MAHCUP ve
sakit bir tabiatta giriş yaparız dünyaya. Yaratılış kodlarımız gerçek
değerlerin kıymetini bilmek, bulmak ve sahip çıkmak üzeredir. O’nun karşısında
başımız toprağa eğiktir hep. Sevmek ve gayret etmek tutkusu nakışlıdır
kalplerimize. Zaman geçer, insan benliği tanır ve onu beslemeye başlar. İşte her
şey bu raddeden itibaren ters yüz olmaya gayet müsait bir hâl alır.
Benliğin ilk besin maddesi
edilgen fiillerdir. Fakat daha fıtrat yolundan ayrılan sapaklara, girdaplara ve
çıkmaz sokaklara uğramamıştır ruhumuz. Çünkü ilk edilgenlik tutkumuz, sevilmek
ve değer görmek mevzuundadır. Bu da hem fıtrata uygun, hem de kaçınılmaz bir
duygu-durumdur. Süreğen yaşamak eylemi, duygu-durumların da dozunu gitgide arttırır.
Sevilmek ve değer görmekle yetinen kalp odacıklarımız, tatminsiz bir tabiata
doğru yol alır. Artık su gibi, nefes gibi, daha fazla edilgen fiile ihtiyaç
duymaya başlarız. Gitgide doz aşımı ve sonu nihâyetsiz bir hüsran…
Beğenilmek, takdir
edilmek, saygı duyulmak, ilgi görmek, daha çok, daha çok ve daha çok olacak
şekilde her an artan bir ivmeyle bu arzuları ruha yedirmek, sonunda tatminsiz
bir ruh hastası aşamasına geçişimizi sembolize eder. Aslında her duygu insana
has ve insan içindir. Ama bir yerde durmayı, duyguları ve talepleri gözden
geçirmeyi de bilmek gerekiyor. Tüm bu bahsettiğim hâllerin ve doz aşımı ile
gelinen çapsız mertebenin, “Yalan ve Riyâ” başlıklı bir yazıda giriş bölümünü
teşkil ediyor olması, anlam kaymasına sebep olmuş olabilir. O yüzden üzerine
basarak ve altını çizerek beyan etmeliyim ki, insanı yalana ve riyâya götüren
en kestirme yol, benliğini beslemek üzere keşfettiği bu edilgen fiillere karşı
dayanılmaz bir tutku besliyor oluşudur.
İnsan ne kadar çok
isterse, her neyi ne kadar çok, hâddinden çok isterse, yalan ve riyâ dolu bir
kimliği de el bebek gül bebek büyütüyor demektir.
Maddî beklentilerle, duygu
tatminine yönelik arzular fark etmeksizin, her türlü hâdsiz temâyül, yalan ve riyâya
giriş kapsını temsil eder.
Aslında kulluğun ve
insanlığın özeti de bu ya: Hâddi aşmayacaksın! Ne kendine, ne insana, ne
yaşadığın âleme, ne de tüm bunları Yaradan’a karşı hâddi aşmayacaksın.
Peki, yalan ve riyânın bu
kadar menfi oluşuna ne demeli? Hayır, şaşırtıcı olan, yalanın ve riyânın çirkin
duyguları uyandıran bir nesnelliğe sahip oluşu değil. İnsanı hayret duygusunda
meşgul eden asıl mevzu, bu kadar itici ve bunca yergiyi bünyesinde barındıran
bir kavramın bu kadar viral olabilitesi(!)…
İşte matematiğin yetersiz
kaldığı durumlardan birindeyiz! Hani matematiğin her işlemi her çözüşünde aynı
değeri vermesi ve pozitif ile negatifin yerini hep sarsılmaz bir gerçeklikle
ortaya koyması gibi bilimsel kazanımlar, bu tip durumlarda geçerli değil ne
yazık ki. Çirkin bir kavramın bu kadar yaygın oluşu matematiği iflâs ettirir, kimyada
bozulmalara sebep olur. Coğrafya bile bu husustan darbe almadan çıkamaz. Ama
insan psikolojisi ve günaha meyilli tabiatı, tüm bilimsel gerçeklikleri altüst
edecek kadar şaşırtıcı olabiliyor.
Her şeyin en iyisine, en güzeline sahip olma isteği bile başlı başlına riyâdır ki insanın riyâya ve yalana bulaşma biçiminin prototip hâli, Rabbine karşı duruşunda gizlidir. Bu, aynı zamanda en gizli saklı haramların bile ağzını açık bıraktıracak kadar vahim bir vaziyet. Prototipten kastım da, insanın daha benliğini ilk keşfedişi ve isteklerinden bir pazar yeri kuruşuyla, riyâya ilk uğrayışı imanî tarafından gerçekleşir. İbâdetinde, duâsında, tövbesinde riyâya düşmeye başlar insan. Fakat işin en tehlikeli kısmı şudur ki, bunu kendine itiraf etmesi bazen çok uzun yılları alabilir. Hâttâ bazı insanların bu itiraf cesâreti ancak son nefesin iadesi ile mümkün olmaktadır. Ama inşallah, kendi riyâmızı o sahfaya ermeden evvel keşfetmek mümkün olur.
Bir tür hastalık
İnsan ibâdette riyâya
nasıl düşer? Aslında öyle kolay kolay cevap verilebilecek bir soru değil. O
hâlde en doğru yola başvurmalı ve bu konudaki âyetlere uğramalı.
Maun, 4-7: “Vay hâline o namaz kılanların ki onlar
namazlarının özünden uzaktırlar. Onlar halka gösteriş yaparlar. Hayra da engel olurlar.”
Demek ki gösterişle ibâdet
etmek, riyânın ve yalanın en zalim şeklidir. Ama ne ilginçtir ki, ilk şeklidir.
İnsanların içinde nasıl ibâdet ettiğine bakarak riyâya düşüp düşmediğini
anlayamazsın elbette. Asıl bakman gereken yer, tek başınayken nasıl ibâdet
ettiğin. Çünkü tek başınayken ettiğin ibâdet insanların içinde yaptığın
ibâdetten daha özensizse, burada büyük bir sorun var demektir. İnsanların
içinde ibâdet edip ya da ibâdet ediyor gibi görünüp tek başınayken besmeleye
bile uğramayanları konuşmaya bile lüzum yok. Satır israfı olur. Çünkü onlar
kendilerini zaten biliyordur. Fakat her şekilde ibâdet eden bir insanın da riyâya
düşmesi an meselesi olduğundan ve insanın her an kendi duygusunu tartma
meziyeti bulunmadığından, ibâdette riyâya düşmemenin (kendimce) iki formülünü
söylemek isterim: Kendi başınayken ibâdetlerini özenle yapmak ve bütün ibâdetlerindeki
ruhî kaymalar, kusurlar ve eksikler için her daim tövbe etmek. Ama bunlardan da
mühim olanı, Allah’a kulluğu hakkıyla yapabilmede O’ndan yardım ve merhamet
dilenmek…
Bence “sakın”lık bir durum
var: Sakın insan, kendi ibâdetini yüceltmesin! İşte o andan itibaren riyâya
bile gerek kalmadan kalbin katılaşması, kararması ve ibâdete olan şevkini
kaybetmesi gibi yazık hâller oluşabilir. Maazallah!
İnsanın yardım ve inâyette
de riyâya düşmesi çok sık karşılaşılan bir durum. Kalp bu, her an tartamıyor,
ölçemiyoruz. Duâsız ve Allah’ın yardımını dilemeksizin bir hayra bile el
uzatmamalı insan. Yoksa hayır yaptığını zannederken yine benliğini edilgen bir
fiille besliyor olabilir. Buralar kaygan zeminler, dikkatle yürümeli! Kalbini
doğruda sabit tutmak, biz acizlerin beceri ve yetkinlik alanına girmiyor. Kalbi
doğruda tutacak yegâne şey, O’ndan yardım istemektir. Her an kalp kayabilir;
her an iyiden kötüye, güzelden çirkine yol alabilir. O hâlde bir hayra el
atmadan önceki niyeti temiz tutmak adına duâ ve ibâdetle Rabbine yalvarmalı
insan. Sonrasında da en gösterişsiz, en ilânsız ve en sâde şekliyle o hayrı
yerine getirmeli. Hayır yapan insan, kendi kendini takdir edecek olduğu anda
tövbeye ve duâya sarılmalı. Elbette kendini iyi bir hâlde bulmak ister insan.
Ama bu konu üzerinde çok durmak yine kalbi bozacak ve bundan sonraki iyilik
hareketleri sürecinde bir tatmin duygusunu körükleyecektir.
İnsan severken de yalancı
ve riyâkâr olabiliyor maalesef. Sevmek ne güzel bir duygu oysa. Hâttâ güzelin
ötesinde, yaşamsal bir varoluş... Kaçınılmaz bir uğrak mekânı… O hâlde sevmeli.
Ama çok hızlı ve çok net söyleyeceğim (ki yine bir dipnot olarak, öncelikle
kendime söyleyeceğim, çünkü sürekli söylerim): Sevdiğiniz bir insanı düşünün
evvelâ! Güzel yanları ve kusurlarıyla… Bütün eksi ve artılarıyla sevdiğiniz
herhangi bir insan… Kabulünüze aldığınız, hatâlarını örtbas ettiğiniz ve
günahlarını görmezden gelerek sevdiğiniz herhangi bir insan… O insanı severken
ne kadar da masumane bir duygudasınız. Evet, buna ben de inanıyorum…
Ama ne zaman riyâkâr
olacağımızı beyan edeyim: Sevdiğiniz kişide var olan bütün kusur, ayıp, günah
ve yanlışların zerresini bir başkasında gördüğünüzde kınıyorsanız, tamamdır! Riyâkâr
bir sevme eylemi başarıyla gerçekleştirilmiştir. Bir başkasını da aynı duyguyla
sevmeniz gerekmiyor; ama daha fazla yanlışa sahip bir sevdiğiniz varken, bu
bahsi geçen bir başkasını kınamakta hiç tereddüt etmiyorsanız, benliği okşayan
bir sevme gafletinin tam ortasındasınız. Ve elbette eşlerin, dostların menfaatine
hitap ettiği için sevdiği, daha doğrusu seviyor gibi göründüğü durumları es
geçiyorum. Çünkü onlar da zaten kendilerinden emindirler. Satır harcamaya bile
değmez.
Ben daha ziyâde, sanki
yokmuş gibi görünüp de son derece var olan riyâkârlıklara değinmek
niyetindeyim. Çünkü en çirkin olanı onlar olduğu gibi, en yaygın olanı da
onlar.
Şimdilerde en ufak hususta
bile süslü yalanlar söylemeyi âdet edinmiş
Müslümanlar (!) var.
“Kalplerinde bir bozukluk vardır, Allah da onlardaki
bozukluğu arttırmıştır. Yalan söylemeleri yüzünden, kendilerine acı veren bir
azap da vardır.” (Bakara, 10)
“Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız
şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında çok
çirkin bir davranıştır.” (Saff, 2-3)
Şifâ nerede?
En ufak olayda bile yalan
söylemek asla bir tercih değil, bir hastalıktır. Bu hastalığa sebep olansa
insanın çıkarı ve duygusunu tatmini yolunda söylediği diğer yalanlardır. Önce,
bir olaydan kurtulmak, birine galip gelmek ve bir şey elde etmek için
etkileşimli bir yalan söyler insan. Sonra kalp ve ruh hasta düşer. Öyle bir
hastalanır ki, artık yalan ile gerçeği ayırt edebilecek bir ferâseti kalmaz.
Böylece en basit hareketini anlatırken, en gereksiz konularda konuşurken bile
yalana başvurur hâle gelir. Bu hastalığın tek çâresi ise tövbe ve kulluktur. Başka
da hiçbir şekilde insan şifâ bulamaz. İşte bu sebeple duâ, zikir ve ibâdet,
hayatın her ânına yayılması gereken eşsiz nimetlerdir. İnsan ibâdete ve duâya
sarılıp tövbesini arttırdıkça ilk karşılaşacağı nimet, kendi kusurlarını
görmesi olacaktır. Böylece hasta düşen kalbine ve ruhuna yardım edecek aklı ve
dermanı bulur.
İşinde yalan ve riyâya
başvuranlar, helâl lokmanın tadını unuturlar. Evinde yalan ve riyâya başvuranlar,
evdeki güven ve samîmiyeti yok ederler. Dostuna yalan ve riyâyla yaklaşanlar,
dostane sıcaklıkların üzerine bir sünger çekerler. Sonra bir bakmışız, hayat,
tuhaf insan ilişkilerinin merkezinde, nedenini bile bilmediğimiz
sevgisizliklere duçar olmuşuz. Öyle bir vaziyeti inşâ etmişiz ki göremez, duyamaz
ve hissedemez bir karanlıkta kalmışız. İnsanlar yapay, mekânlar dar, hâneler
bereketsiz… Ama durup da dememişiz ki, “Bunca yalan söz, bunca riyâ, bunca samîmiyetsizlikle
kendimi bu keşmekeşe ben getirdim”…
Dili ve kalbi muhafaza
etmek gerek. İnsan attığı adımda, söylediği sözde sürekli bir denge gayretine
düşmeli. Kalbi sağlam ve çürümez kılmanın da tek yolu, onu Sahibine emânet
etmektir. Secdelerde, duâlarda ve hayırlarda…