Yalan ve riyâ

İşinde yalan ve riyâya başvuranlar, helâl lokmanın tadını unuturlar. Evinde yalan ve riyâya başvuranlar, evdeki güven ve samîmiyeti yok ederler. Dostuna yalan ve riyâyla yaklaşanlar, dostane sıcaklıkların üzerine bir sünger çekerler. Sonra bir bakmışız, hayat, tuhaf insan ilişkilerinin merkezinde, nedenini bile bilmediğimiz sevgisizliklere duçar olmuşuz.

MAHCUP ve sakit bir tabiatta giriş yaparız dünyaya. Yaratılış kodlarımız gerçek değerlerin kıymetini bilmek, bulmak ve sahip çıkmak üzeredir. O’nun karşısında başımız toprağa eğiktir hep. Sevmek ve gayret etmek tutkusu nakışlıdır kalplerimize. Zaman geçer, insan benliği tanır ve onu beslemeye başlar. İşte her şey bu raddeden itibaren ters yüz olmaya gayet müsait bir hâl alır.

Benliğin ilk besin maddesi edilgen fiillerdir. Fakat daha fıtrat yolundan ayrılan sapaklara, girdaplara ve çıkmaz sokaklara uğramamıştır ruhumuz. Çünkü ilk edilgenlik tutkumuz, sevilmek ve değer görmek mevzuundadır. Bu da hem fıtrata uygun, hem de kaçınılmaz bir duygu-durumdur. Süreğen yaşamak eylemi, duygu-durumların da dozunu gitgide arttırır. Sevilmek ve değer görmekle yetinen kalp odacıklarımız, tatminsiz bir tabiata doğru yol alır. Artık su gibi, nefes gibi, daha fazla edilgen fiile ihtiyaç duymaya başlarız. Gitgide doz aşımı ve sonu nihâyetsiz bir hüsran…

Beğenilmek, takdir edilmek, saygı duyulmak, ilgi görmek, daha çok, daha çok ve daha çok olacak şekilde her an artan bir ivmeyle bu arzuları ruha yedirmek, sonunda tatminsiz bir ruh hastası aşamasına geçişimizi sembolize eder. Aslında her duygu insana has ve insan içindir. Ama bir yerde durmayı, duyguları ve talepleri gözden geçirmeyi de bilmek gerekiyor. Tüm bu bahsettiğim hâllerin ve doz aşımı ile gelinen çapsız mertebenin, “Yalan ve Riyâ” başlıklı bir yazıda giriş bölümünü teşkil ediyor olması, anlam kaymasına sebep olmuş olabilir. O yüzden üzerine basarak ve altını çizerek beyan etmeliyim ki, insanı yalana ve riyâya götüren en kestirme yol, benliğini beslemek üzere keşfettiği bu edilgen fiillere karşı dayanılmaz bir tutku besliyor oluşudur.

İnsan ne kadar çok isterse, her neyi ne kadar çok, hâddinden çok isterse, yalan ve riyâ dolu bir kimliği de el bebek gül bebek büyütüyor demektir.

Maddî beklentilerle, duygu tatminine yönelik arzular fark etmeksizin, her türlü hâdsiz temâyül, yalan ve riyâya giriş kapsını temsil eder.

Aslında kulluğun ve insanlığın özeti de bu ya: Hâddi aşmayacaksın! Ne kendine, ne insana, ne yaşadığın âleme, ne de tüm bunları Yaradan’a karşı hâddi aşmayacaksın.

Peki, yalan ve riyânın bu kadar menfi oluşuna ne demeli? Hayır, şaşırtıcı olan, yalanın ve riyânın çirkin duyguları uyandıran bir nesnelliğe sahip oluşu değil. İnsanı hayret duygusunda meşgul eden asıl mevzu, bu kadar itici ve bunca yergiyi bünyesinde barındıran bir kavramın bu kadar viral olabilitesi(!)…

İşte matematiğin yetersiz kaldığı durumlardan birindeyiz! Hani matematiğin her işlemi her çözüşünde aynı değeri vermesi ve pozitif ile negatifin yerini hep sarsılmaz bir gerçeklikle ortaya koyması gibi bilimsel kazanımlar, bu tip durumlarda geçerli değil ne yazık ki. Çirkin bir kavramın bu kadar yaygın oluşu matematiği iflâs ettirir, kimyada bozulmalara sebep olur. Coğrafya bile bu husustan darbe almadan çıkamaz. Ama insan psikolojisi ve günaha meyilli tabiatı, tüm bilimsel gerçeklikleri altüst edecek kadar şaşırtıcı olabiliyor.

Her şeyin en iyisine, en güzeline sahip olma isteği bile başlı başlına riyâdır ki insanın riyâya ve yalana bulaşma biçiminin prototip hâli, Rabbine karşı duruşunda gizlidir. Bu, aynı zamanda en gizli saklı haramların bile ağzını açık bıraktıracak kadar vahim bir vaziyet. Prototipten kastım da, insanın daha benliğini ilk keşfedişi ve isteklerinden bir pazar yeri kuruşuyla, riyâya ilk uğrayışı imanî tarafından gerçekleşir. İbâdetinde, duâsında, tövbesinde riyâya düşmeye başlar insan. Fakat işin en tehlikeli kısmı şudur ki, bunu kendine itiraf etmesi bazen çok uzun yılları alabilir. Hâttâ bazı insanların bu itiraf cesâreti ancak son nefesin iadesi ile mümkün olmaktadır. Ama inşallah, kendi riyâmızı o sahfaya ermeden evvel keşfetmek mümkün olur.


Bir tür hastalık

İnsan ibâdette riyâya nasıl düşer? Aslında öyle kolay kolay cevap verilebilecek bir soru değil. O hâlde en doğru yola başvurmalı ve bu konudaki âyetlere uğramalı.

Maun, 4-7: “Vay hâline o namaz kılanların ki onlar namazlarının özünden uzaktırlar. Onlar halka gösteriş yaparlar. Hayra da engel olurlar.”

Demek ki gösterişle ibâdet etmek, riyânın ve yalanın en zalim şeklidir. Ama ne ilginçtir ki, ilk şeklidir. İnsanların içinde nasıl ibâdet ettiğine bakarak riyâya düşüp düşmediğini anlayamazsın elbette. Asıl bakman gereken yer, tek başınayken nasıl ibâdet ettiğin. Çünkü tek başınayken ettiğin ibâdet insanların içinde yaptığın ibâdetten daha özensizse, burada büyük bir sorun var demektir. İnsanların içinde ibâdet edip ya da ibâdet ediyor gibi görünüp tek başınayken besmeleye bile uğramayanları konuşmaya bile lüzum yok. Satır israfı olur. Çünkü onlar kendilerini zaten biliyordur. Fakat her şekilde ibâdet eden bir insanın da riyâya düşmesi an meselesi olduğundan ve insanın her an kendi duygusunu tartma meziyeti bulunmadığından, ibâdette riyâya düşmemenin (kendimce) iki formülünü söylemek isterim: Kendi başınayken ibâdetlerini özenle yapmak ve bütün ibâdetlerindeki ruhî kaymalar, kusurlar ve eksikler için her daim tövbe etmek. Ama bunlardan da mühim olanı, Allah’a kulluğu hakkıyla yapabilmede O’ndan yardım ve merhamet dilenmek…

Bence “sakın”lık bir durum var: Sakın insan, kendi ibâdetini yüceltmesin! İşte o andan itibaren riyâya bile gerek kalmadan kalbin katılaşması, kararması ve ibâdete olan şevkini kaybetmesi gibi yazık hâller oluşabilir. Maazallah!

İnsanın yardım ve inâyette de riyâya düşmesi çok sık karşılaşılan bir durum. Kalp bu, her an tartamıyor, ölçemiyoruz. Duâsız ve Allah’ın yardımını dilemeksizin bir hayra bile el uzatmamalı insan. Yoksa hayır yaptığını zannederken yine benliğini edilgen bir fiille besliyor olabilir. Buralar kaygan zeminler, dikkatle yürümeli! Kalbini doğruda sabit tutmak, biz acizlerin beceri ve yetkinlik alanına girmiyor. Kalbi doğruda tutacak yegâne şey, O’ndan yardım istemektir. Her an kalp kayabilir; her an iyiden kötüye, güzelden çirkine yol alabilir. O hâlde bir hayra el atmadan önceki niyeti temiz tutmak adına duâ ve ibâdetle Rabbine yalvarmalı insan. Sonrasında da en gösterişsiz, en ilânsız ve en sâde şekliyle o hayrı yerine getirmeli. Hayır yapan insan, kendi kendini takdir edecek olduğu anda tövbeye ve duâya sarılmalı. Elbette kendini iyi bir hâlde bulmak ister insan. Ama bu konu üzerinde çok durmak yine kalbi bozacak ve bundan sonraki iyilik hareketleri sürecinde bir tatmin duygusunu körükleyecektir.

İnsan severken de yalancı ve riyâkâr olabiliyor maalesef. Sevmek ne güzel bir duygu oysa. Hâttâ güzelin ötesinde, yaşamsal bir varoluş... Kaçınılmaz bir uğrak mekânı… O hâlde sevmeli. Ama çok hızlı ve çok net söyleyeceğim (ki yine bir dipnot olarak, öncelikle kendime söyleyeceğim, çünkü sürekli söylerim): Sevdiğiniz bir insanı düşünün evvelâ! Güzel yanları ve kusurlarıyla… Bütün eksi ve artılarıyla sevdiğiniz herhangi bir insan… Kabulünüze aldığınız, hatâlarını örtbas ettiğiniz ve günahlarını görmezden gelerek sevdiğiniz herhangi bir insan… O insanı severken ne kadar da masumane bir duygudasınız. Evet, buna ben de inanıyorum…

Ama ne zaman riyâkâr olacağımızı beyan edeyim: Sevdiğiniz kişide var olan bütün kusur, ayıp, günah ve yanlışların zerresini bir başkasında gördüğünüzde kınıyorsanız, tamamdır! Riyâkâr bir sevme eylemi başarıyla gerçekleştirilmiştir. Bir başkasını da aynı duyguyla sevmeniz gerekmiyor; ama daha fazla yanlışa sahip bir sevdiğiniz varken, bu bahsi geçen bir başkasını kınamakta hiç tereddüt etmiyorsanız, benliği okşayan bir sevme gafletinin tam ortasındasınız. Ve elbette eşlerin, dostların menfaatine hitap ettiği için sevdiği, daha doğrusu seviyor gibi göründüğü durumları es geçiyorum. Çünkü onlar da zaten kendilerinden emindirler. Satır harcamaya bile değmez.

Ben daha ziyâde, sanki yokmuş gibi görünüp de son derece var olan riyâkârlıklara değinmek niyetindeyim. Çünkü en çirkin olanı onlar olduğu gibi, en yaygın olanı da onlar.

Şimdilerde en ufak hususta bile süslü yalanlar söylemeyi âdet edinmiş Müslümanlar (!) var.

“Kalplerinde bir bozukluk vardır, Allah da onlardaki bozukluğu arttırmıştır. Yalan söylemeleri yüzünden, kendilerine acı veren bir azap da vardır.” (Bakara, 10)

Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında çok çirkin bir davranıştır.” (Saff, 2-3)

Şifâ nerede?

En ufak olayda bile yalan söylemek asla bir tercih değil, bir hastalıktır. Bu hastalığa sebep olansa insanın çıkarı ve duygusunu tatmini yolunda söylediği diğer yalanlardır. Önce, bir olaydan kurtulmak, birine galip gelmek ve bir şey elde etmek için etkileşimli bir yalan söyler insan. Sonra kalp ve ruh hasta düşer. Öyle bir hastalanır ki, artık yalan ile gerçeği ayırt edebilecek bir ferâseti kalmaz. Böylece en basit hareketini anlatırken, en gereksiz konularda konuşurken bile yalana başvurur hâle gelir. Bu hastalığın tek çâresi ise tövbe ve kulluktur. Başka da hiçbir şekilde insan şifâ bulamaz. İşte bu sebeple duâ, zikir ve ibâdet, hayatın her ânına yayılması gereken eşsiz nimetlerdir. İnsan ibâdete ve duâya sarılıp tövbesini arttırdıkça ilk karşılaşacağı nimet, kendi kusurlarını görmesi olacaktır. Böylece hasta düşen kalbine ve ruhuna yardım edecek aklı ve dermanı bulur.

İşinde yalan ve riyâya başvuranlar, helâl lokmanın tadını unuturlar. Evinde yalan ve riyâya başvuranlar, evdeki güven ve samîmiyeti yok ederler. Dostuna yalan ve riyâyla yaklaşanlar, dostane sıcaklıkların üzerine bir sünger çekerler. Sonra bir bakmışız, hayat, tuhaf insan ilişkilerinin merkezinde, nedenini bile bilmediğimiz sevgisizliklere duçar olmuşuz. Öyle bir vaziyeti inşâ etmişiz ki göremez, duyamaz ve hissedemez bir karanlıkta kalmışız. İnsanlar yapay, mekânlar dar, hâneler bereketsiz… Ama durup da dememişiz ki, “Bunca yalan söz, bunca riyâ, bunca samîmiyetsizlikle kendimi bu keşmekeşe ben getirdim”…

Dili ve kalbi muhafaza etmek gerek. İnsan attığı adımda, söylediği sözde sürekli bir denge gayretine düşmeli. Kalbi sağlam ve çürümez kılmanın da tek yolu, onu Sahibine emânet etmektir. Secdelerde, duâlarda ve hayırlarda…