Yağmurdan sonra

Kıyametin habercisiymiş gibi yağan o yağmurda, kucağında küçük bir çocukla koşarak hastaneye yetişmeye çalışan bir baba… Ve ateşler içinde yanarken, ciğerleri sökülürcesine öksüren o küçücük kız çocuğu ile babasının çaresizliği doldurmuştu bir anda Zile’nin bütün cadde ve sokaklarını… Aynı zamanda Adil Hoca’nın gözlerini…

NASIL olduğunu anlayamadı bile; Adil Hoca, şemsiyesini bir anda kapıp kaçan adamın peşinden bakmakla yetindi. Şaşkınlığını bir müddet atamadı üzerinden.

Yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya devam ediyor, Ulu Cami’den aşağıya, İstasyon Caddesi’nin iki yanından kaldırım boyu sel olup akıyordu. Gök delinmiş gibiydi. Damlalar o derece güçlüydü ki, neredeyse şemsiyesi olan olmayan herkes, bulduğu bir saçağın altına saklanmak zorunda kalmıştı. İstasyon Caddesi’ndeki birçok esnaf da işini bırakmış, vitrin gerisinden, kapı önünden uzun zamandır Zile’de görmedikleri bu şiddetli yağmuru izliyordu.

Adil Öğretmen, şemsiyesini kaşla göz arasında elinden alan adamın arkasından bakakaldı bir müddet. Kendini toparladıktan sonra o da diğerleri gibi bir saçağın altında durup yağmurun dinmesini beklemeye başladı. Bu yağmurda iki dakika bile kalsa dışarıda sırılsıklam olacağı kesindi. Islak halde okula da gidilmezdi. Saçağın altında kendini yağmurdan korumaya çalışırken bir yandan da düşünüyordu: Kimdi bu adam ve şemsiyesini neden çalmıştı? Ayakları çıplaktı adamın, üstünde doğru dürüst giysi yoktu, saçı başı dağınık, uzamış sakalıyla bir meczubu andırıyordu. Evet, bir deli olmalıydı. Üstelik şemsiyeyi hatırladığı kadarıyla başına da tutmamıştı. Öylece koşarak kaybolmuştu sokak aralarında.

Bir ayakkabıcı dükkânının önünde durmuştu Adil Hoca. Hocanın şaşkınlığını gören ve aynı zamanda olaya şahit olan ayakkabı dükkânının sahibi Murtaza Bey, elinde bir bardak çayla geldi hocanın yanına. Gülümseyerek bardağı uzatırken, “Sen de mi kaptırdın şemsiyeyi Deli Seyit’e?” dedi.

Merakını giderebilecek cevaplar alabileceği umuduyla döndü dükkân sahibine Adil Hoca, “Sormayın, kaptırdık” dedi hafiften gülümseyerek, “Kim bu adam? Niçin çaldı şemsiyemi?” diye devam etti sonra. “Deli işte, niye olsun… Her delinin bir takıntısı olur ya, bu da şemsiyeye takmış garibim. Böyle şiddetli yağmurlarda çıkar, gözüne kestirdiği adamların şemsiyelerini kapıp kaçar. Gel içeri, otur; keser birazdan yağmur, uzun sürmez sağanaklar” diyerek içeriye buyur etti misafirini dükkân sahibi.

Adil Hoca, içeri geçip Murtaza Bey’in gösterdiği tabureye oturdu. Bir taraftan çayını yudumlarken, diğer taraftan da sorular sormaya devam etti dükkân sahibine: “Ne yapar o şemsiyeleri peki?”

“Vallahi bilmem” dedi Murtaza Bey, “Kimse de bilmez. Zaten millet üstünde durmaz, deli işte! Götürüp atıyordur bir yerlere. Ne yapacak şemsiyeyi, baksana ayakları çıplak dolaşıyor, başını korusa ne olur?”. “Çoluk çocuk korkar ama bundan, değil mi?” dedi Hoca, “Yok yok!” diye karşılık verdi dükkân sahibi ve devam etti: “Öyle herkesin şemsiyesini almaz o, daha çok senin gibi kravatlılarınkini götürür… Öğretmen misin yoksa?”

“Evet, lisede edebiyat öğretmeniyim, adım Adil” dedi Hoca. “Memnun oldum Hocam, benim de adım Murtaza. Bizim Seyit şemsiyeyi kaptı ama bak tanışmamıza vesile oldu, teşekkür etmek lazım” karşılığını verdi dükkân sahibi.

Bu arada yağmurun şiddeti azalmıştı. Adil Hoca, çay ikramına teşekkür edip kalkmak için izin istedi. Murtaza Bey, ona isterse şemsiye verebileceğini söylese de Adil Hoca gerek kalmadığını, yağmurun etkisini yitirdiğini söyleyerek ayrıldı dükkândan. Yol boyunca düşündü; okula geldikten sonra da şemsiye hırsızı aklından çıkmadı. Teneffüs arasında, öğretmenler odasında gündeme getirdi konuyu. Odadaki öğretmenlerin çoğu, anlatılanları duyunca gülmeye başladı; belli ki hemen herkesin şemsiye hırsızından haberi vardı. Sonra kim olabileceğini sordu Adil Hoca öğretmen arkadaşlarına. Pek bilgisi yoktu kimsenin. Değişik rivayetler vardı hakkında birbirini tutmayan. Kimi önceden şemsiye dükkânı olduğunu, sonra iflas ettiğini, ondan sonra böyle olduğunu söylüyor, kimi şemsiyeleri çok sevdiği için çaldığına inanıyor, kimi de kravatlıları sevmediği için böyle davrandığını dile getiriyordu.

Rivayetler muhtelifti, kimse işin doğrusunu araştırma gereği duymamıştı. Sonuçta “Delidir, ne yapsa yeridir” mantığından hareketle kimse umursamamıştı Seyit’in neden özellikle böylesi şiddetli yağmurlarda insanların şemsiyelerini alıp kaçmasını.

Okuldaki öğretmenlerden Deli Seyit hakkında yeterli bilgi edinemeyeceğini anlayan Adil Hoca, şehirdeki en eski esnafları öğrenmeye çalıştı. Belki onlardan bir şeyler öğrenebilirdi. “Belki muhtar da bilir” diye okul çıkışına kadar düşündü. Olay oldukça ilginç gelmişti ona ve yerel gazetelerde zaman zaman öykü de yazan Adil Hoca, “Yeni ve yaşanmış bir öykü konusu olabilir bu benim için” diye düşünmekten de alamıyordu kendisini.

Okul çıkışı isim ve mekânını öğrendiği esnaflara uğradı Adil Hoca, muhtarla da konuştu. Ama onların söyledikleri de okuldaki öğretmenlerin söylediklerinden pek farklı değildi. Belli ki bu şehirde insanlar, gerçeğin peşine düşmek gibi bir gayretin içine girmemiş, herhangi birinin uydurduğu rivayete inanmakla yetinmişlerdi. Kendisi de bu rivayetlerden birine inanıp olayın peşini bırakmayı düşünüyordu ki o gece gördüğü rüya, işin aslının anlatılanlardan farklı olabileceğine inandırdı onu.

Rüyasında Seyit’i gördü Adil Hoca. Yine aynı yerde, aynı şiddetle yağmur yağıyordu. Manzara aynıydı ama bir farkla; bu defa Seyit, kapıp kaçmadı şemsiyeyi, sapından tutup öylece baktı Adil Hoca’ya. Göz göze geldiler. Bir müddet bakıştıktan sonra Adil Hoca kendiliğinden bıraktı şemsiyenin sapını. Uyandığında önce “Bilinçaltı yansıması” dedi, “Fazla etkilemiş olmalı beni” diye düşündü. Ama sonra, “Ne kaybederim ki biraz daha araştırsam? Belki bir gerçeği keşfeder, bir acıya dokunurum”.

“Acı” kelimesi onda değişik çağrışımlar uyandırdı. Evet, belki de bu işin temelinde bir acı yatıyor olabilirdi. Bu kanıya varan Adil Hoca, ertesi gün Deli Seyit’in evini aramaya başladı. Muhtara yeniden gitti, karakola uğradı, belediyeden bilgi almaya çalıştı ve sonunda evini buldu şemsiye hırsızının. Zile’nin arka mahallelerinde, dar bir sokak içinde, ahşap binalar arasına sıkışmış, yıkık dökük birkaç odadan oluşan metruk bir evde yaşıyordu Seyit. Kapıyı tıklatıp bekledi bir müddet. Açan olmayınca tekrar denedi. Kimsenin gelmediğini görünce kapıyı itti yavaşça. Kapı kilitli değildi. Hafifçe aralayıp seslendi içeriye doğru. Ses veren olmadı. Birkaç adım atıp tekrar “Kimse yok mu?” diye seslendi. Yoktu kimse gerçekten. İçeri girdi. Küçük bir koridora açılıyordu kapı. Koridorun sağında ve solunda birer oda, tam karşısında da üçüncü bir oda vardı. Biraz korku, biraz heyecan, biraz tedirginlikle yavaş yavaş dolaşmaya başladı loş odaları.

Kapı gıcırtılarından ürkmekle birlikte, her an ne yapacağı belli olmayacak o delinin gelebileceği korkusu vardı içinde. Bir yandan da içindeki merak duygusu onu kamçılıyor, mutlaka buralarda Seyit’in hikâyesine ışık tutacak bir şeyler bulabileceğine inanıyordu.

Sağdaki dar ve alçak kapılı odaya girdi önce başını eğerek. Yerde bir yatak, rastgele bir yana atılmış bir yorgan ve ne renk olduğu belli olmayan bir yastık gördü. İçeride ağır bir koku vardı. Yeterince aydınlık değildi içerisi ve aslında tam olarak ne aradığını da bilmiyordu. Her taraf pet şişe, poşet ve gazete atıklarıyla doluydu. Cep telefonunu çıkarıp ışığını yakarak çıktı odadan; “Bir an önce diğer odaları da dolaşıp gitmeliyim buradan” diye düşünüyordu. Sonra tam karşısındaki odaya girdi.

Odada bir köşeye yığılmış çöplerden başka bir şey görünmüyordu. Bu odada da bir şey bulamayacağını anlayan Adil Hoca, en son koridorun sonundaki odaya yöneldi. Kapıyı itti, açamadı; kilitli sandı önce, ikinci kez daha güçlü yüklendi bu kez. Kapı aralandığında ise gördüklerine inanamadı…

Hayatında böyle bir şok yaşadığını hatırlamıyordu Adil Hoca. Oda, ağzına kadar şemsiye doluydu. Deli Seyit kapıp kaçtığı şemsiyeleri atmıyor, burada topluyordu demek. Ama asıl sorunun cevabı hâlâ bulunabilmiş değildi. “Neden şemsiye?” diye düşünüyor, bir yandan da telefonunun ışığıyla odayı ve şemsiyeleri daha iyi görmeye çalışıyordu. Binlerce ve kalite kalite, renk renk şemsiye tavana kadar doldurmuştu odayı.

Adil Hoca başını sağa doğru çevirdiğinde ise hayatındaki ikinci büyük şoku yaşayacaktı. Köşede, yağmurdan korunmak ister gibi başında şemsiye tutan bir kız çocuk mankeni duruyordu ve üstelik manken çocuğun elindeki şemsiye de Adil Hoca’nınkiydi.

Şoku atlatan Hoca, “Bir an önce buradan çıkmalıyım” diye düşünerek dış kapıya doğru yöneldi. Ama asıl soru şekil değiştirmiş, büyümüş ve hâlâ beynini kurcalamaya devam ediyor haldeydi. Üstelik gördüğü şeyler, Adil Hoca’nın kafasında cevap bekleyen yeni sorular da doğurmuştu. Bu düşüncelerle çıkarken gayriihtiyari ilk girdiği odaya daldı tekrar. Telefonun lambasını gezdirdi odanın içinde. Daha önce fark etmediği bir şey gördü Adil Hoca. Yastık ile duvar arasına sıkışmış bir kutu vardı. “Belki bütün cevaplar buradadır, filmlerde oluyor, gerçek hayatta niye olmasın?” diye düşünüp kutuyu karıştırmaya başladı. Bir eliyle kutuyu aydınlatmaya çalışıyor, bir eliyle de içindeki evrakları okumaya çabalıyordu.

Eskimiş, yıpranmış, küf kokulu bu kâğıtlar, okuyabildiği kadarıyla hastane evraklarına benziyordu. Pek çok reçete ve raporun olduğu kâğıtların arasında biri çekti dikkatini. Raporu okumaya başladığında ise gözyaşlarını tutamadı.

Havaların henüz serin gittiği, gökyüzünden sicim gibi hışımla dökülen yağmurların ıslattığı bir Mart günü... Kıyametin habercisiymiş gibi yağan o yağmurda, kucağında küçük bir çocukla koşarak hastaneye yetişmeye çalışan bir baba… Ve ateşler içinde yanarken, ciğerleri sökülürcesine öksüren o küçücük kız çocuğu ile babasının çaresizliği doldurmuştu bir anda Zile’nin bütün cadde ve sokaklarını… Aynı zamanda Adil Hoca’nın gözlerini…

Adı: Çiğdem… Yaş: 9... Ölüm nedeni: Pnömoni (Zatürre)...