NASIL olduğunu
anlayamadı bile; Adil Hoca, şemsiyesini bir anda kapıp kaçan adamın peşinden bakmakla
yetindi. Şaşkınlığını bir müddet atamadı üzerinden.
Yağmur
bardaktan boşanırcasına yağmaya devam ediyor, Ulu Cami’den aşağıya, İstasyon
Caddesi’nin iki yanından kaldırım boyu sel olup akıyordu. Gök delinmiş gibiydi.
Damlalar o derece güçlüydü ki, neredeyse şemsiyesi olan olmayan herkes, bulduğu
bir saçağın altına saklanmak zorunda kalmıştı. İstasyon Caddesi’ndeki birçok
esnaf da işini bırakmış, vitrin gerisinden, kapı önünden uzun zamandır Zile’de görmedikleri
bu şiddetli yağmuru izliyordu.
Adil
Öğretmen, şemsiyesini kaşla göz arasında elinden alan adamın arkasından
bakakaldı bir müddet. Kendini toparladıktan sonra o da diğerleri gibi bir saçağın
altında durup yağmurun dinmesini beklemeye başladı. Bu yağmurda iki dakika bile
kalsa dışarıda sırılsıklam olacağı kesindi. Islak halde okula da gidilmezdi.
Saçağın altında kendini yağmurdan korumaya çalışırken bir yandan da düşünüyordu:
Kimdi bu adam ve şemsiyesini neden çalmıştı? Ayakları çıplaktı adamın, üstünde
doğru dürüst giysi yoktu, saçı başı dağınık, uzamış sakalıyla bir meczubu
andırıyordu. Evet, bir deli olmalıydı. Üstelik şemsiyeyi hatırladığı kadarıyla
başına da tutmamıştı. Öylece koşarak kaybolmuştu sokak aralarında.
Bir
ayakkabıcı dükkânının önünde durmuştu Adil Hoca. Hocanın şaşkınlığını gören ve
aynı zamanda olaya şahit olan ayakkabı dükkânının sahibi Murtaza Bey, elinde
bir bardak çayla geldi hocanın yanına. Gülümseyerek bardağı uzatırken, “Sen de
mi kaptırdın şemsiyeyi Deli Seyit’e?” dedi.
Merakını
giderebilecek cevaplar alabileceği umuduyla döndü dükkân sahibine Adil Hoca,
“Sormayın, kaptırdık” dedi hafiften gülümseyerek, “Kim bu adam? Niçin çaldı
şemsiyemi?” diye devam etti sonra. “Deli işte, niye olsun… Her delinin bir
takıntısı olur ya, bu da şemsiyeye takmış garibim. Böyle şiddetli yağmurlarda
çıkar, gözüne kestirdiği adamların şemsiyelerini kapıp kaçar. Gel içeri, otur;
keser birazdan yağmur, uzun sürmez sağanaklar” diyerek içeriye buyur etti
misafirini dükkân sahibi.
Adil
Hoca, içeri geçip Murtaza Bey’in gösterdiği tabureye oturdu. Bir taraftan
çayını yudumlarken, diğer taraftan da sorular sormaya devam etti dükkân
sahibine: “Ne yapar o şemsiyeleri peki?”
“Vallahi
bilmem” dedi Murtaza Bey, “Kimse de bilmez. Zaten millet üstünde durmaz, deli
işte! Götürüp atıyordur bir yerlere. Ne yapacak şemsiyeyi, baksana ayakları
çıplak dolaşıyor, başını korusa ne olur?”. “Çoluk çocuk korkar ama bundan,
değil mi?” dedi Hoca, “Yok yok!” diye karşılık verdi dükkân sahibi ve devam
etti: “Öyle herkesin şemsiyesini almaz o, daha çok senin gibi kravatlılarınkini
götürür… Öğretmen misin yoksa?”
“Evet,
lisede edebiyat öğretmeniyim, adım Adil” dedi Hoca. “Memnun oldum Hocam, benim
de adım Murtaza. Bizim Seyit şemsiyeyi kaptı ama bak tanışmamıza vesile oldu,
teşekkür etmek lazım” karşılığını verdi dükkân sahibi.
Bu
arada yağmurun şiddeti azalmıştı. Adil Hoca, çay ikramına teşekkür edip kalkmak
için izin istedi. Murtaza Bey, ona isterse şemsiye verebileceğini söylese de
Adil Hoca gerek kalmadığını, yağmurun etkisini yitirdiğini söyleyerek ayrıldı dükkândan.
Yol boyunca düşündü; okula geldikten sonra da şemsiye hırsızı aklından çıkmadı.
Teneffüs arasında, öğretmenler odasında gündeme getirdi konuyu. Odadaki
öğretmenlerin çoğu, anlatılanları duyunca gülmeye başladı; belli ki hemen
herkesin şemsiye hırsızından haberi vardı. Sonra kim olabileceğini sordu Adil Hoca
öğretmen arkadaşlarına. Pek bilgisi yoktu kimsenin. Değişik rivayetler vardı
hakkında birbirini tutmayan. Kimi önceden şemsiye dükkânı olduğunu, sonra iflas
ettiğini, ondan sonra böyle olduğunu söylüyor, kimi şemsiyeleri çok sevdiği
için çaldığına inanıyor, kimi de kravatlıları sevmediği için böyle davrandığını
dile getiriyordu.
Rivayetler
muhtelifti, kimse işin doğrusunu araştırma gereği duymamıştı. Sonuçta “Delidir,
ne yapsa yeridir” mantığından hareketle kimse umursamamıştı Seyit’in neden
özellikle böylesi şiddetli yağmurlarda insanların şemsiyelerini alıp kaçmasını.
Okuldaki
öğretmenlerden Deli Seyit hakkında yeterli bilgi edinemeyeceğini anlayan Adil Hoca,
şehirdeki en eski esnafları öğrenmeye çalıştı. Belki onlardan bir şeyler öğrenebilirdi.
“Belki muhtar da bilir” diye okul çıkışına kadar düşündü. Olay oldukça ilginç
gelmişti ona ve yerel gazetelerde zaman zaman öykü de yazan Adil Hoca, “Yeni ve
yaşanmış bir öykü konusu olabilir bu benim için” diye düşünmekten de alamıyordu
kendisini.
Okul
çıkışı isim ve mekânını öğrendiği esnaflara uğradı Adil Hoca, muhtarla da
konuştu. Ama onların söyledikleri de okuldaki öğretmenlerin söylediklerinden
pek farklı değildi. Belli ki bu şehirde insanlar, gerçeğin peşine düşmek gibi
bir gayretin içine girmemiş, herhangi birinin uydurduğu rivayete inanmakla
yetinmişlerdi. Kendisi de bu rivayetlerden birine inanıp olayın peşini
bırakmayı düşünüyordu ki o gece gördüğü rüya, işin aslının anlatılanlardan farklı
olabileceğine inandırdı onu.
Rüyasında
Seyit’i gördü Adil Hoca. Yine aynı yerde, aynı şiddetle yağmur yağıyordu.
Manzara aynıydı ama bir farkla; bu defa Seyit, kapıp kaçmadı şemsiyeyi, sapından
tutup öylece baktı Adil Hoca’ya. Göz göze geldiler. Bir müddet bakıştıktan
sonra Adil Hoca kendiliğinden bıraktı şemsiyenin sapını. Uyandığında önce “Bilinçaltı
yansıması” dedi, “Fazla etkilemiş olmalı beni” diye düşündü. Ama sonra, “Ne
kaybederim ki biraz daha araştırsam? Belki bir gerçeği keşfeder, bir acıya
dokunurum”.
“Acı”
kelimesi onda değişik çağrışımlar uyandırdı. Evet, belki de bu işin temelinde
bir acı yatıyor olabilirdi. Bu kanıya varan Adil Hoca, ertesi gün Deli Seyit’in
evini aramaya başladı. Muhtara yeniden gitti, karakola uğradı, belediyeden
bilgi almaya çalıştı ve sonunda evini buldu şemsiye hırsızının. Zile’nin arka
mahallelerinde, dar bir sokak içinde, ahşap binalar arasına sıkışmış, yıkık
dökük birkaç odadan oluşan metruk bir evde yaşıyordu Seyit. Kapıyı tıklatıp
bekledi bir müddet. Açan olmayınca tekrar denedi. Kimsenin gelmediğini görünce
kapıyı itti yavaşça. Kapı kilitli değildi. Hafifçe aralayıp seslendi içeriye
doğru. Ses veren olmadı. Birkaç adım atıp tekrar “Kimse yok mu?” diye seslendi.
Yoktu kimse gerçekten. İçeri girdi. Küçük bir koridora açılıyordu kapı.
Koridorun sağında ve solunda birer oda, tam karşısında da üçüncü bir oda vardı.
Biraz korku, biraz heyecan, biraz tedirginlikle yavaş yavaş dolaşmaya başladı loş
odaları.
Kapı
gıcırtılarından ürkmekle birlikte, her an ne yapacağı belli olmayacak o delinin
gelebileceği korkusu vardı içinde. Bir yandan da içindeki merak duygusu onu
kamçılıyor, mutlaka buralarda Seyit’in hikâyesine ışık tutacak bir şeyler
bulabileceğine inanıyordu.
Sağdaki
dar ve alçak kapılı odaya girdi önce başını eğerek. Yerde bir yatak, rastgele
bir yana atılmış bir yorgan ve ne renk olduğu belli olmayan bir yastık gördü.
İçeride ağır bir koku vardı. Yeterince aydınlık değildi içerisi ve aslında tam
olarak ne aradığını da bilmiyordu. Her taraf pet şişe, poşet ve gazete
atıklarıyla doluydu. Cep telefonunu çıkarıp ışığını yakarak çıktı odadan; “Bir
an önce diğer odaları da dolaşıp gitmeliyim buradan” diye düşünüyordu. Sonra
tam karşısındaki odaya girdi.
Odada
bir köşeye yığılmış çöplerden başka bir şey görünmüyordu. Bu odada da bir şey
bulamayacağını anlayan Adil Hoca, en son koridorun sonundaki odaya yöneldi.
Kapıyı itti, açamadı; kilitli sandı önce, ikinci kez daha güçlü yüklendi bu kez.
Kapı aralandığında ise gördüklerine inanamadı…
Hayatında
böyle bir şok yaşadığını hatırlamıyordu Adil Hoca. Oda, ağzına kadar şemsiye
doluydu. Deli Seyit kapıp kaçtığı şemsiyeleri atmıyor, burada topluyordu demek.
Ama asıl sorunun cevabı hâlâ bulunabilmiş değildi. “Neden şemsiye?” diye
düşünüyor, bir yandan da telefonunun ışığıyla odayı ve şemsiyeleri daha iyi
görmeye çalışıyordu. Binlerce ve kalite kalite, renk renk şemsiye tavana kadar
doldurmuştu odayı.
Adil
Hoca başını sağa doğru çevirdiğinde ise hayatındaki ikinci büyük şoku
yaşayacaktı. Köşede, yağmurdan korunmak ister gibi başında şemsiye tutan bir kız
çocuk mankeni duruyordu ve üstelik manken çocuğun elindeki şemsiye de Adil Hoca’nınkiydi.
Şoku
atlatan Hoca, “Bir an önce buradan çıkmalıyım” diye düşünerek dış kapıya doğru
yöneldi. Ama asıl soru şekil değiştirmiş, büyümüş ve hâlâ beynini kurcalamaya
devam ediyor haldeydi. Üstelik gördüğü şeyler, Adil Hoca’nın kafasında cevap
bekleyen yeni sorular da doğurmuştu. Bu düşüncelerle çıkarken gayriihtiyari ilk
girdiği odaya daldı tekrar. Telefonun lambasını gezdirdi odanın içinde. Daha
önce fark etmediği bir şey gördü Adil Hoca. Yastık ile duvar arasına sıkışmış
bir kutu vardı. “Belki bütün cevaplar buradadır, filmlerde oluyor, gerçek
hayatta niye olmasın?” diye düşünüp kutuyu karıştırmaya başladı. Bir eliyle
kutuyu aydınlatmaya çalışıyor, bir eliyle de içindeki evrakları okumaya
çabalıyordu.
Eskimiş,
yıpranmış, küf kokulu bu kâğıtlar, okuyabildiği kadarıyla hastane evraklarına
benziyordu. Pek çok reçete ve raporun olduğu kâğıtların arasında biri çekti
dikkatini. Raporu okumaya başladığında ise gözyaşlarını tutamadı.
Havaların
henüz serin gittiği, gökyüzünden sicim gibi hışımla dökülen yağmurların
ıslattığı bir Mart günü... Kıyametin habercisiymiş gibi yağan o yağmurda,
kucağında küçük bir çocukla koşarak hastaneye yetişmeye çalışan bir baba… Ve ateşler
içinde yanarken, ciğerleri sökülürcesine öksüren o küçücük kız çocuğu ile
babasının çaresizliği doldurmuştu bir anda Zile’nin bütün cadde ve sokaklarını…
Aynı zamanda Adil Hoca’nın gözlerini…
Adı: Çiğdem… Yaş: 9... Ölüm nedeni: Pnömoni (Zatürre)...