Yalanla yaşama: “Jit ne polji!” (3)

İşte aklımda tüm bunlar dönüp dururken, yine Rus bir yazarın şu cümleleri aklıma düşüvermişti: “Yalan söylediklerini biliyoruz./ Yalan söylediklerini biliyorlar./ Yalan söylediklerini bildiğimizi biliyorlar./ Yalan söylediklerini bildiğimizi bildiklerini biliyoruz./ Ama hâlâ yalan söylüyorlar!”

TEMMUZ ortası… Ege’deki küçük bir sahil kasabasında, deniz kenarındaki bir kahvede oturuyordum. Hemen yanında çocuk parkı bulunan bu kahvede çocukların şen gülüşlerinden, tatlı atışmalarından, itişip kakışmalarından mülhem bir senfoni eşliğinde çayımı yudumluyordum.

O esnada iki küçük kızın salıncağa önce kimin bineceği konusunda neredeyse kavgaya tutuşmak üzere olduklarını gördüm. Tam o sırada, muhtemelen parkta oynayan çocuğuna refakat eden, yaşının 30’larında olduğunu tahmin ettiğim bir hanım geldi ve onlara, “Biz çocukluğumuzda bir tekerlemeyle sıra belirlerdik. Size yardımcı olabilirim” dedi.

Küçükler kenara çekildi ve içlerinden biri, “Nasıl?” diye sordu. Hanım, onları omuzlarından tutarak karşılıklı hâle getirdi ve “İlk çıkan salıncağa ilk binecek, darılmaca gücenmece yok, tamam mı?” diye sordu. Küçük kızlar aynı anda başlarını “Olur” anlamında öne geriye salladılar. Ve usluca, öylece durdular.

Yakınımda cereyan eden bu masum mücadeleye çözüm üreten hanımı içimden sessizce kutladım. Hanım, parmağını birinden ötekine geçirerek saymaya başladı: “Portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum. Duma duma dum!”

Sarışın kıza isabet etmişti son “dum”. O koşarak salıncağın zincirlerine yapışırken, hatıralarım zihnimde at koşturuyor, hanımın tekerlemesindeki “Yalan uydurdum” ifadesi normallikle çatışıyordu. Anlık bir çağrışımla kendi çocukluğumdaki bir tekerleme, sanki dün tekrarlamışım gibi düşüvermişti dilime: “Bir, iki üçler… Yaşasın Türkler! Dört, beş, altı… Polonya battı. Yedi, sekiz, dokuz… Alman domuz (bağışlayın). On, on bir, on iki… Amerika tilki. On üç, on dört, on beş… Ruslar kalleş.”

Ve şaşırıp kalmıştım. Çocuk zihnimin dilime düşürdüğü tekerlemenin günümüz dünya diplomasisiyle karşılaştırdığımda değerini hiç yitirmediğini, yukarıda bahsini ettiğim imkânsızlıklara rağmen ne de isabetli olduğunu, günümüzde de aynı geçerliliğini koruduğunu fark edince şaşkınlığım artmıştı.

Bu şaşkınlık dünüm ile bugünümün şartları, değişkenleri ve sabitleri arasında bir kıyas doğurduğu için olmalı, hatıralarım nükseden bir ağrı gibi tüm aklımı kuşatmıştı. Bu sebeple gayr-i ihtiyarî bir şekilde yazımın başına hangi şartlarda, nasıl kaynaklardan, hangi şuur ile beslendiğimizi almış, sonuna da tetikleyici, basit ama gayet ciddî bu küçük anekdotu yerleştirmiş olmalıyım.

Benim hafızamda olabildiğince net kalan bir tekerleme, bu iki küçük kızın hafızasında da yıllar sonra böyle bir netlikle uyanıverirse neler olur? “Bir yalan uydurma” normalliğini akılları ve kalpleri nasıl yorumlar? Bu tekerlemeyi uyduran, ne akla hizmet ve neden “bir yalan uydurma”yı böylesi bir şekille saf çocuklara servis eder? Bu tekerlemenin menşei nedir?

Kişi ne ile beslenirse onu ikram ettiğinden olabilir mi bu sorunların cevabı? Böylesi tekerlemelerle büyüyen kimi gençlerimizin muhalefetin yalanlarını yadırgamayışları da çok normal değil mi?

İşte aklımda tüm bunlar dönüp dururken, yine Rus bir yazarın şu cümleleri aklıma düşüvermişti: “Yalan söylediklerini biliyoruz./ Yalan söylediklerini biliyorlar./ Yalan söylediklerini bildiğimizi biliyorlar./ Yalan söylediklerini bildiğimizi bildiklerini biliyoruz./ Ama hâlâ yalan söylüyorlar!”

1970 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Aleksandr Isayeviç Soljenitsin, 1974 yılında yazdığı “Yalanla Yaşama” (Jit Ne Polji!) eseri yayınlanır yayınlanmaz tutuklanmış ve o günkü SSCB’den sınır dışı edilmesi kararlaştırılmış bir edip. Yirmi yıllık sürgüne mahkûm edilen yazarın suçu, yalana ve yalan söyleyenlere meydan okuması olmuş. “Doğruyu söyleyenin dokuz köyden kovulması” bu olsa gerek.

Bu meydan okumanın bedeli ağır ama onurluyken ve bir o kadar tehditkârken, yalan uydurmanın normal ve yalanın kanıksanmış hâli güvenli kabul edildiğinde, toplumsal çürümenin onursuzluğu telâfi edilemez bir netice doğuracağından habersiz çocuklara servis edilmiş bir tekerlemeyi masum bir kelime uyumu olarak görmek mümkün değil. Ve bir yetişkinin bu sorgulamayı yapmaksızın ya çocukluğundan kalma masum bir bilgi yahut bilinçli bir toplumsal dejenerasyona sebep olacağının farkına varamama gafleti ile saf zihinlere yalanı kodladığı bu minik an, kocaman bir tehlikeden söz edivermişti bana.

Muhtemelen yarım asırlık bir süreç vardı salıncağa binmek isteyen çocuklarla aramda. Portakal ile yalanın anlamsız bir biçimde bir araya getirildiği tekerlemeyi söyleyen hanım ise çocuklar ve benim aramda dengeyi sağlayacak yaştaydı. Görünürde rakamlar bunu söylerken, durumun barındırdığı riskin matematiğini yapmak, tutarsızlık boyutu ile “error” verecek cinsten görünüyordu. Aynı coğrafyanın çocuklarıydık ama bizim geçtiğimiz köprülerin altından çok sular akmış, önüne çeri çöpü değil, erdemleri, gerçekleri, değerleri katmıştı belli ki. İmkânların çokluğu, bilginin küresel boyuttaki hızı, dijitalleşmenin ve teknolojik gelişmelerin niteliği insanlığı ve insanlık değerlerini çalmak için kullanılıyorsa, inkişaf mı ediliyor, iptidaî bir geri gidişe iptida mı ediliyor, sormak, soruşturmak, cevap aramak ve çare olacak cevaba ulaşmak için çaba sarf etmek gerekiyor.

Bir çocuk parkında bir dakikayı bulmayan bu durum hikâyesi, yalana meydan okuma vaktinin çoktan geldiğini ve hatta geçtiğini düşündürüyor bana. Ve tüm çocuk yanımla annelere, babalara ve pırıl pırıl zekâlarıyla, sahip oldukları imkânlarıyla gıpta ettiğim tüm gençlere, gerçek bilgiye erişme tutkusuna sahip olmalarını diliyor ve “Yalanla yaşamaya son vermek sizin ellerinizde!” diyorum.

Kendi çocukluğumun tekerlemesi ne de güzelmiş! Yetinemeyip bir kez daha buraya farklı bir versiyonunu yazarak not düşmek istiyorum. Ola ki, gözüne ilişen yetişkinler, uluslararası ilişkilere gönderme yapan bu tekerlemeyi çocukların paylaşım kavgalarında önceliği belirlemek için sayarlar: “1, 2, 3’ler… Yaşasın Türkler! 4, 5, 6… Polonya battı. 7, 8, 9… Alman domuz. 10, 11, 12… Amerika tilki. 13, 14, 15… Ruslar kalleş.”