak hiç yaşamadan… Gelmiş mi, gitmiş miydiler anlaşılmadan?

Koskoca bir ummanı yutar bir damla. Bazen bir kadın bir adamla küçülür, kaybolur zamanla. Saçlarının, gözlerinin rengini bilmezler. Kendi kurduğu cümleler yıkılır dilinde, bir çocuğun coşkusu boğulur kaldırımlarda. Çiğnerler kanatlarını kuşların tel kafeslerde. Yıllarca yemek yedikleri kabı sıkılıp atarlar, kırılır paramparça…          

Anlamak mümkün mü ahir ömründe “Veda! Veda!” diyerek yürüyen bir çift ayağı? Buruş buruş bir yanağın üzerinden “Veda!” diyerek akan gözyaşını anlamak mümkün mü? Genç olunca anlamak zor! Dertsiz başın dertliyi tesellisi zor! Yokken yokluğu anlamak değil, varken yokluğu bilmek zor! Şükür ve hamd her şey yolundayken bile zor… Sabırsızca kabına sığmayan bir heyecan ve coşkuyu anlamak zor… Hemen istediği olsun diye ağlayan bir çocuğun tatlı yanağından yuvarlanan gözyaşını bilmek ve “Sabret!” demek zor…