
90’lı yıllarda insanlardan kaçmak, bir nevi sosyal hayattan hicret etmek, özellikle aydın, yarı aydın camianın yaygın bir tutumu idi. Bugünlerde kimi çevrelerde moda ise “herkesten iğrenmek”.
Bu salgında en dikkat çeken ve en tehlikeli durum, iki sınıf üzerindeki nefret: Birincisi, yaşlılardan nefret etmek ve onları hayatın dışına itmek isteği. Yaşlı insanlar bazı ergenlerin gözünde hayatın çöpü. Ergen jargonunda yaşlı, “ölmeyi unutmuş insan” olarak karşılık bulmaya başladı. İkincisi de, ergen kız çocuklarında erkeklere karşı yapılandırılan hayli bilinçli cinsiyetçi nefret. Erkekler kadınlar için potansiyel tacizci, dayakçı, baskıcı ve zorba. Kız çocuklarının dilindeki tekrarlara bakılırsa, “dünya erkeklerden arınırsa daha güzel bir yer olur”.
Her ne kadar yaşlılar ve erkeklere yoğunlaşsa da bu sevgisizlik hâli, bütün insanları kapsayan genel bir tavra dönüşmüş durumda. Peki, mayasında aşk, fıtratında yakınlık, sıcaklık, alâka kurmak arzusu olan insan, sevme ve sevilme ihtiyacı duymuyor mu? Hem nasıl!
Modern çağda insan, Afrika kıtlığına uğramış yerlilerin açlığından daha feci bir sevgi açlığıyla kırılıyor. İnsanlara duyulan nefretin ruhlarda bıraktığı boşluğu ve sevme-sevilme ihtiyacını, şirazesinden çıkmış bir hayvanseverlik trendi dolduruyor. Hayvanlara, özelde kedi ve köpeklere yönelen ve yoğunlaşan sevgi/ilgi bu alanda çıkar gruplarını doğurdu ve insanların merhametini istismar eden kimi tiplerin ortaya çıkmasına yol açtı.
Örneğin sokak hayvanlarına destek amacıyla kurulduğunu iddia eden “Paw Guards” isimli anonim bir şirket var. Kurucuları Erkin Erdoğdu ve Buğra Gençkan. Sosyal medya merkezli kampanya ve tanıtım faaliyetleriyle hayvanseverlerden bağış topluyorlar. Heyecanlı, enerjik, bir o kadar da öfkeli-saldırgan tutum sergileyen kurumun tepe yöneticileri olan bu iki şahıs hayli aksiyoner.
Katıldıkları video görüşmede söz konusu şahıslar, Paw Guards’ı eleştiren ve sokak köpeklerine karşıt tutum sergileyen herkese apaçık hakaretler etmekle kalmadılar, faaliyetlerini engellemeye ve sokak köpeklerini sokaklardan temizlemeye yeltenen herkese hadsizce ve cüretkârca tehditler savurdular. Bu hakaret ve tehditlerini “Köpekler insanlardan değerlidir” söylemine oturttular.
Söz konusu şirketin kurucularından Erkin Erdoğdu’nun dolandırıcılık, evrakta sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hatta bıçak ve demir sopayla adam yaralama gibi suçlardan pek çok kez dâvâlık olduğu iddiaları ortaya atıldı. Bazıları da bu şirketin “rant ve aldatma” temelli işler yaptığını, insanlardaki hayvanseverliği kişisel çıkara dönüştürdüğünü iddia ederek işi daha farklı bir sahaya taşıdılar. Burada durup yüreğindeki fıtrî şefkat ve merhamet hislerini kaybetmemiş hakikatli insanlar ve çocuklardaki hayvan sevgisini sahici ve sevimli bulduğumu ifade edeyim. Muhatabımız bu masumlar değiller.
Bazıları, açıkça “İnsanlardan iğreniyorum” diyemediği için çılgın bir hayvan sevgisi duyarıyla piyasada. Aksi hâlde köpekleri insanlardan değerli saymak nasıl açıklanabilir? Misâl, geçen aylarda izlediğimiz bir videoda, beslenmesi yasak pitbull cinsi köpeğini ağızlıksız gezdiren bir kadının tepkileri meramımı izaha yeter. Sahibinin elinden kurtulan pitbull, yakınındaki bir aileye saldırıyor. Köpeğin dişleri arasında muhtemelen baldırı parçalanan kişinin feryadı, yaralının çaresiz yakınlarının çığlıklarına karışıyor. Manzara dramatik. Tesadüf eseri oradan geçen polis ekipleri yardıma koşuyor, son çare olarak köpeğe ateş ederek yaralı insanı kurtarıyor. Köpek sahibesi kadın, o hâlde bile çılgıncasına polise yükleniyor: “Niçin vuruyorsun? Neden?”
Kadının gözünde yaralı insan bir hiç. Köpekse kadının hayatının merkezinde. Kadın köpeğine sevgi, merhamet ve şefkat duygularının bütününü yüklemiş. Yaralı insana hiçbir yönelim veya yardımı söz konusu bile değil. Yaralı köpeğine, öz evladına sarılan anne samimiyeti ve muhabbetiyle sarılıyor.
Alışveriş için yöneldiği marketin kapısında ellerini açan dilenciye it muamelesini reva gören modern bireyin, marketin çıkışındaki kediye köpeğe aldığı mamalarla, hayvanlara insandan daha kıymetli varlık muamelesi yaptığına şahit olmuşuzdur. Şu vahim çelişki, Akdeniz’de boğulmadan Avrupa’ya ulaşmayı başarabilmiş bir mülteci gencin Avrupalılara şu seslenişinde en keskin hâlini alıyor ve içimizi kanatıyor: “Ey Avrupalılar, lütfen bize, köpeklerinize gösterdiğiniz kadar ilgi ve merhamet gösterin, fazlasına talip değiliz!”
Türk milletini medenî milletler sınıfına dâhil etmek yolunda, Cumhuriyet’in modernleşme projesi kapsamında yaklaşık bir asırdır emek sarf eden resmî anlayış, millî kimliğimizi millî eğitim marifetiyle önce sildi, yeni kimlik inşâsındaysa sınıfta kaldı. Sonuç olarak Batılı bireyin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra zirve yapan varoluşsal bunalımlarla tüm kutsalları görmezden gelen, şaşkın, ruhsuz, aşksız, muteâl hiçbir dâvâsı kalmamış pragmatist kimlik, ithal bir giysi gibi Türkiye’de yeni nesillere giydirildi. Bu aidiyetle ideal fukarası nesiller, Anadolu topraklarına üvey tavırları, fikirleri ve hayat pratikleriyle yetişkinlerin ağzını hayretten açık bırakır hâldeler. Müjde! Bizim de Avrupaî kıyafetleri, tercihleri ve özgürlükçü, keyifçi donanımlarıyla gönenmiş gençlerimiz var. Hem de insanlardan buz gibi soğumuş bir sevgisizlik kıvamında...
Peki, insandan niçin nefret edilir?
Batılı girişimlerle bozulan insan fıtratı, sosyal ilişkilerde korkunç bir “ego-tapınıcı” tip üretti. İslâm tasavvufu bu derekeye “nefs-i emmare” der. İnsanlar bütün iyilik, güzellik, fayda ve zevkin yalnız kendilerine, artanı da aile ve akrabalarına lâyık görüyorlar. İşte tam da burası, ırkçılığın başladığı nokta! Bu tavır bir nevi mikro ırkçılık. Yani ilâhlaşmış egosunu evrenin merkezine yerleştiren en tehlikeli ve vahşi yaratık, çevremizde insan görünümüyle dolaşıyor. Bu yaratığın değdiği, iliştiği, alışveriş yaptığı her birey mutlaka yaralanıyor bu ilişkiden. Bu tür bencilliklere maruz kalan herkes az çok uzaklaşıyor insanlardan. Çünkü muhatabının yaşattığı iğrenç nefsaniliğe tepkisini bütün insanlara genelliyor. Hakikatte her insan böyle değil ama insan zihni genelleme yapmanın konforuna yeniliyor.
Bir hatası, yanlışı, günahı, suçu varsa insana düşen, bunu kabul etmek ve bundan nadim olmaktır. Gelin görün ki, güncelde manzara iç açıcı değil. Bozulan sosyal ilişkiler ve Batı’nın bireycilik rüzgârına kapılarak çözünen aile, neredeyse seri hâlde nevrotik kişilikli birey üretiyor. Bu kişilik bozukluğu kendisinde hiçbir hata görmemek, ilişkilerde ortaya çıkan olumsuzlukların müsebbibi olarak kendinden başka herkesi suçlamak tercihinde. Oysa geleneksel insan ilişkilerinde hatayı kabullenmek ve ondan pişmanlık duyup hatadan rücû etmek, normal insan olmanın ilk adımı sayılırdı. Kadim değerlerimizin silinmesi, töre, gelenek, eski alışkanlıklar ve eski kafalılık gibi menfi anlamlar yüklenerek bunların hayattan kovulması millî kimliği yozlaştırınca sonuç bu fecaat oldu. Yıkılan barajdan aşan Batılı değer(sizlik)ler artık işgali vatan topraklarında değil zihinlerde yürütüyor. Üstelik anne-babaya, yetişkinlere fark ettirmeden bütün hızıyla…
Yaşı 30’u geçmiş olsa da bunalımlı ergen modundan çıkamamış bireylerin sayısı hızla artıyor. Kendini ermiş, günahsız, lâ-yüs’el varlıklar katında konumlandırmış ham ervah dolu yöremiz. Rahatsız edici bir kibir, insan ilişkilerini karşılıklı zehirliyor. Üç sözünden biri yalan çıkan biri, sosyal medyada “doğru sözlü olmak” temalı vecizeler paylaşıyor bitevi. Namus konusunda hafifmeşrep insanların da aynı mecralarda nice namus/iffet edebiyatı parçaladıklarına şahidiz.
Ticaretinde üçkâğıdı ilke edinenlerin, “Allah’ın makbul gördüğü tüccar, dürüst esnaf, kul hakkından aslandan korkan ceylan gibi korkan veli” gibi paylaşımlar yapmaları artık hayatın olağan akışına mânî değil. Cuma namazına gitmediğini bildiğimiz insanların tebrik mesajları paylaşmaları, dinî bayramlarda anne-baba-akrabayı çalımlayarak beş yıldızlı otelde tatil yapan mebzul miktarda vatandaşınsa içindeki cılız vicdan ve iman sesini bastırabilmek adına sıcak kumlu plajlardan bol miktarda Arapça metinli “Bayram mübârek” mesajlarına abanmaları da bizim gerçeğimiz.
Modern yaşam biçimi geleneksel insan modelini yıpratıp siliyor. Rasyonel, akılcı, pozitif kodlamalarla merhameti, vicdanı, fedakârlığı, tevazuu ve nihayetinde imanı ile birlikte insanlığı tasfiye edilen bireylerin sayısını artırıyor. Bu dejenere insan tipinin artışı toplumsal ilişkilerin niteliğini bozmakla birlikte hayatı “dinginliğin ıssız mağarası” kılıyor. İnsandan kaçan herkes insansız bir sığınak arıyor.
İsmet Özel bu konuda da haklı: “Modernlik, insan şerefine yakışır bir hayata mânîdir.”
Oysa yaşadığımız bunalımlı hayattan kurtuluş için bir “hicrete” mecbur olduğumuz doğru. Bulunduğumuz hâl huzur ve saadetten fukara ise başka bir hâle yolculuk yapmamız kaçınılmaz. Ama hicret nereye, yol neresi?
Yolcu belli: Ben. Aslında yol da belli, sahil-i selâmet de belli…